- 486 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tutkunun yabanıl bileşenleri… DENEME 2
Tutkunun yabanıl bileşenleri… DENEME 2
Kayboluşluğumda her şeyimi bırakarak uzaklaşmış olman artık senin yokluğun değildi…
Yabanıl bir başıboş kalıştı bu…
Sormak…
Sorgulamak…
Sorgulanmak…
Ve bekleyişlerden kopuşlar hep bu yuvarlak boşluğun içinde düşünce kelimeleriydi…
Başıboş kalışlarda hangi kural geçerliydi, öncelik kendine sahiplenmeydi belki de…
Kayboluşlarda kalışın önceliğiydi bu kendine sahiplenmek… Boşvermişliğin boşluğuydu bu sahiplenme duygusuyla korunmak. Acılar senle yapışkan bir örtüydü bende korkusuzluğun kaybolduğu bir dip karanlık. Her şey ilk başladığı ana doğru kayboluyordu… Sadece bir benlik korunganlığı hüküm sürmeliydi. Bir sen, bir ben, bir de korkular hüküm sürüyordu bu dip karanlıkta…
Tamı tamına bir yanılgıydı seni sevdim derken. Bir bağımsızlığa, bir tutsaklığa, kendine has mutluluk merdivenlerini çıkarken, bir tıkanış olabileceği yanılgısıydı belki de, bir aldanma, aldanıştı başlı başına tamlanan…
Sonu ayrılığa giden bir sevginin, ölesiye sevmenin sarhoş yürüyüş yalpalanmasıydı belki de ilk ayrılık işaretlerini hissettiğim zamanlar. Olamaz, neden olsun, eksiğim ne ki, nerede hareketlerim yanlıştı derken bile kendi düşüncelerim yüzümü karartmıyordu…
Tam tamına sevgide dik ve saygın durmuştum, hatalarımı af ettirecek hiçbir sebebe sığınmıyordum…
Sadece şaşkınlığım ile baş edemiyordum, ben bunları hak etmedim derken…
Geç gelen çok az oyalanan bir sevginin tutunduğu bir iç dünyamdı bu…
Hak etmek ve hak edilmek çapraşık iki devinimdi, bu tarif kendi içimde yok oluyordu…
Af etmenin veya af edilmenin sınırları çoktan aşılmıştı…
Her şey varacağı yere ağır aksak gidiyordu ve ben sadece bakınıyordum… Çaresiz ve gidenin arkasından ne denir bilemeden.
Her şeyin sonu bir yalnızlaşmanın ardındaki yalvarmayan şaşkın bakışlarda kalıyordu…
Tutkunun yabanıl bileşenlerinde şaşkın bakışlar belki de buydu, rüzgâr kesiği bir gece sonunda…
Sevmek bir dinginlik bozukluğuydu belki de…
Ne kadar huzursuz edecek cümleler sıralanıyordu insanın beyninde…
Yan yana oturmak bir iç huzuru olmakla beraber, iç dünyada yüzlerce şövalye, kılıç kılıca can almacasına dövüşüyordu…
Vuran can…
Vurulan can…
Her iki taraf da düşüncede yaralar açıyordu…
Sevmenin bütün kapıları menteşelerinden gıcırtılı sesler çıkarıyordu… Sevmek belki de karşısındakini ikna etmeye gidiyordu.
Bir kere şüphe iç huzura kurt gibi girmişse kemirir dururdu…
Ayrılıklarda en çok öne çıkan özlemdi. Özlemek bir bulut çarpışmasında şimşek doğması gibi anlık yakıcı, anlık aydınlatıcı sonra da kapkara bulutlara terkti bakışları…
Bir doyumsuzluktu sevme sofrasından kalkmak. Her şey özleme kilitlenip yok yere pişmanlıklar sıralanmasıydı…
Kenan, ansızın “seni çok özlüyorum ve ilk halinde seni gördüğümden de çok özlüyorum” derken “sevmekle özlemin ferman sınırları yazılmadı, ben seni özlemeyi, sen gittikten sonra daha iyi tanıdım ama o ana kadarki kısmıyla…
Adın kusmalarıma bulaştığı zamanlar ki, kahır mandalları sıkıyor yüreğimi… Hayatımın geri kalan kısmını zorlaştırmaktan başka güzel olan şey belki de özlemek oldu…
Keşke sevgi hamurunu hiç yoğurmasaydık…
Bu sevda senin sevmelerinle büyüyemedi… Oysa ne çok özler oldum seni, en çok giydiğin mor elbisenle… Tükenişe giden yolu ne uzatmaya, ne de kısaltmaya gücümüz yetti…
Yitik ve yorgun akşamların yalnızlık sesi pek uzakta değildi…
Ben yokluklarınla savaşmaya, sense doyumsuz isteklerini büyültmeye çalıştıkça karartılı gecelerin sessizliği artık yaşamımızda imkânsız olan,
duyulamayacak inlemeler değildi…
Her şey senin tükenmeyen hırs ve arzularının ardına saklanmıştı…
Benim durgunluğum ve de yetimliğim kaçınılmazdı…
Bir son nefeslik veda cümlesini beklemek benim için kırılgan isteklerdi…
Her şey kendi çerçevesinde kırıldı ve karardı…
Savaş alanları değişmiş yorgun taylar gibi ter dökmemiz kaçınılmazdı…
Karanlıklarda yaşadıkça aslında biz güneşi özler olduk…
Oysa güneş yanığı bedenimle ben, karanlıklarda kalmaya mahkum edilmiştim…
Birine bir şans verilecekti…
Biri de bir köşede durarak diğer şansı bekleyecekti…
Benimse ömrüm boyu kovaladığım şansı bekleyecek hiç gücüm kalmamıştı…
