- 592 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAYATIMDAN KESİTLER(1)
Bir sonbahar günü yaprakların ağaçları terk ettiği ve yerlerin gazallerle yani ağaç yaprakları ile dolduğu, ağaçların elbiselerini soyduğu günlerden bir gün dünyaya gözlerimi açmışım. Her kesin kış hazırlığı yaptığı, ayıların kış uykusuna yatmak üzere in aradığı bir zamanda, göçmen kuşların göçüp uzak yerlere gittiği bir anda ben dünyaya gözlerimi açıvermişim.
Oğlan olduğum için dedem sevinmiş, yine hayvanları güdecek, sabanın ucundan tutacak bir kişi daha geldi diye! Çiftin çubuğun arasında yazları ekin tarlalarında salıncaklarda uyumuş, ağzıma verilen şekerli ekmek sorgucu ile ağlamaktan vaz geçmişim. Derken seneler seneleri kovalamış, birde bakmışlar ki üçüncü bir oğlan yine kış aylarının başında ailemizin nüfusunu artırıvermiş.
Hani bizim oralarda denir ya;”Sevi küçükten küçüğedir.” Diye, ben zaten hastalıklı büyüdüğüm için benimle yeterinden fazla uğraşmış ve yorulmuş olan ana babam, benim küçüğüm gelince sevilerini kardeşime yöneltivermişler. Büyüğüm olan ağabeyim ise yedi yılın bir gülü olduğu için dedem onu hep el üstünde tutmuş ve incinmesine izin vermemiş.
Derken; yaşım 5–6 civarına gelince haydi bakalım işlerin ucundan tutma zamanın geldi diyerek önümüze koyun kuzu yavrularını katıverdiler. Köy yerinde olmanın verdiği cesaret ve her kesin boşa nefes tüketmediği bir zamanda beni de boş bırakıp arkamdan koşacak değillerdi her halde. Bende bir şekilde ekmeğimi taştan çıkarmalı idim.
Köyde kaldığımızda evimizin alt katındaki havyarlarımızın sulanması, derlenip toparlanması benim görevlerimin içinde idi. Onları damdan çıkarır köyün çeşmesinde sulayıp getirirdim. Ağabeyim, çok zaman dedemle birlikte dağa giderdi. Öküzlerimiz Akça ve gökçe ile ekinlerimizi ekmede dedeme yardım ederdi.9–10 yaşlarındaki ağabeyim sabanın ucundan tutar tarlalarımızı sürmeye çalışırdı, dedem çalı azmanlarının yani azatların dibinde cigarasını tüttürürken.
Yaşım 7 falan olduğunda ise köyümüzün içinden Arabacılar namı ile maruf Şevket ağanın benim kadar büyük çocuğu olmadığı için kendi öküzlerimiz ile birlikte onun öküzlerini de katıverdiler önüme…
Ben ki, kocaman adam(!) iki çift öküzü dağlarda otlatıp gelemeyecek miyim yani! Elbette bir yaz boyunca o dağ senin, bu dağ benim, yeşillikler içinde, sık fındık ormanlarında, kızılcık ormanları içinde kah akçayı kah gökçeyi arayarak bir yazı geçirdim. Elbette karşılığını da aldım, daha doğrusu babam aldı. O günün parası ile bir adet Yeşil yüzlük.
