- 2052 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
İSRAİL VAHŞETİ VE FİLİSTİN SORUNUNUN İÇ YÜZÜ
“Yahudi Devleti” adlı bir kitap yazan Avusturyalı gazeteci Yahudi Teodor Hertzel, 1892 yılında İsviçre’nin Bazel kentinde ilk Siyonist Kongresini toplamış ve dünyanın en zenginlerinden biri olan Yahudi Roçilt’in de desteğini almıştı. Fikir platformundaki bu oluşumun hedef haline gelişi, ilk örgütlü Siyonizm hareketinin 1897’de ortaya çıkışıyladır.
Artık bundan sonra Yahudilerin bir devlete kavuşma isteklerinin dile getirildiği görülmektedir. Yer olarak da önce Uganda düşünülmüş, sonra Filistinde karar kılınmıştı. Siyonizm ise, 1897 Basel Konferansı’yla teşkilatlanmaya başlayan bir ideolojik oluşumdu. Bu oluşum, adını Kudüs yakınlarındaki Sion dağından alan, dağın ve çevresindeki (Arz-ı Mevud) vaat edilmiş topraklarda büyük İsrail’i kurma idealinin siyasal ve ideolojik hareketiydi. Bu hareketin, fikir ve eylem bazında başını ise Teodor Hertzl çekmişti.
Merkez olarak seçtikleri yer Osmanlı toprağı olduğu için, elde etmek için de başvurulacak ve görüşülecek adres elbetteki Osmanlı hükümdarı Sultan II. Abdülhamid’ti.
Bu görüşmeye ve ardından Yahudilerin teklifleri ile Sultan’ın tepkisinin ne olduğuna değineceğiz. Ancak yıllar var ki, Filistin sorunu sürer gider. Çünkü Siyonizm, dünyanın büyük bir problemidir. Peki, bu problem nasıl ortaya çıktı ve gelişti? Bu sorunun kısa bir fotoğrafını çekelim istedik ki, Sultan II. Abdülhamid’in bu konudaki politikasını daha iyi anlayalım.
Bu gün dünya gündeminin ilk sıralarında yer alan Filistin’in önemi tarihteki statüsünden gelmektedir. Çünkü semavi dinlerin tamamında özel bir yere sahip olan Filistin (Kudüs), bazı peygamberlerin yaşadığı ve Allah’ın topraklarını kutsal kıldığını bildirdiği bir bölgedir. Bölge, Bizansın elindeyken, İslamlar tarafından 7. asrın ilk yarısında ve Hz. Ömer zamanında fethedilir. Yahudiler ve Hristiyanların karma yaşadığı bir yerdi Kudüs. Bu fetihten sonra İslamların dahil olmasıyla, üç dinin mensuplarının ortak ve kutsal şehri hüviyetini kazandı. Aslında Hz. Ömer’in o engin hoşgörüsü olmasaydı Yahudi ve Hristiyanlar Kudüs’te kalamayacaklardı. Şehir İslamların olacaktı. Fakat İslamın hoşgörü çerçevesinde üç dinin mensuplarının da tam bir güven ve din hürriyeti içinde yaşamaları maksadıyla, Hz. Ömer’in bir eman vermesi, bu gün dahi özlenen ideal davranışın en güzel örneğiydi.
Haçlı seferlerinde Kudüs, Hristiyanların eline geçince, korkunç bir katliama sahne olmuş ve 70 bin Müslüman kılıçtan geçirilmişti. Kudüs sokaklarında akan Müslüman kanının, Hristiyanların atlarının dizlerine kadar ulaştığına tarih şahit olmuştur. Selahattin Eyyubi’nin II. defa Kudüs’ü fetmesiyle tekrar bölgeye Müslümanlar hâkim olur. Başka devletler arasında birkaç kez el değiştiren Filistin bölgesi, 1516’da Yavuz’un Memlük seferiyle Osmanlıya geçer. Ve ilk defa Yavuz, Filistin’e Yahudi göçünü engeller. Artık bölge 1917’ye kadar Osmanlı’da kalacaktır.
