Elan Kadın
ELAN KADIN
Kollarını yana açarak olduğu yerde dönmeye başladı Elan Kadın. Hem dönüyor hem de gökyüzünde dönen kartallara bakıyordu. Giderek dönmesi hızlandı. Başörtüsünün altından sızan ter tomurcukları alnında bulgur bulgur; ayakları altından yükselen tozlar terle karışınca yüzünde matlaşıyordu. Kartallar arka arkaya, güneye doğru süzülüp gözden kaybolunca, Elan Kadın, elektrik akımı kesilen motor pervanesi gibi dönüşünü yavaşlatarak durdu. Olduğu yere ağır ağır çömeldi. Ayağının altındaki ince tozları avuçladı. Parmakları arasından, şelale de akan sular gibi yere aktı tozlar... İnce tozların arasında, bir buğday tanesini sürükleyen karıncanın üzerine doğru eğildi. Karınca uzaklaştıkça, Elan Kadın da karıncanın ardından sürünmeye başladı. Önüne gelen ufak bir tümseği çıkmakta zorluk çeken karıncaya, eline aldığı bir çöple yardımcı oldu.
Olduğu yerden hızlıca kalktı Elan Kadın. Sonra da birkaç kez daha dönerek mahalleye doğru yürüdü. Evlere yaklaştığı sıra geri döndü. Kılavuz Mahallesine doğru yürüdü. Aşağıda, evlerin bitimindeki ırmak, gümüş pırıltısında akıyordu. Yeğnilce esen rüzgâr suyun yüzünü titretiyordu. Titreyen suyun dalgacıkları arasında ufacık balıklar, gruplar halinde aşağı yukarı geziniyordu. Elan Kadın bir süre balıkları izledi... Gülümsedi kendi kendine. El çırptı küçük balıklara. Sonra eğilerek suyu birkaç kez avuçladı, hızlı pızlı yüzüne çarptı. Göğüslerinden aşağıya avuç avuç su döktü. Kalktı, evlere doğru döndü. Yukarılarda, Pirkinik Köyü’ne doğru, birkaç çıplak çocuk ırmak boyu koşuyorlardı. Balık yakalamak için, ara sıra suyun içine, boylu boyuna uzanıyor, birbirlerine bağırıyorlardı. Elan Kadın da çocuklara imrenerek suyun içinde aşağı yukarı koşmaya başladı. Yorulunca, soluk soluğa yanı başındaki kocaman söğüt ağacının altına oturdu. Sırtını ağaca yasladı... Göğsünü yeğnilce esen rüzgâra çevirdi. Gözlerini yumarak bir zaman sessizce bekledi. Anıları depreşti, düşleri eskilere doğru uzandı. Bugüne dek olan yaşamı usunda canlandı.
Son zamanlarda sık sık köyünü anımsıyordu. Her şey gözünde buram buram tütüyordu. Gözedeki çayırları, Aktaş’ın kayalıklarını, meşeliklerde ot biçme ve çiçek toplama zamanını anımsayınca, bedenini bir esriklik kaplar, olanca tüyleri tiken tiken olurdu. Kocasıyla, ot biçim zamanı meşelikler arasında, çiçek toplarken konuşmuşlardı. Yaşamları ve gelecekleri üzerine uzun uzun söyleşmiş, birçok olaydan sonra evlenmişlerdi.
Çocukları okul çağına gelince, onları okutmak için ellerinde ne var ne yok, yok pahasına elden çıkararak şehre gelmişlerdi. Bir sürü didinmeden sonra, başlarını sokacak iki göz dama sahip olmuşlardı... Çocukları büyümüştü artık. Bir umutları, gelecekleriydi... Bir işe sahip olduklarında, hem rahata erer hem de evlerinin yanına iki oda daha yaparlardı.
Olaylar o denli hızla gelişmişti ki, göz açıp kapayıncaya dek yaşamları alt üst olmuştu. Önce oğlunun, sonra da kocasının ölümü kurşun gibi oturmuştu yüreğine... Kızı da başka biriyle kaçınca, dünyası kararmış, evde tek başına zincire vurulmuş gibi, günlerce olduğu yerde kalkamamıştı. Yememiş, içmemiş, yanına gelenlere, kendisini teselli edenlere, komşularının dil dökmesine yanıt vermeden afal afal yüzlerine bakmıştı.
