- 994 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GURBETİN YOLUNDA
Tek göz odalı evin içinde ranzasının üzerinde duran valizinin içine, son parça eşyasını da yerleştirdikten sonra itina ile fermuarını çekip yere indirdi. Diğer hazırladığı bavullarını arabasının bagajına yerleştirmişti. İçlerinde neler yoktu ki. Analığına, avradı Hatuna, çocukları; Ruşen, Osman, Hamit ve emmisi Muzaffere aldığı çeşit çeşit hediyeleri büyük bir sevinç ve özen ile akşamdan yerleştirmişti valizlerine birer birer. Sanki toprağa sıra sıra dikilen tütün fideleri gibi. Okşayarak, özenle.
Sabahı sabah etmişti. Gözünde bir dirhem uyku yoktu. Yastığının altındaki tütün tablasına varmıştı eli sürekli. Sarıp sarıp içmişti sigaraları dumanını savurarak. Keyifle. Arkadaşı; Bayburtlu Ali yatağında horul horul uyurken; kendisi dalıp gitmişti memleketinin suyuna havasına.
Bayburtlu iyi adamdı. Bu gurbet ellerinde yoldaş olmuştu kendisine. On yedi yıl olmuştu buralara geleli. Tam dokuz yıldır da gitmemişti memeleketi Bayburt’a. Küskünüm derdi. Köydeki avrat ikinci senemde taktı bana boynuzları. Nasıl gidim. Nasıl bakarım elalemin yüzüne. Bir tek içim yanar. Anam neyler ne yapar diye. Yandım bu gurbetin ellerinde. Yapılırımıydı bu bana der, alırdı sazını eline artık ne söylesen duymaz dalar giderdi köyünün çayırına çimenine.
Yatağının yanında duvarda asılı duran, sinek pisliği bulaşmış aynayı eliyle gelişigüzel siliverdi. Sabaha kadar uyumamasına rağmen hala dinç gözüküyordu. Buna içten içe sevindi. Kara sert kaşlarının altındaki ele gözleri ile bakıştı. Kendine gülümsedi. Parmaklarını saçlarının arasında şöyle bir gezdirdi. Saçları gür ve hırçın bir keçi kadar inatçıydı. Eline tükürdü, asi saçlarını yatırmaya çalışarak parmaklarıyla saçlarının üzerine bastırdı birkaç kez aynı hareketi tekrarladı. Avradı Hatun şimdi yanında olsa hemen söyleniverirdi.
Aynayı çatlatıcın gözümün eri. Gönlü cızlayıverdi. Haspam. Ne çok gözü arar olmuştu. İçi bir hoş oldu. Az kaldı bir haftaya kalmaz ordayım demişti mektubunda. Yorgan döşeği hazırla. Sana gâvur karılarının giydiği cinsten bir kombinezon aldım. Hem ide senin en çok sevdiğin renk… Gülkurusu. Vallah, iki gözüm önüme aksın seni kendi ellerimle giydirip kendi ellerimle soyacağım diye yazmıştı mektubunun devamında.
Derin derin iç geçirdi. Cebindeki baba yadigârı köstekli saatini çıkarıp baktı. Saat sabahın sekizine geliyordu. Yola çıkma vakti geldi diye mırıldandı. Odanın içine şöyle bir kez daha göz gezdirdi unuttuğum bir şey var mı diye. Yerdeki bavulunu, yatağının üzerindeki nazar boncuk işlemeli arabasının anahtarını alıp dış kapıya doğru yöneldi.
***
Dışarısı buz gibi soğuktu. İnsanın iliklerine işler cinsten. Gâvur bir arkadaşı vardı çalıştığı fabrikadan. Adı Herr Adolf. Bu sene Almanya’da kış ağır geçecek demişti. Dediği kadar vardı. Ne iyi adamdı şu Her Adolf diye düşündü. Çalıştığı pil fabrikasına girmesi onun sayesinde olmuştu. Memleketten ayrılıp Almanya’ya geleli tam tamına üç sene oluyordu. Bir elinde bavulu bir elinde Ceyhan işçi bulma kurumundan verdikleri kâğıtlar Frankfurt’un soğuk gri sokaklarında şaşkın şaşkın dolaşırken Her Adolf ile tanışması Allahın bir lütfü sayılırdı. Sigarasını yakmak için deli gibi çakmağını ararken sağ yanından biri yanaşmış ve yarım Türkçesi ile selam vermişti. Adamın dev gibi cüssesinden önce irkildiyse de sonrasında küçük masmavi gözlerindeki sıcaklığa kanı kaynamıştı. İsmail’i alıp arbeitsamta götürmüştü. Evrak işlerin halledip kendi çalıştığı firmada işe başlamasını sağlamıştı. Sonrasında anlattığında kendi karısı da Türkmüş. Zaten annesi zamanında bir Alman adamla evlenmiş. Ben Türkleri severim derdi her zaman. Hem benim annemde Hataylı, hemşeri sayılırız diyerek mavi gözlerini kısarak gülümserdi.