Yahudilerin Filistinde mülk edinmesi, esas itibarıyle Kanuni döneminde başlar. Çünkü Yahudi Yusuf Nassi Kanuni’nin yakın dostluğunu kazanmıştır. Kanuni de dostuna Taberiye Gölü çevresinde genişce bir arazi bağışlar. Kanuni nereden bilebilirdi ki, dünyanın en büyük fitnesinin ve belasının tohumlarını buraya ektiğini. İşte Ortadoğu’nun çıbanbaşı İsrail’in Filistinde toprak edinmesinin nüvesi bu şekilde oluşur. Ancak 1918’e kadar Yahudiler, Kanuni’den elde ettikleri araziyi üs olarak kullanıp, ancak 650 bin dönümlük bir arazi elde edebilmişlerdi. İsrail’in temel taşı Kibuts denilen çiftliklerdir. Bu toprakların bir kısmını, yaklaşık 2 bin 600 dönüm araziyi, Sultan Abdülaziz bağışlamıştır. Amaç biraz da Ziraat Okulu yapılması içindi. Ama Yahudiler bu katkıyı, ileride İsrail devletine giden yolda mihenk taşı olarak kullanacaklardı. Arazilerin önemli bir kısmı da İttihatçıların Yahudilere kolaylık sağlaması neticesinde kazanılmıştı.
Yahudilere gelince, ne menem bir kavimdir ki bunlar, hangi taşı kaldırsan altından çıkmakta ve dünyayı kana boyamaktadırlar. Hz. İbrahim Peygamber’in oğlu olan İshak’ın soyundan gelenlere İsrailoğulları (Yahudiler) deniyor. Hz. Musa’yı dinlemeyip buzağıya tapıyorlar, haşa pazarlık edip gökten kudret helvesı ve bıldırcın eti istiyorlar.. Hz. Şuayp, Hz. Zekeriya ve Hz. İsa’yı öldürüyorlar. Hz. Muhammed (sav)’e inanmıyorlar. Bunlar hakkında Kur’anda pek çok ayet bulunuyor. Birinde de: ”Yahudiler Peygamberlerle alay ederek kalplerimiz perdelidir dediler. Hayır, küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir” deniliyor. (1)
Yahudiler varolduklarından bu yana yeryüzünde, hep problemli bir toplum olmuşlar ve olmaya da devam etmektedirler. Kur’anın ifadesiyle lanetli bir toplum. Ağlama duvarında birkaç damla gözyaşı dökmekle bunların günahları affedilecek gibi değildir. Topu bir araya gelip, sellerce gözyaşı akıtsalar, insanlığın vicdanındaki sadece son Lübnan katliamlarını dahi affetiremezler.
Allah katındaki suç ve günahlarını bilemeyiz elbette Allahü âlem. Ama bunların ne Allah korkuları var, ne de insandan utanmaları. Dünya siyaseti ve ekonomisine hâkimdirler. Biri yüksek sesle: “Dünya işlerini bağlayan ipin ucu George W. Bush’un elinde değil, Bush’u bağlayan ipin ucu yahudilerin elindedir” diyordu. Hani haksız da sayılmazdı yani.
Tarihte Hz. Davut ve Hz. Süleyman devirlerinde parlak bir dönem yaşanıyor. “İnançlarına göre Hz. Süleyman bütün tapınakları kapatarak, tek ibadethane olan Küdüs’teki Tanrı’nın oturduğu yer anlamına gelen Yerüşalim’i yaptırdı. Buna Süleyman tapınağı da deniyor. Bu ibadethanenin günümüzde sadece batı duvarı kalmıştır. Museviler bu duvarın önünde üzüntülerini belirtmek üzere ağladıklarından buraya “ağlama duvarı” denir. Tapınak alanının diğer kısmına ise Ömer Camii (Kubbetü’s-Sahra) yapılmıştır.” (2) Asurlular Yahudilerin tapınaklarını yıkıp, kendilerini Asur’a sürgüne götürdüler. Bir zaman sonra geri dönen Yahudilere, bu defa da Babiller aynı muameleyi yaptılar. Uzunca bir zaman sonra yine dönüp mabetlerini yenilediler. Bu kez de Romalılar bölgeyi ele geçirip, hem mabetlerini yıtktılar, hem de Filistin bölgesinde ne kadar Yahudi varsa topunu birden Filistinden çıkarıp sürdüler. Onlar da bir daha Filistin’e dönemediler.
