Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/3
BİLİRLERSE; İSTANBUL ECNEBİLERİN ŞÜKRAN ŞEHRİDİR
Golden Horn denilen Haliç, Bosphorus diye adlandırılan İstanbul Boğazı ile Marmara Denizi’nin Sarayburnu’ndan Belgradkapı’ya kadar uzanan kısmı arasında adeta bir yarım ada özelliğinde olar Konstantinepolis, Bizans döneminde çeşitli kuşatma girişimlerine karşı mükemmel surlarla korunmuştur. İstanbul’un fethinden önce Cibali, Fener, Edirnekapı, Likis (Bayrampaşa) ve Topkapı’daki azametli surlar, fetih sırasında Fatih’in döktürdüğü büyük toplarla yer yer harabedilmiştir.
Topkapı Sarayı çevresinde bugün kısmen varlığın koruyan Bizans surlarını, bu bölümden itibaren bütün Haliç boyunca Ayvansaray Caddesi’nin Haliç Köprüsü viyadüğüne kadar görmek mümkün değil. Sadece bu arada geçmişten, yer yer kısa ve yüksekliğini kaybetmiş harabeler kalmış. Sahabe-i Kiram’dan Kab bin Malik ile Ebu Şeybetel Hudri, Hz. Ahmed El-Ensari, Hamidullah El-Ensari ve Hz. Muhammed El-Ensari’nin türbelerinin bulunduğu Ayvansaray’ın Haliç’e bakan köşesinden itibaren yükselen ve ihtişamını halâ koruyan surlar, aynı endam ve ihtişamla Edirnekapı Şehitliği önünden Topkapı’ya, oradan da Mevlânakapı, Silivrikapı ve nihayet Belgradkapı’ya kadar uzanmaktadır. Konstantinepolis’ten kalan bu surların bir çok yerinde gözleme kuleleri olduğu gibi, Tekfur Sarayı ve Kerkoporte (Gizli Kapı)’dan eserler mevcut. Belgradkapı’dan itibaren Marmara Denizi boyunca devam eden Yedikule, Cerrahpaşa sahili, Yenikapı, Kumkapı ve Çatladıkapı taraflarında ise arasıra sur kalıntıları görense de bunlar Topkapı’dan bahsettiğimiz yönlere açılan surların yanında pek bir önemi haiz telâkki edilemez durumdalar. Konstantin şehrini o dönemin ihtişamlı surlarıyla değerlendirmek, İstanbul’u tanımaya ve anlamaya asla kâfi gelmez. Saraçhane’de en canlı örnekleri bulunan su kanalları için yapılmış çift katlı ve geniş pencereli sosyal hizmet surları, Doğu Roma İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan 6. yy’da İmparator Justinianus’un yaptırdığı 140 metre uzunluğunda ve 70 metre genişliğindeki Yerebatan Sarnıcı –ki 9800 m2’lik bir alana sahib. Çevre duvar kalınlığı 4 m olan sarnıcın suyu, ta o devirlerde 19 km ötedeki Belgrad ormanlarından getirtilmiş- diğer örnekler. Bugünkü Sultanahmed’in yerinde, çevresinde oturan Bizans sülâlesinin buralarda 4. ve 6. yy’dan kalma Dikilitaş, Örmedikilitaş ile Yılanlı Sütunu’nu, 10 yy.’a doğru uzanan zaman içinde tarihen okumak mümkün. Laleli’de tranvay yolu boyunca teşhir edilen Theoosius’un cüsseli, dış yüzeyleri çeşitli hayvan ve benzeri kabartma resimlerle bezenmiş mermerlerden Bizans’ın meşguliyetini anlamak mümkün. Pektabii bunlar ile Bizans’ın sanat ve kültürüne vakıf olmak da imkânsız. Zira üç-beş kalıntı, Hipodrom duvarlarını süsleyen heykellerin, en önemlisi olan At heykellerinin kentin Latin’ler tarafından istilâ edilmesiyle, Venedik’teki San Makro Meydanı’na taşınmasından sonra arta kalanlardan gibi sanki. Büyük çaplı anıtvari ibadethanelerin inşa edildiği Akropolis (Topkapı Sarayı) içinde –Neo Roma denilen kenti, kendi adı Constantinus ile özdeşleştiren bu şahısın eseri- Aya İrini ve Ayasofya, bugün Batı dünyasından olduğu kadar, Asya kıtasından özellikle Japon milletinin, Sultanahmet Camii harikasının akabinde mutlaka uğrayıp gezdiği tarihi ibadethanelerin ilkini teşkil ediyor.
