- 891 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MERHABA, HOŞÇAKAL, SONRA
Birbirine uzak iki şehir gibi oldular sonra. Yarım yamalak hayaller kurdular. Yarım yamalak bir şey. Sonra sen. Sen sonra. Sonra, diye bir kadın. Görünürdü sadece yağmurda. Yağmur kuşlarının ülkesinden gelirdi sanki, yağmur kuşlarıyla. Geniş bulvarların buğusunda. Hep ayrılmak üzereydi bir şeylerden Sonra. Hoşça kal, diye bir annesi vardı. Ona çekmişti yüzü, burnu, gözleri. Belki sözleri. Bir adamla kaçmıştı zamanında. Bir balıkçıydı kocası. Akşamları gider sabahları elleri ve cepleri hep boş gelirdi. Hoşça kal sesini hiç çıkarmazdı tüm bu olanlara. Ama ağlarını asla geride bırakmazdı kocası. Herkesten gizli küsmüştü denize. Bir daha ona hiç dönmeyeceğini söyleyip duruyordu kendi kendine. Ama bunu herkesten saklıyordu. Akşamları kediler ağların mercan kırmızısı kokularını alıp mahallelerce öteden toplanıyorlardı. Oysa hiç balık yoktu. Kediler bunu biliyordu. Hatta balıkçıya da üzülüyordu. Çünkü her kedi denizle uzaktan akrabaydı. Bunu balıkçı bir gece denize hiç atmadığı ağlarını onarırken fark etti. Belki. Bir balıkçıyla evli olmak hep ferah hissettiriyordu Hoşça kala kendini. Nereye dönse mavi... Öpücükleri sonra ve dalgalanmaları yatakta hem en çok geceleri… Ucuz bir şişe şarap en çok neye benzerdi ki… Terk edilmiş bir üzüm bağı ve cinnet geçiren köylü kadınlar ama orada bile ufukta ince uzun bir şerit: mavi. Adı unutulmuş bir köydü sarhoş olmak… Kireç beyazı evler... Bir ülkenin batısı… Ama Hoşça kal kocasının mavisini giderek solduğunu görünce kızı Sonra’yı alıp kucağına, kocasına, Hoşça kal, dedi. Zaman durdu bu terk edilişte. Ağırlaştı. Ve hatta pelteleşti balıkçı için. Artık onlar birbirine uzak iki yabancı şehirdi. Bir ikindi vakti lodos azgın bir aygır gibi şahlanarak ve getirdiği beraberinde gri meymenetsiz suratlı ve soğuk ve yağmurlu bulutları… bir ikindi… tıpkı o Cüneyt Arkın filmlerindeki sahnelerde olduğu gibi… yeminini bozup kayığına bir eski zaman masalı kahramanı gibi ve geri dönmeyeceğini bildiği halde mağrur, gözleri kararlı, korkunun kırıntısı yok… hem korkmak vazgeçememiş insanların işidir. Küreklere asıldı. Kentin bütün kedileri onu uğurlamaya balıkçı barınağında bir iskelenin en ucuna kadar… rengarenk uzun tüylü kısa tüylü cinsi, celebi, erkeği dişisi, uyuzu körü açı toku ama hepsi… bir kulaklarıyla kollayıp lodosun uğultusunu, ona veda etti.
Geride bıraktığı ıssızlık… Ve cami avlusuna terk edilmiş boş bir yatak. Sonunda o adamı da terk etmişti. Sobasız sefalet, cebinde taşırdı soğuğu ve onu en çok kışları çıkarırdı.
Dünyayı değiştirmek iyi niyeti ve püskül püskül bıyıklarıyla bir adamdı sonra bir başkası. Sabahın köründe umutlarına benzeyen ve sadece o vakitte sıcak kalabilen poğaçalar alır ve geceleri gökyüzünde kızıl yıldızlar arardı. Oysa parası bile yetmezdi ay sonuna. Üzerindeki kaşe ceketi bile yenisiyle değiştiremezken dünyayı değiştirmeye çalışmak bir kadınla seviştikten sonra dalınan uykuda görünen bir rüya mıydı?
