- 1807 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mor Tecavüz (Düşüngülü Eleştiri)
M O R T E C A V Ü Z
H A N D A N Ö Z T Ü R K
R O M A N
Belgesel film yönetmenliği de yapan Handan Öztürk, ikinci romanı ‘Mor Tecavüz’de İstanbul’un işgal altında inim inim inlediği yıllarda, hayatı arayıp bulmaya çalışan üç kafadarın öyküsünü dile getirmiş.
Ali Murat, Anadolu’ya silah ve cephane kaçırırken yakalanır, sonradan arkadaş olduğu İngiliz subayı David Techear’ın askerleri onu avuçlarından çengele geçirerek işkence eder. Sorgulama esnasında direnir, çözülmez. Serbest bırakılınca işkencelerden sonra hücresinde duyduğu melodinin peşine düşer. İşkence gördüğü yerin hemen yanındaki evde yaşayan kardeş katili Niko ve sokaklarda kahkaha satarak geçimini sağlayan Hikmetle tanışır.
Issız, tenha sokaklarda kadınlara tecavüz eden ve onların canhıraş çığlıklarından müthiş zevk alan sapık Niko, Ali Murat’a Fransızların devrimci şairi Chenier’in şiirlerini öğretir. Hikmet hastalanınca artık o, sokaklarda şiir satarak ekmek kazanır. Niko’nun bir tecavüz sonrası linç edilerek öldürülmesiyle Hikmetle birlikte Anadolu’ya geçerler. Ali Murat istiklal savaşına katılır, daha sonra da Fransa’ya gider. Romanın ismi ve arka kapağındaki alıntıların iç atmosferi yansıttığı söylenemez.
Handan Öztürk, tarihsel yansımaları da düşünerek, üç farklı kültürden gelen, hayatta kendilerine kötü rol biçilmiş insanların, işgalcilerin baskı ve işkencelerine karşın, birbirlerine duyduğu sevgi, şefkat ve dostluğu anlatmış. Yarattığı karakterleri olayların geçtiği zaman ve mekânlarla bütünleştirip romana güzel bir iklim vermiş. İlgi çekici kahramanlar yaratmış.
Sağlam bir kurgu üzerine oturtulmuş gibi görünen öykülerde betimlemeler anlatımı tamamlamıyor. Bezemeler, zaman zaman iyi yapılmadığı için dokuda boşluk göze çarpıyor. Kurmaca ve karakter oluşumuna zarar verdiği söylenebilir. Dille bir ilgisi yok, sadece bezemeden kaynaklanıyor. Tecrübesiz, bakir genç bir kızın tecavüz olayını birlikte okuyalım. ‘Kartal çevikliğiyle köşeye sıkıştırdığı avının apış arasını şehvetle avuçladı. Kaba saba ihtirasını kadının kalçalarına, göğsüne, dudaklarına bulaştırdı. Avuçladığı taze tenin sıcaklığı erkekliğini azdırdıkça azdırdı.’ (s.7) Öztürk, yukarıdaki alıntıda sanki bir tecavüz olayını anlatmıyor da bir sevişme anını betimliyormuş gibi yazmış. Niko’nun altında çırpınmakta olan kıza, ‘Kaba saba ihtirasını kadının kalçalarına, göğsüne, dudaklarına bulaştırdı.’ diyor. Tecavüzün bitiminde ölüm olabilir, gerçekçi değil. Bıçaklı kişiler tarafından kovalanmakta ve az sonra Ali Murat’ın kollarında ölecek olan Niko’nun eve gelişini betimliyor. ‘açılan dış kapının sesinden Niko’nun geldiğini anladım. Yine merdivenleri telaşla çıkıyordu.’ (s.290) Yaralı biri hiç eski ezgisini verir mi?.. ‘Daha önce defalarca seyrettiği ihtişam gitmiş, yerine çökmüş, kambur bir adam gelmişti. Durduğu yerden nefes bile almadan padişahın bir hayalet gibi sarayın kapısından içeri dalarak kayboluşunu izledi. Sıradan insanlar arasında, sıradan biri gibi oymalı demir kapıdan içeri süzülüşünü pür dikkat takip etti.’ (s.81) Yapılan alıntının ikinci cümlesinde padişah Sultan Vahdettin’in Dolmabahçe Sarayı’na girişini ‘içeri dalarak kayboluşunu izledi.’ diyerek betimliyor. Üçüncü cümlede ise ‘kapıdan içeri süzülüşünü pür dikkat takip etti.’ demiş. Aynı şeyi iki farklı şekilde betimlemiş. Bir başka öyküde ise, iş yerine yeni gelmiş üzerini değiştirmekte olan Şahin’e yazar, ‘Daha gelmediler. İlk ben gelirim. Fırını yakıp hazırlarım. Sonra ustayla yamağı gelir.’ (s.92) dedirtiyor. Konuşmalarının bitiminden hemen sonra, ‘Ve, az sonra elinde sıcak çöreklerle çıkıp gelen çocuğa’ (s.94) diye yazmış. Çörekler bu kadar kısa zamanda hazırlanır mı? ‘adam, eski bir sahan içerisindeki birkaç zeytin bir parça helvadan oluşan yemeğini yiyordu.’ (s.101) Yemek değil, atıştırılan bir şey. ‘Bunlar gerçekten doğru mu yanlış mı bilmem. Eğer değilse, ben büyük büyük dedemle onun babası olan mollanın yalancısıyım.’ (s.164) Mevlüde Umay, büyük büyük dedesinin babasından nasıl duyabilir, hiç inandırıcı gelmiyor. Handan Öztürk’ün, ‘hikayemi sana mümkün olduğu kadar, aralarda kurduğum, uydurduğum bu hikayeleri karıştırmadan, ayıklayarak, gerçekleri hayallerden uzak tutarak anlatmaya çalıştım.’ dediği yer, sanırım aşağıdaki alıntı yaptığım öyküdür. ‘Ağaçla birleşmek istedi. Gözlerini kapattı. Bacaklarını açtı. Ağacı tümüyle içine aldı. İçindeki ağacın tomurcukları çiçeklendi. Çiçeklerin her biri rahminde toy bir delikanlıya dönüştü. …Kendi kendinden korkunca, düşüp bayıldı.’ (s.175) Roman formatından uçup gitmiş. Öykülerde kurmaca (uydurma) elbette olacaktır ama yaşam gerçeğine de uygun düşmelidir. Bu öykü hayal kavramına ters düşüyor. Yazar vermek istediği mesajı, okuru deneme oylumlarında gezdirirken yapmalıydı.