İstanbul; tarihinin yoğunlaştığı, maziden bilgilerin sayfa sayfa okunduğu tarihî ibadethanelerden Asar-ı Hayriye (Hayır eserleri)’ne kadar muazzam yapıların yükseldiği ve dinler-fikirler arası hoşgörünün halâ süregeldiği mukaddes şehir. Öyle sanıyorum ki sıfır (0) şiddetinden bir tevessül olarak kabul edilecek tarihî hınca da kucak açmakta. Nasıl ki Drama’nın Fethiye Camii, zamanında Pammakoristos Kilisesi iken 1597’de Gürcistan ve Azerbaycan’ın Fethi hatırası olarak Fethiye Camii olmuşsa, dolayısıyla çevresine Türk dolmuş, böylece Patrikhane buradan taşınmışsa.. Fethin 549. yılı olan ve bu dizi yazının kaleme alındığı 2002’de Balat ve Fener çevresinde tarihini yaşatıyor diye –yıkılmaya yüz tutmuş Rum evleri, adeta Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin sınırlarını; mülkiyet sahasını genişletmekte ve yenilenmemekte ısrar ediyor- yıkılamıyor. Balat halkından tarihine meyyal ve aklı selim olanlara soruyorum;
-Bu evlerin hâline bakın! Neredeyse tepenize yıkıldı yıkılacak. Niçin yenilemiyor veya yıkmıyorsunuz da.. diyorum.
-Bunlar Rum evleri! cevabını alıyorum.
Bu böyle kalsa ne alâ. Halâ Rumlar fahiş fiyatla Türk evlerini satın alıyorlarmış. Belki de bu halet-i ruhiyenin emel defterindeki sıfır (0) şiddetli tarihî hıncı okumak mümkün. Ya da yanılgıya düşmek..
Ne olursa olsun, manâsı ve mevhumu hangi çizgiden okunur ve anlaşılırsa, okunsun ve anlaşılsın ki, mukaddes şehir İstanbul’un bir zerresinin dahi Konstantinepolis olamayacağı apaçık bilinmelidir.
Dinlerarası hoşgörü dedim ya, Fener’den Çarşamba’ya doğru yükselen yokuşların alt kısmında Rum Ortodoks Patrikhanesi, üst kısmında zirvede Yavuz Selim Camii.. Açıkçası Çan ve Ezan sesi. İslâm’ın mabedi camileri yıkan Batı’nın, yani şu Haçlı taassubun bu hoşgörü mekânlarını görmesi veya anlaması gerekmez mi?
Acaba onlar Bosna’da ve Kosova gibi nice yerlerden olan Rodos, Girit Adası, Sırbistan, Macaristan, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, Yugoslavya’da camileri ve tarihî eserleri, Osmanlı’dan kalma diyerek yıktılar veya yıkılmaya bıraktılar da biz kendi hâkimiyetimizdeki topraklarda onlardan ne kalmışsa himaye ettik, ıslah ettik.
Bunlar ki, ecdadımız Fatih’in Georgios Skolarios’u, Cihan Ortodoks Patriği seçtirip “Gennadios” adıyla tasdik etmesini ve Ayasofya’da önünde diz çöküp ağlaşan mağrur Bizans’ın mazlum halkına ve yüksek rütbeli rahiblerine¸ “Kalkınız! Hayatınız ve hürriyetiniz için gazab-ı şahanemdem korkmayınız!” diyerek korumasını nasıl unuturlar?
Şimdi İstanbul Rumları böylesi bir asalete şükran duymalılar. Entrikaya da sırt çevirmeliler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.