Babasının adıysa merhaba’ydı Onun. Bazı kahvehanelerde selamünaleyküm. Yoksa memnun oldum mu? Bir devlet dairesinden emekli olmuştu en sonunda. Ve en son bir ikindi vakti çıkmıştı oradan. Arkasına baktığında gördüğü manzarayıysa tasvir bile edememişti. Sonra evine dönmüştü. Evinin damındaki asmanın altında bir şişe rakıyla dertleşmişti gecenin en gece vaktine kadar. O kadar çok dertleşmişti ki… Kendinden geçmişti. Zaten o hep, ilk kendinden geçmişti. Tüm merhabalar gibi. Ne zaman hüzünlense gökyüzüne uzatıp elini uzanabildiği en yakın en gri bulutu koparıp mavisinden cebine koyardı. Böyle zamanlarda akşamları aldığı ekmek için hep ıslak paralar uzatırdı bakkala. Devamı için kuracağı bir cümlesi yoktu geleceğinin. Çünkü yaşamak alışmaksa sanırım artık alışacak bir şeyi kalmamıştı. Bir ip buldu kendine. Olta takımlarını çıkardı. Çünkü denizden hala alacağı vardı. İğnesiz olanların iğnelerini bağladı. Bağlamanın ve bağlanmanın ustasıydı. Hiç zorlanmadı. Ustaca attı düğümleri. Hayat denilen şeyin bir düğüm olduğunu bilecek kadar çok yaşamıştı. Kurşunlarını yeniledi oltaların kurşun kadar ağır geceler yaşamıştı gençliğinde. Kurşundan geceler… ve hatta durmadan kurşunlanan geceler. Karidesleri ayıkladı, tuzladı, küçük küçük doğradı özenle hepsini bir çantaya doldurdu. Yanı başındaki ipi asmanın demirlerine astı. Bir ilmik daha attı ucuna. Hayatında attığı son ilmik. Plastik sandalyeye çıktı. Eşiğine kadar gitti sandalyenin. Yerçekimi bir tekel büfesi gibi o vakitte bile açıktı. Gözleri kendini balkondan hüzünle ve merakla seyreden bir kadının gözleriyle buluştu. Kollarını sıvamıştı kadın. Elleri, kolları bulaşık köpüğüydü. Sabahın o vaktinde. Başında rengârenk bir eşarp vardı. Sabahın o vaktinde. En çıplak yeri gözleriydi kadının. O çıplaklıktan kocası işte bir yatak odasına kadar gidilebilirdi. Sabahın o vaktinde. Hayata doğurduğu canları düşündü kadın. Kendinden hayata açılan boşluğu… Ve Tanrı’ya dua etti. Kadın, dediğin eninde sonunda hayata açılan bir küçük patikaydı, ne olursa olsun. Ne olursa olsun yaşayabilirdin, diye geçirdi içinden. Kadın.
Boşluğa bıraktı kendini. Kadın dehşetle elini götürdü ağzına elini. Asma korkunç bir irkilme ile sarsıldı. Salkımlar şişti, genleşti. Sonra ilk salkım düştü dalından, taneler parçalandı, betona ıslak bir kırmızı yayılmaya başladı. İlk salkım umuduydu adamın. Sonra ikincisi düştü salkımların bu mutluluğuydu, sonra üçüncüsü parçalandı betonda ıpıslak bir sıvıyla, bu sevgisiydi. Sonra dördüncüsü düştü diğerlerinin yanı başına. En az onlar kadar paramparça. Bu, hüznüydü adamın. Sonra beşincisine geldi sıra içindeki gökyüzüydü bu. Sonra altıncısı düştü. Bu inancıydı. Asma da asmaymış ha! Bana mısın, demedi bu kadar hafiflemeye bir iki sarsıldı durdu. Salkımlar dallarından düşüp duruyordu. Kadınsa bulaşıklarını durularken mutfağında bir şairin kendisine bir masa satarken hiç unutmadığı gülümsemesini düşünüyordu.