- 655 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇIKMAZ SOKAK
ÇIKMAZ SOKAK
Şehirlerin alabildiğine büyüdüğüne hepimiz şahitlik ediyoruz. Şehirler büyürken düşük yoğunlukta da olsa değerlerin aşındığını, yozlaştığını gözlemliyoruz.
Bire bir mekân ile değerler ilişkisi her davranış şekli için aynı sonucu doğurmayabilir. Gözlemlerim ve şahsi kanaatim, mekân ile değerler arasında olumlu&olumsuz bir ilişkinin olduğunu gösteriyor.
Diyarbakır yüzyılların şehri. İnsanlık tarihi ile mütenasip geçmişi olan bir şehir. Sur içi ilçesi; Evleri, çıkmaz sokakları, çeşmeleri, camileri, kiliseleri, medreseleri ile adeta tarihin tanıkları.
Mekânlar yapılırken; estetik yönü, psikolojik yönü, ekonomik yönü, denetim ve eğitim yönü dikkate alınarak yapılmalı diye düşünüyorum.
Eskiden şehirler üretilirken sanki tabiatla konuşulur, yapılabilir izni alındıktan sonra mekânlar yapılırdı. Evler, ovalardan öte daha çok tepelik alanlara kurulurdu. Verimli toprakları tarım için değerlendirmenin yanında, güvenlik ve doğal afetlerden korunma gibi amaçlar da düşünülerek mekânlar üretilirdi. Evler;İnsanın psikolojik ve sosyolojik bir varlık olduğu gerçeğinden hareket edilerek evler yapılır ve geniş aile yapısı dikkate alınarak, ona uygun bir mimari anlayışla inşa edilirdi.
Günümüzde olduğu gibi evlenen her çocuk için ayrı bir ev (ayrılmazdı) yapılmazdı. Yatay ev modelinde bir kaç aile aynı evi paylaşırdı. Evler iki, en fazla üç katlı olur, alt katta geniş bir avlu, avlunun kenarlarında dört mevsime (güneşin bakısına göre) dikkate alınarak yapılmış odalar bulunurdu. Avlunun altında ise soğuk hava depoları olarak kullanılmak üzere yapılmış kiler yer alırdı. Avlunun ortasında şadırvan benzeri küçük bir havuz ve sürekli su sesi... Havuzun etrafı ve duvar kenarlarında çeşit çeşit ve rengârenk çiçekler, görüntüsünün yanı sıra etrafa mis gibi kokular yayardı. Sadece evin içini düzenleyen veya güzelleştiren bir anlayışın yanında sokağı da dikkate alan bir düşüncenin hâkim olduğunu görüyoruz. Ayrıca bu ev modellerinin denetim ve eğitim gibi bir görevi de üstlenmiş olduğunu müşahade etmekteyiz. Bu ev modellerinde; Evin reisi işe gittikten sonra büyükanne ve büyük babanın riyasetinde başlayan bir eğitim süreci de görülür. Yukarıda saydığım eski Diyarbakır evlerinin insana hitap eden bu özelliklerinin yanısıra, avlular aynı zamanda gelenek ve göreneğin, kültürün nesilden nesile aktarıldığı mekânlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Eski evlerimizde; insanı düşünerek evin iç mimarisinin yapılmasının yanında sokakları oluştururken, çıkmaz sokak ahlakının gözetildiğine şahit olmaktayız. Çıkmaz sokakta yaşayanlar birbirilerini tanır, adeta birbirleriyle akraba gibidirler. Sokağa giren yabancı, sokak sakinleri tarafından getirilen misafir ise baş tacı edilirdi. Aksi taktirde hali perişan. Sokakta yaşayan kızlar, sokağın namusu olarak görülür ve yan gözle bakana dersi verilirdi. Eskiden sokaklar çıkmazdı, şimdi sizlere ömür. Artık bütün sokaklar çıkar sokak.
Günümüzde şehirler üretilirken böyle kaygıların çok az çekildiğini görmekteyiz. Örneğin Diclekent’te hızlı bir şekilde yükselen, estetikten yoksun mantar gibi apartmanları, Hamravat ve Gökkuşağı villarının yapıldığı yerleri düşünelim. Buralar şehrin en verimli ovaları. Teşbihte hata olmasın, binalar adeta şehrin böğürlerine saplanmış hançerler gibi durmaktalar. Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Esma Ocak’ın evini düşünün, birde ne bileyim yirmi katlı binaları. Hangisi doğayı düşünerek, insanı düşünerek yapılmış yapılar? İki yüz metrekare daireler, koca koca balkonlar, gardırop çekmecesini andıran evler. Estetikten anladığımız bu!
Şimdiki evler çağdaş mağaralardan farksız benim yanımda. Orta büyüklükte köy nüfusunu, bir binanın içine hapsetmek mi daha doğru, komşuluk ilişkilerinin samimi olarak yaşandığı eski (eskimeyen) ev mimarimiz mi? Mühendisler, sanki bina sakinleri birbirlerini görmesinler, hal ve hatırlarını sormasınlar diye binaların içine bir de asansör yapmışlar. Ne kadar ilginç değil mi? Gardırop çekmecesini andıran evler, asansör ve kırk hane ev. Birbirini sormayan, tanımayan ve tanışmayan insanlar yığını. Komşusunun, öldüğünü binaya yayılan kokudan veya haberlerden öğrenen apartman yaşayanları (sakinleri demiyorum).Ne kadar acı. Hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmadan ahlaksızca büyüyen şehirler. İki kuruş menfaate kurban edilen kentler.
Evler arasında ilişki; bitişik-ayrık, yakın-uzak, aynı hizada olmak, yol ile aynı yönde ve farklı yöne dönük olmak gibi pek çok biçimde ortaya çıkar. Evlerin arasındaki bu mesafe ilişkisi her evin komşularına göre, komşuları ile oluşması arzu edilen iyi münasebetin amaçlarına göre ve bu amaçların mevcut şartlar içerisinde nasıl en iyi şekilde çözümleneceği hususunda ortaya konulan çaba, bilgi ve ustalığa ve san’atkârane duyarlılığa göre şekillenir. Böylece bu yapılar ve evler arasındaki fiziki mesafe düzeni, her ev sahibinin kurduğu ev ile oluşmasına katıldığı bir sosyal mesafeler düzeninin mimariye yansımasını oluşturur.
İçinde bulunduğumuz durumun utanç verici hali, gelecek nesillere devredeceğimiz dünyanın kültür düzeyinin bu dramatik kirliliğini anlamak ve çözümler üretmek durumundayız. İşporta ahlakı diye ifade edilen ve yakalanmadıkça hırsızlığın kahramanlık olduğu anlayışı mimari alanda kendisini bulmaktadır.Dev, despot güçler, sermaye ve diğer organizasyonlar esir ettikleri insanı, tahakküm amaçlarının küçük birer değersiz aleti olarak kullanmakta, ezip yok etmektedirler.
Sermayeye yeni bir anıt dikmek mimarinin görevi olunca, mimar da bütün insancıl tavırları ve sorumlulukları bir kenara itip her işi gelecekte alınacak bir işin reklamı sayarak, her defa mimari anlamda yeni katliamlar yapmayı mesleğinin özelliği haline getirmek zorunda kalmış ve güzelim mimariyi bir endüstri düzeyine indirmiştir.
Bu çarpık anlayışlardan azade bir mimari anlayışla, kültürel zenginliklerimizi de dikkate alarak, şehirlerimizi kurma temennisi ile...
Ayhan GÜNAY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.