Yazar, Osmanlı sınırları içindeki ulusların dostluk ve barış içinde yaşadıklarını izlek olarak seçtiği için romanında kutupluluk yaratmamış. Ali Murat, kendisini avuçlarından çengele taktırarak işkence yaptıran homoseksüel David’le arkadaşlık kuruyor ve ona şiir okuyor. Gerçekçi bir davranış değil. Hiç olmazsa arkasını dolanıp bir üçlük atış yapabilirdi!?.. Tabi, bu işin şaka yanı. Gerilime dayanan çatışma ortamı (kutupluluk) yaratılmış olsaydı, okuru daha çok içine çekerdi. Kitabın yüzde 6.4’ü iç gözlemleri canlı tutan diyaloglarla geçiyor. Öykülerdeki oran bu kadar. Sayfada ortalama 3.4 paragraf yapılmış.
İstanbul’un işgal yıllarını anlatan Öztürk, o dönemde konuşulan melez Osmanlıcayı kullanmayıp, kendine has romansal bir dil kullanmış. Dilde ve modern roman araçlarını kullanmakta yenilikçi olduğu söylenemez.
Ülkemizde güzel parıltılı sözü yazarlar, iyi konuşana da saygı gösterirler. ‘Gökyüzünde martı beyazı, denizde hafif bir lodos mavisi, saçlarında ise güneş kızıllığı vardı.’ (s.100) Öztürk, bunun gibi güzel sözlerin peşinde olmamış. Ana/dolu’nun oylumlarında Türkçemizi bülbül gibi şakıyacağımız yerde yabancı sözcükleri, bahçemizde karga gibi öttürüyoruz. Kurgu ve karakterleriyle bellekte iz bırakan ‘Mor Tecavüz’ün sayfalarında ortalama 13.7 kez yabancı sözcük kullanılmış. İngilizce ve Fransızca cümlelere parantez açarak açıklamada bulunulmuş. ‘nöbetçiler, müştemilatta kurulan mastika ve okey masasında casusları’ (s.30) ‘I killed him! (öldürdüm.)’ (s.31) ‘Pier… Qui sont – ila? (kim onlar?)’ (s.321) Öztürk, Osmanlının başkenti İstanbul’da kullanılan değişik ağızlara da yer vermiş. ‘ne yaparsin, başimizde zor günler var… Parasizliğe hiç alişkin değiliz…’ (s.105) Tip yaratmakta ustalık gösteren Handan Öztürk, o dönem çok da kullanılan sözvarlığı atasözünü kahramanlara hiç söyletmemiş. Halk diliyle ilim olmaz ama edebiyat yapılıyor.
