- 739 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Darda Kalıyordu Hep
“Acaba” diyordu içinden
“İçgüdüsel bir şey mi bu? Derdi, tasayı çeken tılsımlı bir güce mi sahibim yoksa? ”
Bu Allah’ın garibi, bu kimselere pek de benzemeyen insan çok çabuk şaşırabiliyordu. Zihni herkesten hızlı karışabiliyordu. Her gün geçtiği bir yolda kaybolması işten bile değildi. Bildiklerini unutması, söylediklerinde tereddüt etmesi için dışarıdan gelen en ufak bir olumsuz etki yeterliydi. Karar vermekteki yavaşlığı da, verdiği kararları uygulamaya geçirmekteki ürkekliği de bu fazlaca naif yaratılıştandı.
Hastaneden çıktığında yine her zamanki gibi kararsız ve telaşlıydı. Doktorlar teşhis koyamamışlardı nedeni bilinmeyen baş ağrılarına. Bedendeki rahatsızlıkların ruhu ve bilinci ezmesi ancak bu kadar somut bir halde gösterebilirdi kendini.
“Acaba yürüsem mi?” diye düşündü.
“Yürürsem, belki bi az açılırım.”
İyisiyle kötüsüyle her türden düşünce, hatta birçok felaket senaryosu başının içine yığılmıştı. Tıpkı yağmur öncesinde gökyüzüne toplanan lacivert bulutlara benziyordu düşünceleri. Biraz yürürse fırtınadan ümitlerini kesip bir kenara çekilirlerdi bir ihtimal.
Ne kadar inatçıydı şu hastalık hissi Nereye giderse gitsin hep onunla birlikteydi.
“ Kişi nereye giderse gitsin kaplumbağanın sırtında taşıması gibi yuvasını, kederlerini de götürüyor beraberinde. Şimdi Kaf Dağı’nı buldum diyelim. Kaldı ki bulamam. Uçan halıya binip bu dağa vardım diyelim. Kaldı ki varamam. Ağrılarım da kederlerim de benimle gelir. Anam babam burada kalır. En çok sevdiklerim benimle gelemez. Bu ağrılar ve bu keder vefalı bir dost gibi, hayır hatta ondan da ileri sol yanımda taşıdığım yürek gibi gelir benimle. Demek ki beni çok seviyorlar. Ben de sevsem mi onları? Gece yarısı demeyip sabahın alaca karanlığını dinlemeyip beni ziyaret ettiklerine göre müthiş bir bağlılıkları var bana karşı. ”
Yol biterdi, menzil onu bulurdu. Fakat bu düşünceler dağılmazdı üzerinden. Ağrılar da terk etmezdi başını. Olsun, düşünmek yine de güzel geliyordu ona. Bu yüzden yolun tenhalığından biraz tedirgin olsa da yürümeye karar verdi. Belki de yine yanlış bir karardı bu.
Peki ya uzun yıllardır yakın bir arkadaşı gibi olan baş ağrıları ne olacaktı? Yoksa bu ağrılarla mı geçirecekti bir ömrü. Fazlaca şikâyetçi değildi onlardan. Ara sıra yoklayıp başını şöyle bir silkeliyorlardı sadece. İçinden şöyle geçirdi: “ Ağrılarımız belki de var olduğumuzun ve hissettiğimizin en sağlam kanıtlarından biridir. Bir de onlarsız günlerimizin daha değerli olmalarını sağlayan tesirli birer şifa.”
Mevsim sonbahardı. Yavaş yavaş geliyordu kış. Yükseklerden sürüler halinde uçan, bizim diyarımızı terk edip başka diyarlara göç eden kuşlar, yapraklarından ayrılmak zorunda kalan ağaçlar, rengini yitiren güneş bize haber verir yazın bittiğini Acaba o güzeller güzeli yazdan hemen sonra başlasaydı buz gibi günler ne olurdu halimiz? Tasamızdan mı ölürdük? Yoksa hastalıktan mı? Belki de alışırdık bu tuhaf hale. Hava tahmin uzmanları birkaç gün önceden haber verirlerdi kışın geleceğini. Takvimlerimizi ve saatlerimizi ona göre ayarlardık o zaman.