Hey gidi koca Her Adolf diyerek iç geçirdi. Elindeki valizini arka koltuğa koydu. Kendini şoför koltuğuna iyicene yerleştirip nazar boncuklu anahtarını kontağa takıp çevirdi. Yavaşça gaz verip arabasının ısınmasını beklerken egzoz borusundan çıkan dumana gözü takıldı. Öylece daldı…
Babası karşısına alıp konuşmaya başladığında kasketini çıkarıp eline almıştı.
Oğul burada kalıp ağanın ırgatlığını mı yapıcan. Radyo bangır bangır bağırıyo. Alamanya Türk işçilerini çağırıyormuş. Hem ide iyi para verecekmiş. Durma sende git. Gözün arkada kalmasın Ben avradının, çoluğunun çocuğunun başındayım.
İçine bir kor alev düşmüştü. Alamanya nere Adana nere diye günlerce kafası kurcalanmıştı. Sonrasında derin hayaller süsledi beyninin içini. Belki, evet belki ailesini de sonradan yanına alır, karın tokluğunda ırgatlık yaptıkları pamuk tarlalarından kurtulurlardı. Hem ide ne güzel olur diye geçirmişti aklından. On güne kalmaz tüm işlerini halledip elinde tahta bavulu köyün minibüsüne binerken arkasından bir kova su dökülüp gözlerden akan yaşlar sel olup akıp gitmişti.
Ah ulan ah dedi. Gurbet Alamanyasına gelişinin onunca ayında acı haber tez ulaşmış, muhtar Veli dayının mektubu eline verildiğinde yandım anam diye olduğu yere yığılmıştı. Ah gurbet sen ne zalimsin dedi. Arabasının gazına biraz daha yüklendi. Yol şeridine doğru sürmeye başladı. İçinden bir besmele okuyup arabanın içine doğru üfledi. Başladı uzun bir yol. Yolun başında gurbet hasreti ile yanan bir yürek. Yolun sonunda ise Allah nasip ederse buruk bir sevinçle çarpan bir yürek olacaktı inşallah.
***
Baba acısı yüreğine düştüğünde yandı bitti. Delilendi. Kolu kanadı kırıldı. Ne yediğini bildi ne içtiğini. Emmisi mektubunda yazmıştı. Oğul gelme ağamı toprağa koyduk. Aklın kalmasın buralarda. Ben sahibim, avradına çocuğuna çoluğuna. Boz ineği sattık. Ağamın mezarını yaptırdık. Artan birazını da analığına verdim saklasın diye.
Efkârlandı. Akşamdan sarıp hazırladığı sigarasından bir tane daha yaktı. Sigaranın dumanı gözünün içine kaştı. Yanan gözünü ovuşturdu. Bir yandan yola bakarken bir yandan da torpido gözünden ki kasetleri kurcalamaya başladı. Nuri sesi güzelin kasetini bulup teybe taktı. Anında o çok sevdiği türkünün sözleri ve nağmeleri kulağını doldurdu. Ne yanık sesli adam vesselam dedi. Kendide türküye eşlik ediyordu.
Almanya acı vatan
Adama hiç gülmüyor
Nedendir bilemedim
Bazıları gelmiyor
Tekrar tekrar aynı türküyü defalarca dinledi. Memleketini hatırlatıyordu. Gurbetin o tarif edilmez yazgısını yaşayanlar bilirlerdi bunu. Önce boğazın düğüm düğüm olur. Arkasından bir el boğazını sıkıyormuş gibi olursun. Devamından gırtlağından aşağıya önce midene doğru ve sonra yüreğine akan incecik bir sızı doluverir. Ne zaman bir türkü dinlesen, ne zaman bir yel esip geçse başının üzerinden memleket sızısı depreşir. Yakar geçer yüreğini.
Koca adam İsmail’in gözünden bir damla gözyaşı akıverdi. Allah’ım tez elden kavuştur beni vatan toprağıma dedi. Eli sigarasına gitti. Ardından daha oynak türküler dinlemek için kaseti değiştirdi. Başladı Recep Kaymak söylemeye.
Adana’ya kar yağmış
Kar altında gül kalmış
Benim yârim Urfalı
Antepli nerde kalmış
Düğünlerinde ne çok çalmıştı bu türkü. Rahmetli babası dört şarjör boşaltmıştı. O günler ne kadar geride kaldı artık diye düşündü. Şimdi neredeyse gelinlik kızı olmuştu. Ruşen ondördüne girmişti. Buram buram burnunda tüttü evladı. Hamit henüz altı yaşında tombalak bir çocuktu. Tıpkı rahmetli babasına benziyordu. Osman ise kendisinin kopyasıydı. Daha onaltısındaydı ama kendi gibi yiğit delikanlıydı. Avradı mektuplarını Hafız Mahmutun kızına yazdırıyordu. Son mektubunda resim göndermişti. Çocuklar nede büyümüşlerdi. Her birinin gözünün içi gülüyordu. Yalnız Osman’ın yüzü asıktı. Sert durmuştu. Haşin bakmıştı. O, erkek olma yolunda bayağı ilerlemişti.