Sözcüklere imge cümbüşü yaptıran diğer kadın yazarlar kadar olmasa da Öztürk, sayfada ortalama 2.6 kez sözcüklere imge katmış. ‘Sindiğim, sığındığım köşemden onunla birlikte İstanbul’un ağır aksak havasından sıyrılıyor, şehri dertleriyle baş başa bırakarak, ufka doğru yol alan bulutlarda uçuyordum.’ (s.154)
Yazar, gülümsemeleri gevreten soruları sayfada ortalama 0.4 kez yöneltmiş, oldukça düşük bir oran. ‘Ne aramıştım? Neyi bulmuştum? Bulamadıklarım neydi? Bulduklarımın yolculuğu nereye kadar uzanıyordu?’ (s.273)
Mizahı sevmeyen yazar, bir kanıt türü olan betimlemeyi sayfada ortalama 5.9 satır yapmış. ‘yerlere kadar inen saçları kınalı, gözlerinin çevresi sürmeli, dökülmüş kaşlarıysa rastıklıydı. Dizlerinde, kollarında yatan toy delikanlılarla taze bakireler gibi cilveleşiyor, onlarla yoldan çıkmış yeni yosmalar gibi söyleşiyorlardı.’ (s.288) ‘Martılar, Haliç’in kıpır kıpır sularında saklanmaya çalışan balıkları bulmanın sevinciyle çığlık çığlığa bağırıyor, pervasız coşkularıyla uçuşup duruyorlardı.’ (s.100)
Yarattığı karakterlerle insan manzaraları oluşturan Öztürk, kısa ve özlü anlatım araçları olan deyimleri sayfada ortalama 1.3 kez kullanmış. ‘artık o taraklarda bezi olmadığını’ (s.51) ‘yumurta gelip kapıya dayandığında’ (s.52) Yazar, batıdan dilimize giren deyimler de kullanmış. ‘Babıali ise hiç bu kadar yoğun siyasi kumpasa sahne olmadı.’ (s.103) ‘Belki de blöf yaptığımı anlatıyordur’ (s.228)
Romanın olmazsa olmazı işlevsel ayrıntıdan vazgeçmeyen Öztürk, öykünün geçtiği döneme şahitlik eden halk ağzından çıkmış benzetmeler kullanmış. ‘tecrübeli kadınlar, bu bakirleri bir ceylanı sever gibi incitmeden okşayarak onlara bacak açıyorlardı.’ (s.182) ‘Bir kartal gibi süzülerek uçacağı, ancak bir oğlak gibi düşerek parçalanabileceği kayalar istiyordu.’ (s.283) Sayfada ortalama 2.1 kez benzetme yapmış.
Dilin anlatım gücünü artıran ikilemelere sayfada ortalama 1.7 kez yer verilmiş. ‘Efemine biçimde göz süze süze, gerdan kıra kıra kahkaha atan bu ufak tefek adamın’ (s.25) ‘Ölüme sürüne sürüne, acı çeke çeke gidecektim.’ (s.72)
Karanlığa ateşböceği olan yazarlar, Türkçemize yeni terimler kazandırmak zorundadır. ‘Sümbül Efendi Tekkesi ilk önce’ (s.22) ‘St Pierre Hanı olduğunu’ (s.150) Sayfada ortalama 1.8 kez terim kullanmış.
Kendi anlamının dışında yan anlamlar da ifade eden sözleri sayfada ortalama 1.1 kez kullanmış. ‘Bir anda kocaman, boş bir mideye dönüşmüştüm.’ (s.135) ‘sonunda benim oraya yamandığımı fark etmiş olacak ki’ (s.148) ‘Nisan akşamı soğuğu beni ısırsa da’ (s.150) Kadın yazarlarımız, daha çok okurunun koluna girip imge bahçesine götürüyorlar.
Yazar, öykülere gizem katabilmek için kahraman ile birlikte zaman ve mekân isimlerini bir müddet gizliyor. ‘İşgal terbiyesini hiçe sayarak günlük rızkını çıkartmaya çalışan kahkahanın sahibi, avcunda sıkı sıkıya tuttuğu on paralık hasılatın sevinciyle neşelendi.’ (s.57)
Öztürk rol verdiği karakterin iç tepmesiyle gelen çağrışımlarına sayfada ortalama 0.2 kez yer vermiş. “‘Bunlar ilkbahar kutsamaları değil, savaş çığlıkları…’ diye mırıldandı.” (s.56) “ ‘Tam bir aldatmaca hali yani.’ dedi yine kendi kendine…” (s.186)
Konulduğu yere anlam zenginliği katan pekiştirmeleri Öztürk’ün sevmediğini görüyoruz. Sayfada ortalama 0.1 kez kullanmış.
Romanındaki öyküleri nakış gibi işlemek için ayrıntıların izine düşen yazar, ‘Mor Tecavüz’de dört kez şiir (13 dize) alıntı ve iki kez de yazının içinde süs gibi duran montaj yapmış. “şöhretli kızını Tanrıça İnanna ile bir tutan babası onu, ‘Kızıma ne oldu şimdi? Üzüldüm. / İnanna’ya ne oldu şimdi? Üzüldüm. / Bütün ülkelerin kraliçesi ne yaptı şimdi? Üzüldüm. / Göğün kutsal fahişesi ne yaptı şimdi? Üzüldüm.’ diye Gök Tanrının nağmesiyle ararmış.” (s.163)
Handan Öztürk, ‘Mor Tecavüz’ü oluşturan öykülerinde okuru içine çeken gizemli bir iklim yaratmış. Olaylara merak devinimi vererek heyecanı canlı ve yüksek tutmakta ustalık göstermiş. Okuruna yaşattığı öyküyü zaman zaman geriye alarak ayrıntılardaki bezeme boşluklarını gördüğünde en yüksek iyiyi yakalayacaktır. * * * Mor Tecavüz / Handan Öztürk / Gala Yayıncılık / 333 s. * * * Aydınların toplumuyla çatışma pahasına, ırkçı söylemlerde bulunması gerekli miydi? Kötü örnek mi oldular? Elif Şafak’a da Nobel verecekler mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.