- 512 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
En çok efsanelerle düşüncelerinde birlikte olduğunda yalnız olursun… DENEME 1
En çok efsanelerle düşüncelerinde birlikte olduğunda yalnız olursun… DENEME 1
Oysa ne efsane aşkı yaşamaya, ne de kendi efsanemizi yazmaya niyetim yoktu…
Bir cümleye takıldım…
En çok efsanelerle düşüncelerinde birlikte olduğunda yalnız olursun…
Oysa ne efsane aşkı yaşamaya, ne de kendi efsanemizi yazmaya niyetim yoktu…
Bütün farklılık öz olmakla, öz sevgiyi yaşamaktı…
Efsaneleri yazmak zordur, yaşamaksa kader işi ve de yanılgıdır, kendini efsaneleştirip avunursun aşkınla…
Oysa o aşk efsane olmaya değer miydi?
Yanılgı bu soruda, değmezse neden efsanelere girecek kadar sevdim dersin?
Efsanelerde hep hüzün yazar, hep hüzünlü aşkı anlatır ki biz mutlu sevgiyi, mutlu aşkı yaşamak isterdik.
Özveri…
Saygın…
Ve sözde dik durmak ne başı ne de sonu belli olmayan yaşamlar hep aşkta hüzünle, bitti ki kurgular ve
riyalar iş başındaydı…
Her aşk doğduğu günkü gibi çocuğumsu gülümsemez, gülümsetmez…
Akar yolunda gidendi, biz kendi kaderimizin basamaklarında adımlıyorduk ki düşmek akıl alası değildi…
Her şey tek düşünce tek kılıç darbesiyle düğümü çözmekti…
Hüzün içinde boğulacaksan neden yaşama gayretin olur,
avuntu bu,
avunmak değmeyenlerle…
Benden gidişinle daha çok bağlandım sana…
Sanki bir bağımlılıktı bu, sanki ruhumun sende kayboluşuydu bu…
Her an senden kopup gelen anılar yağmur sağanağı gibi önce bedenimi ıslatıp, ta ki içime işliyordu,
o ılık ıslaklık…
Yağmur vuruşu bu…
Yüzümde patlayan damlaların yüreğime sığınması gibi soğuk ürpertiyle dokunuyordu bedenime…
Gidişin en çok bana yaklaştığın an zamanıydı sanki kesik, titrek, arsızca bedenimi sıvazlayan ürpertici
dokunuşlarla daha çok yaklaşıyordun içime… Uzaklaştıkça sen iyice yaklaşıyordun bana…
Benden aldığın parçalarımın, düşüncelerimin, mutluluklarımın, vedasız gidişe dayanamaz gibi geri gelmesiydi bu sanki…
Kaç günün sabahıdır ki yorgun rüyalarımın bedenime yük oluşu…
Her düşün tonlarca yük gibi sabahın tanında hatırlamaya çalışılmasıyla beynime zıpkınlanması sanki…
Unutulmazlık rüyalarıydı belki de zihinsel yorgunluğumun sebebi…
Sen benden koptukça, büyük bir hırsla bana yapışıyordun…
Her şey sanki senin gitmenin ardına sanki saklambaç oyunundaki gibi gizleniyordu…
Her söylediğin cümle, her kurduğun anlatım, beynimde patlayan şamarlardı sanki…
Sen mi bana kızgındın, yoksa ben mi?
Çözülemeyen bir anlatım sorusu bu… Haklılığın ardına sığınan sözler mi, yoksa haksızlığın ardına sığınan sözler mi kurgulanarak daha fazla mı inandırıcıydı…
Senin anlattıklarına baksam ben bir canavar kisvesinde, sense kırgın bir zavallı beden…
Benim bildiklerime baksan ki sen bir ikiz ruhlu can alıcı beden…
Şaşkınlığım zaten bu…
Şaşkınlığım böyle bir bedendeki ruhu sevmem…
Ters bir düşünce bu…
Kim haklıydı ki sorular üst üste gelmesine rağmen çözümsüzlük hâlâ ortada…
Tam bir riya tarifi…
Sorarlar insana ihanet yularını boyunlara bağlayan kim ki sahipsiz köpek ulumaları gibi sesler dolaşıyor ortada… Sen sessizliğini oynarken bense haksızlığa isyan edenin feryatlarını savuruyordum…
Dar zamanlara sığdırılan riyaların sesleri uzun zamanlara uzardı…
Oysa…
Hilenin kılıfı kimin elindeydi, masumu oynayan bebeğe giydirilen elbiseyle miydi, yoksa kılıcı kuşanmış cengaverin can çıkması seslerinde miydi?
O kadar çok aldatıcı sesler çıkarmıştın ki şaşkınlık artık kader değildi…
O çocuksu ses kısıklığı ile anlattıklarına şaşkına dönen beynim çaresizdi. Oysa hâlâ beni naif adamlıkla tarif etmen daha da çok şaşkınlık yaratıyordu…
Bu tiyatro oyununda canavar kimdi ki hep diş sesleri duyuluyordu… Hem de ulumaları…
Evet ben senin sevdiğin gibi seni sevemedim… Evet sevmede eksiktim belki de… Belki de sevilmeyi çok buldum kendimde, ama ben seni herkesin sevgisi kadar sevmesem de, kendimden de çok sevdim.
Sevmelerin ölçüsü ile şaşkınlık yaşarken, riyanın ölçüsünde yanıldım… İhanetin ölçüsünde yanıldım.