Bir gün olduğu yerde kara kara düşünürken, bir örümceğin elinin üzerinde gezmesiyle irkilerek bağırmıştı. Kapının ardına kaçarak sırtını kapıya yasladı, örümcek duvardan yukarı doğru çıkarken Elan Kadının gözünden bir karar büyüyüp küçülmüştü. O anda sedirin bir köşesindeki yatakların arasından çıkan bir farenin, hiçbir şeye aldırmadan, sobanın altındaki ekmek kırıntılarını kıtır kıtır yemesi, Elan Kadının etlerini dilik dilik diliyormuşçasına ürpertmişti. Birden, yerinden ayrılarak süpürgeyi kaptığı gibi fareyle kovalamacaya başladı. Yorulup yer minderine oturduğu zaman, ne acısı kalmıştı ne de hüznü. Gözleri bir fareyi bir de duvara doğru tırmanan örümceği arıyordu. Derken, düşünde çoğalan sürülerce fare ve örümcek, Elan Kadının çevresinde oynaşıyordu. Oyundan sonra evde ne var ne yok, bir solukta yiyip bitiriliyordu. Evde yiyecek bir şey kalmayınca, bu kez de Elan Kadının üstünü başını aralarından pay ediyorlar... Elan Kadın kendisini çırılçıplak sanıyor, fareler ve örümcekler, Elan Kadına kahkahalarla gülüyor, sonra da ağır ağır gözden kaybolup gidiyordu.
Elan Kadın, uzun süre ne kimseyle konuştu ne de kimdir, nereden geldiğini anımsayabildi. Geçmişini unutmuştu sanki. Anımsamak da istemiyordu... Komşuları yardım olsun diye getirdikleri yiyecekleri ufacık odanın bir köşesine bırakıp çıkıyorlardı. Kimi zaman da getirdikleri yiyecekleri olduğu gibi geri götürüyorlardı.
Oturduğu ağacın altında rengi bir morarıyor bir sararıyordu. Ancak ırmakta oynayan çocukların yanında bağırmalarıyla:
“Deli karıya bakın çıkmış dışarıya!”
“Delinin ne yaptığı belli olur mu oğlum?”
“Hey! Elan Kadın, öldün mü yoksa?”
“Ne ölüsü be oğlum, hortlağa benziyor baksana!”
“Cadı oğlum cadı, hortlak falan değil. Hani masallardaki cadılar var ya!”
“Dokunmayın fukaraya oğlum, kimi kimsesi yok...”
“Yoksa bize ne? Ölenle ölünmez ki oğlum!”
“Rahat dursalardı vurulmazlardı...”
Gözlerini korka korka açtı Elan kadın. Çocuklar gözlerinin önünde büyüyor, küçülüyor, yatıyor, sonra da hep birlikte karşısına geçip kahkahalarla gülüyorlardı. Kimi çocukların, elleri mengene gibi, gülme anında, Elan Kadının boğazını sıkıyordu boğarcasına. Soluk alamayacak duruma gelince, boğazını sıkan eller birden açılıyor. Elan Kadın, gözünde her şey normale dönünce yerinden kalktı ağır ağır. Yukarı tekke yokuşunu hızlı hızlı çıktı. Soluk soluğa mezarların olduğu yere vardı. Duvarın dibine çöktü... Kolunun yeni ile terini sildi. Şehri gözledi. Kavak ağaçları arasındaki evler gözünün önünde, değişik renklerle bir gözüküyor bir kayboluyorlardı. Sonra da şehir alevler içinde yanmaya başladı. İnsanlar oradan oraya koşuyor, yanan evlerini bir türlü söndüremiyorlardı. Alevler içinde erkekler, kadınlar çırılçıplak, kol kola, sevişiyor, geziyor, birbirlerini öldürüyorlardı...
Yeğnilce rüzgâr bedenini serinletince düşleri silindi gitti. Tatlı bir uyuşuklukla uykuya daldı. Rüyasında kocasını gördü. Çocukları ile güzel bir evde şakalaştı, güldü, eğlendi.