Elini direksiyonun etrafında gezdirdi. Her ay köye gönderdiği paranın dışında artırabildikleriyle bu arabayı satın almıştı geçen hafta. Sevgiyle okşadı. Gururlandı. Köy yolundan geçerken ne fiyakam olacak diye düşündü. En çok oğlu Osman sevinecekti. Bir mektubunda resimli bir kitapta gördüğü arabayı tarif etmişti. Baba kırmızı olsun demişti. İsmail en kırmızısından almıştı. Frankfurt’ta kullanılmış arabaların satıldığı bir pazar vardı. Geçen hafta arkadaşı Yozgatlı Emin ile birlikte gitmişlerdi. Yozgatlı Mercedes fabrikasında çalışıyordu. Her arabanın motorundan tutup aynasına kadar bakmış en sonunda; hele İsmail gardaş bu araba koca bir davar kadar babayiğit. Hele motoru seni Adana’ya değil fizana kadar götürür demişti. Kırmızı renkli bindokuzyüz ellidokuz model mercedesin koltuğuna gerinerek oturmuştu. Alaman gâvurunun eline parayı sayarken parası çıkışmamış Yozgatlı Emin kalanını İsmail’in cebine sokuşturuvermişti. Hadi hadi al anahtarını memeleketten gelince ödersin deyip yan koltuğa da kendi geçmişti.
Kocaman gülümsedi. Gurbette de dostun arkadaşın olmazsa hiç çekilmez be diye düşündü. Dönüşte her birine köyden hediyeler getirecem dedi. Oturduğu koltukta şöyle bir kımıldayıverdi. Yüreğine şimdiden uzun zamandır yaşamadığı bir duygu olan huzur kapladı. Sanki hani çok şiddetli yağmur yağarda arkasından hemen kocaman gülümseyerek gökkuşağı yedi göğü kaplar ya. İşte tıpkı bu misal Ceyhanlı İsmail’in gönlü de birden kocaman oldu da sanki göğsüne sığmayıp ta dışarı taşacakmış gibiydi.
Keyifle bir sigara yakıp ayağını biraz daha gaza bastı. Hele bir Ceyhan’a varayım diye düşündü. On güne kalmaz evdekilerin de pasaport işlemlerini tamamlayıp geri dönüş yoluna çıkarım dedi. Anası geldi aklına. Ben gelemem oğul yapamam gâvur memleketinde diye yazdırmıştı mektubuna. Ah anam yazgısı bozuk anam diye yüksek sesle düşündü. Hele senin bu İsmail bırakır mı seni yâd elde. Sonra ben nasıl dayanırım gurbetin ocağında senin acını duymaya dedi.
***
Tam tamına dört gündür yoldaydı. Yolculuğu boyunca kimi zaman içinden çoğu zamanda yüksek sesle konuşup durmuştu. Bayram sabahında bayramlıklarını giyip de sokağa fırlayacak çocuklar gibi şendi. İçi içine sığmıyordu artık. Yolu kısaldıkça memleketin hasreti bir o kadar daha üstüne çullanıyordu.
Şoför tarafındaki camını biraz araladı. Anında arabanın içine sabahın, o taptaze serin havası doldu. Derin bir nefes çekti. Karşıya baktı. Sıralı dizilmiş heybetli Istranca dağları tam karşısında gurbetçi vatandaşına hoş geldin diyordu. Yolun sağındaki tabelaya gözü ilişti. Kapıkule Sınır Kapısı yazıyordu.
İçi taştı yüreği ağzına geldi. Mercedes’i hemen yolun kenarına çekti. Yanından geçen onca arabaya hiç aldırış etmeden yere eğildi, büyük bir huşu içerisinde toprağı öptü. Ardından yere oturup, Allah’ım sana şükürler olsun ahtım vardı dedi ve gözlerinden ılık bir damla yaş avucunun içine damladı.
SEVİLAY DİLBER
YORUMLAR
Öykü olunca okuduğum, değmeyin keyfime.
Bu keyfi yaşatan yazarına ve öyküsüne teşekkürler.
Harikaydı.
Bir ara, öykünün sonuna doğru korktum. Eyvah, eyvah! dedim. Fikrimin İnce Gülü hikayesindeki sarı mercedes öyküsüne benzeyecek galiba, yazık olacak, derken,
öykü tam da bitmesi gereken yerde, bitmesi gerektiği gibi bitti.
Kendine has güzel bir öyküydü...
Saygı ve sevgiyle kalın...