Bir karartı belirdi gökyüzünde. Yukarı doğru baktı. Göçmen kuşların sürüsüydü başının üzerinden geçen. Hemen saçından bir tutam alıp avuçlarının arasında sıktı. Sonra da kendi kendisine gülümsedi. Çocukluğu geldi aklına. Küçük bir kız çocuğuyken de başının üstünden kuşlar geçerdi sürü sürü. Güzün ilk günlerinde onun hiç görmediği bir yerlere giderlerdi telaşla. Sevinçle dönerlerdi oralardan baharda. Gidişleri hüzün, gelişleri sevinçti onun için. O zaman da saçlarını tutardı. İnanırdı ki onlar uçup giderken üzerinden, eğer saçlarını tutarsa saçları uzardı. İlk kim uydurmuştu acaba çocukların küçücük fakat güzel dünyalarına hayalî kokular yayan bu fikri? Belki saçlarının uzamasını isteyen fakat bakımı zor oluyor diye saçları sürekli kısa tutulan bir kız çocuğu, belki de onu oyalayan annesi. Belki aksakallı bir dede, belki de beyaz tülbentli bir nine. Kim bilir? Belki de hepsi birden koro halinde söylemişlerdir bu tatlı düşü ilk defa.
Arabalar arı kovanını andıran bir gürültüyle yanından akıp gidiyorlardı. Fakat kendisinden başka hiç kimse yoktu çevrede. Sadece epey uzakta yürüyen bir gölge vardı belli belirsiz. Sonra gölge mi durdu, yoksa o mu hızlandı bilinmez. Aralarındaki mesafe kısaldı birden. İçine bir ürperti geldi. Biraz dikkat edince önünde gidene gülmesi geldi. Genç bir adamdı yol arkadaşı. Görünürde normal biriydi.
“Bu da bizim köyden.” dedi içinden.
Yol arkadaşının hava kapalı olduğu halde güneş gözlüğü takması, taktığı güneş gözlüğünün tuhaf modeli gerçekten ilgi çekiciydi. Bir parça da komikti.
“Bu da bizim köyden” deyimini gördüğü enteresan tipler için kullanırdı çoğu kez. Herkesi kendi köyünden bulmazdı. Bu deyim aynı zamanda önemli bir payeydi onun için. Yine de fazla yaklaşmak istemedi tuhaf görünüşlü adama. İyice yavaşladı. Aralarında güven verici bir mesafe vardı. Tetikteydi.
Arabalar anayolda bir yerlere kavuşmak hevesiyle koşuyorlardı. Onun kalbindeki korku gittikçe büyüyordu. İşte yine darda kalmıştı. Nedense hep darda kalıyordu. Çevresindeki insanların keyfi yerindeydi çoğu kez. Fakat o türlü türlü problemin ortasında buluyordu kendisini. Genellikle de suçlu kendisiydi. Yanlış atılan bir adım, yerinde kullanılmayan bir söz zavallı başını ferahlıktan alıp derde düşürüyordu.
“Ne gereği vardı keşke yürümeseydim. Eğer yürümeye müsait bir yol olsa herkes yürürdü. Bak etrafta iki akıllıdan başka kimse yok.” diye geçirirken içinden, önünde yürüyen adam yolun kenarındaki tel örgüleri aşıp ağaçların arasında kayboldu. Görünmez oldu. Bu rahatlık dağılan düşüncelerini çağırdı yeniden.
Başkalarının silahları vardı. Onun hiç silahı olmamıştı. Başkaları ustaca vuruyordu hemcinslerini. Hem yaralıyorlardı mecazen hem de ellerini hiç kirletmiyorlardı. Oysa o, ne zaman canı yakılsa, ne zaman hırpalansa sabretmek zorundaydı. Çünkü ellerini kirletmeden yaralama kabiliyetine sahip değildi. Nereden biliyordu bunu? Birkaç kere refleks halinde kendini savunmaya çalıştığında sadece ellerini değil, üstünü başını kirletmişti de oradan. Birkaç tecrübenin sonunda karar vermişti. Asla saldırgan olmayacaktı. Gereksiz yere savunma da yapmayacaktı. Varsın garip bulsunlardı onu. Varsın canı sıkılsındı çoğu kez. Değil mi ki beceremiyordu ne saldırıyı ne de savunmayı, bırakmalıydı bu kadim taktikleri.
Sağlam bir zırh edinmeliydi, çarşıda pazarda satılmayan. Kimsenin görmediği bir zırh olmalıydı bu. Kendisini dış dünyadan tamamen soyutlamayan, hiç kimseyi rahatsız etmeyen bir zırh olmalıydı. Mücerret bir kumaşla dokuyup üretmeliydi onu, önceki kırılmışlıklarından ve incinmişliklerinden faydalanarak.