Uyandığında şehrin ışıkları yanmıştı. Bir zaman donuk gözlerle gecenin sessizliğinde evleri gözledi... Arabaların gürültüsü, mahalle aralarındaki sarhoşların naraları kulağına kadar geliyordu, ama hiçbir şey, Elan Kadın’ın umurunda değildi. Olduğu yerden kalkarak bir gölge gibi duvarı aşıp mezarların arasına girdi. Anlamını bilmediği bir duygu bedenini yalayıp geçti. Bir hayalet gibiydi mezarların arasında. Yeşil ağaçlarla beyaz mermerler arasında dolandı. Ne kadar gezdiğini de bilmiyordu. Ancak ayakları olanca gövdesini taşıyamaz duruma gelince, büyükçe bir mezarın dibine çömeldi.
Yeğnilce esen rüzgâr ağaçları hışırdatıyor, bir baykuşun birkaç “Uhuu, uhuu!” seslenişiyle yerinden ürpertiyle doğruldu. Birden korkmaya başladı. Oysa kocasının ve oğlunun öldürülmesinden sonra hiç böyle bir korku duymamıştı. Yan yana olan kocasının ve oğlunun mezarı yanına varıp oturdu. Olduğu yerde gözlerinden süzülen yaşlarla mezarları öptü... öptü... öptü...
Ne sandınız, acınıza dayanır mıyım? Siz rahatın tatlı kucağında, ben cümle âlemin dilinde… Günüm karanlık gecedir... Bari rüyalarımda beni yalnız bırakmayın... Biliyorum, sezinliyorum... Baykuşlar bile benden dirayetli... Dünya dedikleri bu mu? Yaşam da öylesine! Hiç, her şeyi elinden alınmış, yüreği tike tike birini tanıdınız mı? Ciğerparem, yavrum, senden sonra ciğerimin kurşunlarla delik deşik olmasına ne demeli! Ya sen bey, ya sen... Sen de beni yalnız bıraktın... Bu acılara can gerek ki dayana kurban... Bak görüyor musunuz, ben dayanıyorum inadına… Peki, kime tutunarak ya da hangi umutla! Yaşam bir yerde umudun yarısı değil mi oğul? Öyle demez miydin anacığına... İnsana insanca davranma yaraşır demez miydin ciğerparem! Vay karalı başıma, düşünüyorum da! Tutunacak dalım var mı ki? Siz toprak altında, ben karanlık dünyamda, kiminle güleyim, derdimi kime dökeyim! Ahtınızı nasıl yerine getireyim. Uğruna ölümü göğüsledikleriniz nerede şimdi, ne soran var, ne de gelen... Ama sezinliyorum siz rahatsınız, komşularınızla el ele! Acaba düşündüğüm gibi mi? Oradaki düzenle de uğraşınız var mıdır? Ya ben ciğerparem, ya ben! Hasretinize can dayanır mı? Kalkın sizi almaya geldim! Kırmayın umudumu! Eğer gelmezseniz, bari siz alın beni! Konuk olamaya geldim yuvanıza... Bir beni! Yüreği tike tike birini konuk edemez misiniz? Yoksa yenidünyanızda konuğa yer yok mu? Doğru değil mi düşlediklerim... Bana bile... Hani her şeyinizdim... Olsun, ben de direnirim inadına... Ve işte mezar taşınızı öperek ant içiriyorum... Karınca kararınca, yarım kalan davanıza destek olacağım. Senin gibi ciğerparem! Var hıncımla gideceğim üstlerine üstlerine. Ne de olsa deliyim ben! Herkes öyle biliyor beni... Bilsinler! Daha iyi değil mi?
Mezar taşlarını aralıksız öpmeye başladı. Sonra ellerini dua eder gibi açtı. Gözlerini dikti karanlıklara... Bir yontu gibi bekledi bir süre. Kolları ağır ağır yana düşerken gömütleri hıçkırıklarla yeniden öpmeye başladı. Başını beyaz mermere dayadı. Bir süre sonra, alaca karanlık koyulaşırken bir külçe gibi olduğu yerde uykuya daldı.
Taki Akkuş ( Sivas 1986)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.