Dönüp arkasını gidenlerle, merhaba ben geldim diyenlerin arasında bir fark vardı, işte o farkı, farkındasızlıkla yaşayamazdım…
Giderler…
Bütün şarkıların sustuğu anlardır…
Bütün eski yollar biter… Yenileri uzar gider önünde…
Sokak lambalarının çoğu sönük kalır eski şehrinde…
Oysa yeni şehrindeki ışıkları bile tanımazsın… Bir başka yerlerde, bir başka renkte yanarlar…
Her gün simit aldığın simitçi bile yoktur yeni şehrinde…
Bazı yerlerinde vapurlar şehrindeki gibi boyalı değildir… Başka başkadır renkleri, boyları, yükseklikleri.
Artık eski şehrinin uçakları yoktur, uçuşlarında başının üstünden beyaz duman izleri bırakan…
Domatesin tadı bir başkadır, erikler bir başka ekşiliktedir… Fırıncıyı tanımazsın bile, bir de peynir alacağın yeri bulamazsın… Her şey başkalaşmış, başka başka şekillerde, bambaşka kokulardadır…
İnandığın, güvendiğin her şey ardında kalmıştır, kendine bile yabancısındır, yürüdüğün yolların çaprazlarında…
Her selam verdiğin geride kalmıştır, özlediklerinin o apayrı bakışları artık ışığı az bir görüntünün ardına saklanmıştır…
Sokaklarda başıboş dolaşırken ardında bıraktığın O çok sevdiğin kokuyu ve sahibini ararsın… Her an
karşına çıkacakmış gibi beklediğin, sanki ardında eski şehrinde bıraktığın değildir de her bakıştığın yerde onun yüzünü ararsın… Sanki bir başka şehirde değilsin de eski evinin arka sokağında gibi dolaşır sanırsın kendini… İter seni sana doğru gelen her şey, bakışlarındaki her İşaret, her iz ondan sana doğru gelir… En çok seslerdir canını yakan, kulağına gelen her ses demeti sanki onun sesini saklar, yolları, kesme taşları ararsın, onlara bastığındaki tok sesler zift kokularının arasına karışmıştır… Dumanı çıkan bir çay bardağındaki kokuyla irkilirsin de ararsın bir çay bardağının etrafına dolanmış ellerinizi…
Oysa şehrindir onunla birlikte arkada bıraktığın…
Oysa kaçışındır şehrinin rüzgârlarından onun kokusundan…
Oysa her batan güneşin son ışıkları da eski şehrine yuvarlanır senin tüm anılarınla birlikte…
Kaçışlardaki izler geride bıraktıklarına hiç uymaz…
Ürkektirler…
Zikzaklıdırlar…
Sarhoş adımların ayak izleri gibi dağınıktır, yalpalar durur… Tabanlarına bakarsın, ayaklar senin ayaklarındır ama tabanlarındaki izler değişmiştir…
Küskünlüğün hızları hiç de arkada bıraktığın gibi değildir… Unutmaya dair ne varsa, sevmeye dahil terler hep arkada kalmıştır ki koskoca bir ahhh çekerek geride bıraktıklarının bütün sancılarını içinde hissedersin…
Sevmek böyle bir şey işte, geride bıraktıklarından kaçıp kurtuldum derken her anı, her koku, her ses seni tekrar tekrar ona götürür ki unutmak artık seninle birlikte değildir…
Oysa geri gelen kaçışlardaki pişmanlıktır… Ne bir fazlası, ne bir eksiği seninle birliktedir…
Kaçıp kurtulmak istediğin her şeyi omuzlarına alarak her gittiğin yere götürmüşsündür…
Şimdi bir deniz kenarında eline aldığın bir taşı farkındasızlıkla yuvarlarken, var gücünle bir anda denize atarsın… Nereye gittiğini görmeden, dipte olduğunu, kuma saplandığını hissedersin ki aslında kuma saplanan senin benliğindir…
Bu da sana ulaşamayacak mektuplardan biri…
Nereye gitsem ve kaybolsam sana benli bir şeyler yazıyorum… Bu belki de seninle hesaplaşamamanın bir devinimidir…
Benle geldin, senin oldum ama ne benli ne de senli yaşayabiliyorum bu düşünce girdaplarımda…
En çok beni unut ve git deyişine gülmek istiyorum… Umarım sen başarmışsındır…
Her şey satın alınamıyor be can…
Böyle bir şey olabilseydi ki önce senin yokluğunu satın alırdım bedelini ödeyerek ki artık senin yoksunluğunu özlemezdim…
Sana ıssızlıkla geçen uzun kaçış gecelerimi anlattım…
Kalabalıklarının arasındaki bir ıssızlıkla yalnız bir yüreği, yalnız gözyaşlarımı anlattım…
Eskisi gibi gözyaşlarımdan utanmıyorum… Senin için de ağladığımı sanma, ben bir öz kadın sevdim,
öylesine bir ana kadar ki ondan sonra sevmenin nefretini öğrendim… Senden nefret ediyorum demek ucuz bir laf olurdu ve ben hâlâ o küçük duru kadını seviyorum… Bunu da kabullenmemek inkârcılık olurdu… İnkârcıları sevgi af etmez derdin… Sevgi gözyaşları arasında kabullenişi sever…
Güneşi yok sayabilir misin,
suyu,
toprağı,
yüreği yoklukta görebilir misin?