Yerdeki bir şey dikkatini çekti yürürken. Madenî bir paraydı bu. Beş ya da on kuruş olmalıydı. Önemsemedi. Oralı bile olmadı. Daha yüklü bir miktar olsa ne yapardı acaba? Yine de önemsemez miydi? Oralı olmaz mıydı? Belki. Belki de tenezzül edip alırdı. Çocukken rüyalarında yerden toplardı o gün görüp de beğendiği fakat elde edemediği bir şey olursa. Önce sevinir sonra hüzünlenirdi bu tür rüyalarında. Çünkü içinden hınzır bir ses “Bu bir rüya” diye alay ederdi onunla. Ne vardı sanki o ses hiç konuşmasa. Güzelim rüyanın efsunlu mutluluğunu bozmasa. Tebessüm etti tebessümü dudaklarından okunmadan.
Hiçbir zaman çok parası olmamıştı. Fakat başkalarına da muhtaç etmemişti kaderi onu. Parayı pek sevmez, kirli bulurdu çoğu kez. Titiz bir insan sayılamayacağı halde paradan tiksinirdi. Elinde uzun süre tutmazdı oynamazdı onunla. Temelinde manevî endişelerin bulunduğu maddî bir korkuydu bu. Dolmuşa bindiğinde eğer mümkünse en arkaya oturmak isterdi bu yüzden. Şoföre elden ele gönderilen ücret, sonra da para üstünün yine elden ele gelmesi macerası onu hem yorar hem de rahatsız ederdi.
Havada gri bir tasa vardı. Günlerin kısalması, yazın ışıltılı renklerinin sonsuzluğa doğru hicret etmiş olması, serin güz günlerinin nefesini ağaçların yüzlerine üflemesi sadece insanları değil tabiatı da melale boğuyordu. Karıncalar çoktan yuvalarına çekilmişlerdi. Ağustos böcekleri neşe dolu bestelerini söyleyerek son nefeslerini vermişlerdi. Kül renkli bulutlar alıcı kuşlar gibi dolaşıyorlardı göğün hududu belirsiz kucağında. Fakat bu manzara gene de ümitsizlik vermiyordu ona. Çünkü bahar yeniden gelecekti fazlaca beklemeden.
Günlük telaşlarımızla haşır neşirken bizler, unutacaktık fenaya dair hislerimizi.
Her zamanki kesif hislerine dalmıştı. Yol arkadaşı da görünmüyordu etrafta. Nereye gitmişti acaba? İşte tam bu soru kafasına takıldığında tel örgülerin arkasından garip bir ses yükseldi. Artık merak etmesine gerek kalmamıştı. Yol arkadaşıydı bu sesin sahibi. Tellere tırmanıyormuş gibi yapmış ve yabani bir hayvan gibi kükremişti. Belli ki maksadı zarar vermek değil sadece korkutmaktı. Çünkü eğer kötü niyetli bir saldırgan olsaydı ne işi vardı tellerin arkasında? Her halde şöyle demek istiyordu:
“Ben bir divaneyim. Fakat sen benden de divanesin. Ne akla hizmet hiç kimsenin yürümediği bu yolda yürüyorsun? Sen sen ol kalabalıklar içinde kal. Kendini tenhalarda değil insanların içinde bulursun. Yalnız yürüyenin yoldaşı – eğer cesur değilse – korkularıdır. Bir de benim gibi divaneler. Eğer bir daha darda kalmayayım diyorsan beni dinle!”
Bunların hiçbiri aklına bile gelmemiş olabilirdi bu zararsız fakat tuhaf adamın. Zaten söylemeye de fırsatı yoktu. Çünkü darda kalmaktan korkan fakat her zaman darda kalan divane yolcu ilk gelen dolmuşu durdurmuştu bile. Ve en arkadaki boş yere atmıştı kendini.
YORUMLAR
Yazı etkili.
Hatası yok gibi.
Tahlil ve tasvirler ön planda ve güzel.
Sonda gelen öğüt de gayet yerli yerinde.
Tebrikler.
Bu emeğe tam puan.
hatice eğilmez kaya
selamlar...
Tahminen psikolojik rahatsızlığı olan birinin , kendi kendiyle dertleşmesi, doktor dönüşü iç muhasebesi konu edilmiş.
Emek verilen bir çalışma, tebrikler, saygılar.
hatice eğilmez kaya
baki selam...