- 1059 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gururun Ve Onurum...
Gururun Ve Onurum...
Geçmişteki sana ağlamalarımla bıraktığım gururumu şimdi elime aldığımda bana neler kaybettirdiklerini görünce pişmanlıklarım yüzüme bir şamar gibi yapıştı…
Kaybettiğim her şeyin ardında kalan benliğimle şimdi konuşma cesaretim olsa bu kalemden kaçardım…
Her şeyin bir su akışında olduğu düşünceler, bir bir canlansa tekrar gözlerimde, tekrar dönüp bakmak ister miydim o günlere?
Veya tekrar düşler miydim, bu güne göre kâbus olan düşünceleri tekrar düşünür müydüm?
Her düşüncenin kar yıldızları gibi öbekleşmesine tekrar razı olur muydum, acıların yüzümde dağılmasına?
Dostoyevski’nin kendine budala dediği gibi ben de kendime aptallığı yeğlerim der miydim?
Hayatın bütün darbelerini bedenimde saklamaya çalışır mıydım? Sevgiye seni çok sevdim derken onun sevgisine bu kadar çok inanır mıydım?
Hayatın bütün darbelerine umarsızca katlanabilir miydim, bu kadar çok sevmenin bedelini bu kadar içtenlikle öder miydim?
Geçmişe gömdüğüm gurumun bendeki başıbozukluğa bu kadar derbederlikle katlanabilir miydim?
Değmeyenlere verdiğim değer yüzünden, değenlerin acınası bakışlarını üzerimden atabilir miydim?
Gurur…
Vücudun dirençsizliği miydi, belki de kendine karşı zavallılaşma veya büyüklük kompleksi olarak kabul edip bu günkü pişmanlıklarımı görmeze gelebilir miydim?
Geçmişe gömdüğüm benliğim, gururum, içtenliğim, hakikatlerden kaçışım, görmeze gelişim, perdelenmiş gözlerimi sevginin ışığından kurtaramayışım, ardımda bıraktığım acıları bu günlere taşıyışım kendimin kendinle küçülüşüne sebep, bu gurur mezarlığının kazılışından mı oldu?
İnsanın kendini af etme duygusu her şeye kadar dikliğini korurdu veya nerede bitip acizleşirdi?
Her şeyin gömüldüğü kadar mezarı olurdu…
Oysa ben hâlâ kazma uğraşı içinde kalarak acılar bataklığı oluşturduğumun farkında değil miydim?
Duygularım da mı gömülmüştü gururumla?
Ya onurum?
Belki de ayakta kaldığım, tek yaslandığım olgu oldu onurum… Benliğimin hâlâ bir parçası olma mücadelesindeki ve ben hâlâ onu gömemedim…
Sevmeye neler feda edilirmiş… Neler edilmezmiş ki anladığımda ise avuçlarım hâlâ kan alacasında…
Tuzbeyazı kirliliğindeki yaşamım, tadıyla, rengiyle, hareketleriyle hâlâ şeffaflaşamadı ki onur ve benlik savaşı veriyorum…
Oysa artık onurumun yanındaki gururum da konuşmaya başladı…
Onursuz ve gurursuz olamazdı sevgi, olamazdı yaşam eksikliği, topal aksak bir yaşama uzanırdı ki ben hâlâ topallıyorum… Hâlâ avuçlarımda tutuyorum gözlerimden fırlayan ıslaklığı…
Sevgi için ağlanırdı, sevgi için gururlanırdı insan, sevgi için onurlanırdı insan…
Çok sevmek için ve de sevilmek için ölebilirdi insan… Ama yaşam bunları kapsardı ve dik kalırdı onurlu gururlu seven insan…
Sevgi af edilmeyenleri bağışlamak isterdi belki de sevginin kuralıydı ve sevgi kural dışı yaşanamazdı…
Oysa sevmelere feda edilecek ne kadar çok şey vardır…
Sevgi yürek işiydi…
Cesaretti…
Hoşgörüydü…
Kaybettiklerinin ardına bakmamaktı ve
verdiklerini ölçmemekti,
verilenlerin, verildiği kadarını almaktı,
sözü sakınmaktı,
gönül açmaydı,
gönülde kalmaydı,
saymaktı sayılmaktı…
Belki bunların tümüyle yetinmedik, doyamadık ve arsız aşklara özendik ve
gururumuzu gömdük biryerlere…
Ve
tekrar gururumuzu ele alıp konuşunca yetiksiz kaldık sevgide…
Oysa
gurur ve onur mücadelesi verirken kendi içimizde ne dersler aldık hayattan…
Hasreti yudumlattılar bize,
sevmenin kapısını aralayarak…
Sonra da basıp şah damarımıza kanımızı dindirmek, kesmek istediler...