Yetişkin bir bekâr, yani hizmetçi yıllık 500 liraya yani 5 adet yeşil yüzlüğe Kasım ayından diğer Kasım ayına bekar dururdu. Ben o yıl bir yeşilliği alnımın akı ile kazanmıştım. Ne kadar sevindiğimi unutamam. Tabi olarak babamdan bir 25 kuruş vermesini çok bekledim ama…
Köyümüzde düğünler genellikle hasadın yapılıp bitirildiği, ekinlerin harmandan ambarlara konulduğu, köylünün;”Şükür kışlık kurumuzu dirimizi hazırladık.” Dediği yazın sonu,sonbaharın başlangıcında yani Böyle zamanlarda insanların en yeni elbiselerini giydiği, eskilerini yenilediği zamanlarda, babam celeplik yaptığı Bursa ilinden gelenlerle bana bir metre eksilerin önlük olarak kullandığı karalık kumaş göndermişti. Rahmetli anam oğlan göynek ile geziyor ona bir don dikivereyim diyerek sabaha kadar düğünlere donumu yetiştirmişti ve o donu giydiğim gün dünyanın en mutlu çocuğu bendim. Her gelene her emsalime yeni donumu gösterdim öğünerek!
Hey gidi günler hey, çocuk oğlansa eğer, doğar doğmaz adam sınıfına girerdi o günlerde. Herkes “Onun oğlu çok o zengin adam.” Derdi oğlu çok olanlara. Gıpta ile bakardı. Çünkü biri çifte giderken, biri çobanlığa gider diğeri, ekin ekenlere dağa yemek götürür, bir başkası oduna giderdi.
Evdeki yerimi sorarsanız eğer o bambaşka bir şeydi.. Evin nerede ise yapılacak bütün işlerini bana söylerlerdi. Doğal olarak mızıkçılık ettiğim de olmaz değildi hani. Bazen;”Ağam gitsin.”dediğimde;”O büyük.” Kardeşim gitsin o zaman dediğimde ise;”O küçük.” Derlerdi.
Sonra evin en haşarısı, zarar vereni de bendim hani. Keserin yüzümü dönmüş, ben çiviye vurmuşumdur. Babam veya dedem kulağımdan tuttuğunda veya azarladığında; hep inkâr ederdim. Üzerine birde Pencereye çıkar; halka şikâyet ederdim büyükleri bütün suçu benim üzerine atıyorlar diye.
Dağlar yazın rengârenk, papatyalar, çay çiçekleri, kabak çiçekleri, renk renk açmış tomurcuklar bayrağımın renginde ve hele ilk cemreden sonraki anasının tutup dışarı çıkarıverdiği çiğdemlere bakmaya doyamazdınız. Çiçeklere bakıp hülyalara dalardınız gelecekle ilgili…
Alıp başınızı giderdiniz büyük şehirlere, o zamanlar otomobiller yok en hızlı ulaşım ve binek aracı atlar. Eğerlenmiş soylu atlar hayal ederdiniz ufka ulaşmak için uzak diyarlara varabilmek için.
Ayaklarınızda ki, tabanları delinmiş cıslavatlarınıza bakar gıcır gıcır iskarpin ayakkabılar hayal ederdiniz. Oturup ayaklarının içine dolan taş ve toprak parçalarını çıkarmaya çalışırken.
Aklıma gelmişken; hiç küçük kardeşinizin ayakkabılarını giymek zorunda kaldınız mı hiç?Yada altı karton ayakkabının içine oluklu karton parçaları koyarak dağlarda öküzlerinizi veya küçük baş hayvanlarınızı gütmek zorunda kaldınız mı?Yalnız kaldığınız için korkudan ağladığınızda kimselerin sesinize cevap vermediğini…?
Akşam olup köye dönerken mezarlıkların yanında geçmek zorunda kaldığınızda kendi kendinize korkmadığınızı ifade için korkunuzdan hiç türkü söylediniz mi? Köy çocuklarının hemen pek çoğu veya çocukluğu köyde geçmişler sanırım benzer olayları değişikte olsa yaşamışlardır.
İlk defa ata ne zaman bindiniz. Yada hiç ata bindiniz mi?Eğer binmişseniz ilk binişinizden sonra attan inişiniz nasıl oldu Allah aşkına, kendiliğinizden inebildiniz mi? Yahut at sizin acemi olduğunu bilip yürümeden sizi boynundan aşağıya kaydırıp düşürdü mü?