Yalancı gülmelere inanmakla yanıldım…
Yalan şarkıları tanıttın bana hep sonunda ölen sevgiliyi anlatan, söylenen şarkılar dinlettin bana ve ben zavallı hep o şarkılarla ağladım…
Oysa şarkıların hepsinde rüyadan uyanan sevgili anlatılmış…
Yalancı rüyaları görmek, yalana inanmayı doğurmuş ki bu ölçüde de yanıldım…
Dosdoğru sevmek acı çekmekmiş meğer…
Meğer şehrinde, yaşadığın şehrinde kalmak, daha büyük acı çekmekmiş…
İyi ki gitmişsin, bu şehirden, artık şarkılarda, yalancı rüyalara ağlayanlar, azaldı belki de…
Ama ben yalancı rüyalara ağlamıyorum artık. Onun için yazdıklarım şamar gibi cümlelerle dolu…
Belki şans verilecek ben değildim… Belki de şansı bekleyecek ben değilim artık. Sen benim son sansımsın diyen bir bana gülüyorum artık ki öyle bir şans yokmuş…
Ölü kentlerin sessizliği, kalabalıklarımın arasından çıkan ben yalnızda artık daha hoş hissediliyor…
Bir tek nefesim var hayata tutunduğum, nefesimin gücüne sığındığım, haykırdığım, hıçkırdığım, lâl olmuş dilime elimle bağladığım, nefesim…
Bütün umutlarımın ardındaki nefesim…
Ney sesi ile içine daldığım hayatımın ta içi ve sevdiğim ismi tekrarlarken akan gözyaşlarıma eşlik eden nefesim…
Bütün arayışlarımın ardındaki güç bir nefes… Nefesim…
Seni tarif etmek bana düşmez, beni de tarif etmek sana düşmez… İyisiyle, kötüsüyle yaşandı… Yaşananları da beni naif adamlıkla anlatmak haksızlık olurdu. Madem senin tarif ettiğin gibi bir naif adamdım da neden terk ettin benle beraber bu şehri…
Bütün yangın yeri anılar bu şehirle beraber omuzlarımda, bütün bu yolların çukurları ayakucumla tökezlenmemi sağlıyor. Neden rüya gibi yaşadığımız dediğin zamanları kâbusa çevirdin de kayıplara karıştın?
Bu sevgiyi biz iki kişi olarak taşıyorduk, neden şimdi tek başıma bu yükün altında ezdiriyorsun? Bana kalabalıklarının tarifini nasıl yapacaksın, bana küskünlüklerini nasıl anlatacaksın? Ben buradayım ve ben de sen gibi yılmadım bizi yazmaya, bu kalemlere mürekkepleri dolduran sensin, kayboluş sebebini yazacak kalemin mi kalmadı?
Gitmelerin suskunluğumdan çıkardı… Ben evet yazıyorum, kalemimim ve de nefesimin gücü yettiğince yazacağım… Git 1 ri yazdın… Git 2 yi de yaz… Evet okumadım son yazdığını, ne yazacaksın ki, ilk yazdığından farklı…
Gitler, kallar, ağlamalar yermeler sevgiden acıyı kaldırmıyor, sökmüyor… Verdiğin acıların sebebi sensin, gel diyen dilim kurusun sana, neredesin diyen kalemim kurur, canın ruhun sağ olsun, senin yaşamın sana, benimkisi ise bana, dayanabildiğimce buradayım, sessizliğin ölümüm değil, seslenişindir ki kâbusum hiç değil…
Hayat elde var bir gibi geçti, kalan sadece bir nefes ki tek gücüm nefesimin gücü…
Onu da çok gördüysen, vereyim sana, yazık oldu “uğrunda ölürüm, ölürüm uğruna” dediklerine…
Bir kiraz zamanı bu geldi geçti, hepsi bu…
Kalabalıklarınla sen, yalnızlığımla bir ben…
Yalancı rüyaların görülemeyeceği bir yaşamsa benim arzum…
Sana hayatımın şarkısından bir cümle yazayım…
“Sen uzak bir düş bile değilsin…
Her gün gölgene bastığım da değilsin…”
Kendimi iki yarım beden hissediyorum… Bir yarım mutluluğu özleyen, diğer yarım acıların içinde boğulan…
Kaybedilmiş her şeyim gözümün önünden uçuşuyor, diğer taraftan acılarla dövüşüyor sanki…
Ne kadar çok şey kaybetmişim… Bütün güzellikler, bana göre her güzel şey bir tül perdenin gerisinde.
Ne kadar özlediğim, beğendiğim ne varsa hepsi bedenime çökmüş bir yük ağırlığı…
Taşındıkça ağırlaşan, her şey özledikçe kaybolanlar sıralanmış bir yar uçuna… Uçurum başına…
Debelendikçe çöküyorum, bütün inatlaşmalarım fulu bir kareyle önümde, kaykılmak, çömelmek,
atlamak istiyorum.
Her kaybettiğimin arkasında sanki bir ağıt var…
Dar edilen bir düşünce çıkmazlarında olmam boğuyor beni…
Dalgaların seslerini özlüyorum, dingin bir duruşun ardındaki rahat nefesleri özlüyorum…
Kaybettiğim değerlerim, katar katar gözümün önünde, ağlamalarımdan nefret edemiyorum…
Sana ait ne varsa gömemiyorum…
Her şey yatağından akar halde denize kavuşmak için son çırpınışlarında…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.