Yolları sevmeye çıkardılar,
karanlıklara boğarak,
Bir yudum su verdiler,
deldiler geçtiler boğazımızı,
boynumuzu büktüler…
Sevmeyi tarif ettiler,
adam gibi seveceksin diye,
nefesimizi kestiler…
Şimdi dar nefeslerdeyiz,
bıraksalar… Bir oh diyeceğiz…
Ozanın dediği gibi,
“gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” cümlesinin tınısında kayboldukça, aslında yüreğimizin yırtılma sesleri ile yutkunduk.
Bir ferman yazılamazdı sevemezsin demeye karşı…
Oysa fermanlar hükmedemezdi yüreğe, sevmeye karşı…
Uymadık fermanlara, sevdik onurluca ve de acısını yaşadık, sevmenin sürgünlerinin duvarlarını yumrukladık, diz çöktük, dizkapaklarımızla avuçlarımız kanadı, yüreğimizden fazla…
Zorlamasına yaşadık hayatı, an, an. Bu zamanlarda kaybolduk, ruhlarımızın özgürlüğünü tutukladık, kendimizde sevmenin özgürlüğünü özledik. İnanılmaz bir hazla, hastalığımızı kendimizden sakladık, kusmalarımızı basite indirgedik, aldırmadık midemizin kasılmalarına, öksürüklerimizi kendimize saklarken boğulduk, dünyalık yaşamı umursamadık, yol açtık kendimize sonsuzluğa bazen ölümü özledik bazen de pişmanlıklarımızı…
Kapadık kendimizi dört duvar arasına, duvarları yumrukladık, kan içinde kaldı çoğu zaman yumruklarımız, sesimizi kıstık, inlemelerimiz duyulmasın diye ağzımızı tıkadık, ayak tabanlarımızı sert zeminlere vurduk, tabanlarımız sızladı, aldırmadık…
Pencere camlarının karanlık gölgeliğine sığındık, aynalarda kendimizi görünce hıçkırıklı ağlamalarımızı umursamadık, bu kahır zinciri ile vurduk sırtımıza, sırtımıza, canımızın yanışını kendimizden saklarken dişlerimizi sıktıkça çene kemiğimizin acısını onurlanmaya gömdük, boş verdik gururu, yettiği kadar yetindik, acılarla, sevinçlerle…
Veryansın ettik sahipliğimizde kaybolduğumuz zamanlara… Üzülme diyenlere, geçer diyenlere var gücümüzle hiddetlendik, kendimizi acılarımızla haklı bulduk, gözyaşlarımızı kendimizden bir bahane ile sakladık, yemeklere tuzlu, sevmeye acılı deme bahanelerine sığındık…
Oysa kaybolduğumuz bu boşlukta kendimize girdaplar yarattık, tüneller açtık, kendi kendimizin bahanelerine kızdık, kendimize bir çözüm aramadan yıldızlara haykırdık, gök kuşağının renklerine özenip, kendi kara rengimizi örtmeye çalıştık ve sonsuza kalır bu sevgi dediğimiz, zannettiğimiz, girdaba dolaştık, yolumuzu kaybedip, donup kaldık, şaşırıp kaldık ama gene de “ben sevmedim ki” deyip inkâr edemedik…
Renkleriyle, renksizlikleriyle hayalimizde büyüttüğümüz sevgide kaybolduk ve bir de baktık ki sevdim dediğimizden gaipten bir ses geldi, “ben seni hiç unutmadım ki, hep sevdim ki, en çok seni özledim yıllar yılı” diyen sözlerle tekrar donduk kaldık, şaşırdık
ve
sevgi boş vermişliklerde tutunamazmış demek imkânını da bulamadık kendimizde…
Ve…
Tekrar acındık kendi kendimizle…
Sevgi gülerek gelir acındırarak gidermiş meğer…
Bence hani vardın ya…
Sen varken var olduğumu bilmen,
işte buydu,
yaşamak değil sevginle yaşatmaktı…
Vardı ya…
İşte sen orada var mıydın yoksa ben çok gerilerden mi geldim?
Vardın ya sen sevmeyi öğreten, vardın ya sen ağlamalarıma mendil tutan… Haz alan, işte vardın ya bana sevmeleri öğreten şimdi gerilerde bırakan sen vardın ya ölesiye yolunda kalan işte sen vardın öksüzleştiren… Artık bana sen varsın ya derken bile kanatan sevgili… Bu yol uzadı ama artık amalar için vakit çok geç… Bak akşam… Bak günbatımı saatler sen, sen deyip bırak artık kanatmayı…
Hani var ya ölüm, demeden bırakmam dediğin zamanlar da vardın ya demelerinle... İşte şimdi onları boş ver…
Sevgi dediğimiz duru bir damla suymuş güneşi görmeden kurumazmış…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.