Yürek dolusu sevmeyi benden isteyen sen değil misin, küçücük kalbimi seninle büyüttüm diyen sen değil misin,
emeği,
özveriyi,
alınterini sevgiye vermelisin diyen sen değil misin?
Kaçışları, benim gibi sen de deneyen, özlemeyi bana öğreten sen değil misin?
Şimdi oku bu yazdıklarımı da yazdıklarınla kıyasla ki, sevmenin tarifini bir daha yapma bana…
Sevilmeyi kim satın alabilmiş…
Sevmeyi,
Can Yücel’e sor…
Sevmeyi
Murathan Mungan’a sor…
Sevmeyi
Melih Baki’ye sor…
Bir de bana sor sevmeyi ki acılarıyla tarif edelim hep birlikte… Tarifimiz eksiksiz olsun…
Beni bende saklayarak böyle bil geçmişimi… Bir de senin bende saklı olduğunu düşün…
Bir ters girdap bu…
Varlığınla yokluğun bana gizlenmiş hali… Unutulacak ne kadar isim varsa ki sen varlığının örtüsünün altına örtünmüş ismini içimde haykırdığım bir sen varlığı… İsmin…
Duyulamayan bir ses sadece düşüncemde gizli…
Sözünü bir ben gibi bildiğim,
bir sen vardı…
Bu sözlerin boşa söyleneceğini bilmeyen,
bir ben vardı…
O da şimdi yorgun düşüncelerin ardında kalan,
bir ben oldu…
Şu yüreğimin sıkkınlığı kimin hesabında…
Görülemeyen hesapları hangi kalemlerin düşünce sahipleri yazdı?
Bu kadar kırık dökük hesaplar,
hangi düşüncelerin çıkmazlarında saklıydı?
Naif olmak, hesapsız yaşama giden yolun, ıssızlaşmış yolcusu muydu?
Bin beter bir düş kırıklığı bu…
Güneş yanığı ile kızarmış bedenlerin bir yerlerde hesabı vardır elbet…
Belki, belki uzak olmayan bir zamanda bir sala sesi duyulacaktır…
Bir gün terk edersem bu sayfaları, benim için ağlayacağını hiç zannetmiyorum…
Yüreğimdeki zıpkınların çıkınca bense hiç güleceğimi sanmıyorum…
Ters kepçe bir yaşam öyküsü bu, elde kalan kepçeye dolan, hiçbir şey yok,
geride acı çıkmazlarında sana dair her şeyden başka…
Bir unutulmazlığa kendi kendine koşan dolu dolu senli bir yürek bu…
Ağlanan, ağlayana hiç ağlamaz derlerdi de düşünür ve ihtimal vermezdim… Neden bu kadar azap çekilir diye düşündüğümde ise, sadece kendim için ve ben gibi olanlar için hıçkırışlarımı bu kadar
saklayabildim… Unut diyenlerden nefret ediyorum, vazgeç diyenlere ise sözüm kısık çıkıyor…
Acıların üstüne acı verenlere ise sadece bakınıyorum…
Hayatın beni dar çerçevede tutması belki de bir şanstı, bundan beter ağlayanları düşündükçe sadece yutkunuyorum…
Bir deli başlangıç bu,
yeniden hayatı denemeye…
Hırsların söndüğü,
umutsuzlukların alev aldığı bakışlar,
parlaklığını kaybetmiş…
Sadece,
delice savruluş bu,
belki de,
yalnızlık,
umulmazlık
duyarsızlık kendine,
kırılgan umutların dağıldığı,
bir mahzunluk bu senden sonrası…
Her şey sıradanlıkla gizemini koruyordu artık…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.