Bu gün dünyanın her tarafında dağınık olarak bulunan Yahudi nufus, işte bu keyfiyetin bir sonucudur. Bir kısmı 1948’de İsrail işgal devleti kulurulunca bölgeye döndüler. Tabi bu arada Avrupa’da Yahudiler yüzyıllar boyu aşağılanıp horlandılar. Hatta 1492’de İspanya’da katliama tabi tutulduklarında biz kendilerine kucak açıp bağrımıza bastık ve topraklarımıza yerleştirdik. Rusya’nın zulmünden kaçan Kırım Yahudilerine biz sahip çıktık. Hatta bu Yahudiler, diğer ırkdaşlarına mektuplar yazarak Osmanlı idaresindeki rahat ve huzura onları da davet ediyorlardı. Ah nereden bilebilirdi Osmanlı, sizin cemaziyel ahirinizin ihanet olacağını! Yoksa beslermiydi kargayı, yahut yılanı böyle koynunda.
Görüşme arzularını birkaç kez geri çeviren II. Abdülhamid, nihayet, 1902’de bir Yahudi heyetini kabul etmiştir. Teodor Hertzl ile Haham Başının da bulunduğu Yahudi heyeti, Tahsin Paşa yoluyla padişaha, Kudüs’ü ziyaret etmelerine izin verilmesi ve Filistinde bir kanton kurmalarına imkân tanınmasına karşılık şunları taahhüt etmişlerdi:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın frank’a mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bu teklifler karşısında sinirlenen II. Abdülhamid, Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’ya: "Tahsin! Onlara de ki: Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir. Kudüs-i Şerif’i İslam’a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı Yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem.
Eğer Bay Hertzl, senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam. Zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem."
Nitekim Teodor Hertzl de anılarında Padişahın söylediklerini, farklı cümlelerle aynen teyit eder.
Bu girişimden ümidini kesen Hertzl şöyle diyecekti; "Halen birtek plan aklıma geliyor, Sultan’a karşı kampanya açmalı, bunun için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türkler’le temas kurmalı... Türkiye’ye mali ambargo uygulamalı... (sonra da) Türkiye’nin dağılmasını beklemeliyiz."
Yahudilerin Filistindeki süfli emellerini anlayan II. Abdülhamid, Yahudi göçünü saltanatı boyunca engelledi. Hatta ziyarete gidenlerin dahi pasaportlarına gümrükte el koyup, dönüşte verdirdi. Yahudilere toprak satışlarını da yasakladı. Siyonistler hangi kanaldan girseler, II. Abdülhamid tarafından engelleniyorlardı. Hedeflerine ulaşmak için önlerinde engel gördükleri II. Abdülhamid’i tahtından indirme mücadelesi başlattılar.
Evet, daha önce Ermenileri karşısına alan Sultan, şimdi de Yahudileri karşısına almıştı. Topraklarını satmak isteyen Filistinlilerin topraklarını şahsi parasıyla II. Abdülhamid kendisi alarak, “Emlak-ı Şahane” haline getirmiş, bu şekilde Filistin Çiflikat-i Şahanesi meydana gelmişti. O bölgede Osmanlı nüfusunu artırma yoluna da giden II. Abdülhamid, artık Ermeniler, Yahudiler ve onlarla kol kola çalışan yerli İttihatçıların hedefindeki tek adamdı.1905 deki bombalı saldırı, bu şer koalisyonunun başarısız bir faaliyetiydi.
Osmanlı Devletinden ümidi kesen Yahudiler, İngiliz ve diğer Avrupa devletleriyle temasa geçmekte gecikmediler. Osmanlı’yı parçalamak için aralarında anlaşan Avrupa devletleri için de, bu durum iyi bir fırsattı. Kullanmakta bir an olsun tereddüt etmediler. Çok geçmeden İngiltere Hükümetinden Belfür deklerasyonu geliyor ve şöyle deniyordu: “Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır.”
Nitekim 1918’de Şerif Hüseyin’in yardımıyla İngilizler Filistin’i ele geçirdiler. Şerif Hüseyin gibi Hicaz ileri gelenlerini II. Abdülhamid Şuray-ı Devlet azalığı verip İstanbulda gözaltında tutuyordu. Ama İttihatçılar böyle ince siyasetten anlamadıkları için, idareyi alınca onu serbest bırakıp Mekke Şerifi yaptılar. Filistin’e Yahudi göçünü yasaklayan II. Abdülhamid’in bu yasağını kaldırıp, yahudilerin toprak alımını da serbest bıraktılar. Şerif Hüseyin ilk iş olarak Osmanlı’ya isyan etmiş ve Filistin bölgesini İngilizlere kazandırmak için onlarla ittifak yapmıştı. Daha sonra Suud ailesi Hicazda idareyi ele geçirince, İngilizlerin desteğiyle Şerif Hüseyin de bu günkü Ürdün krallığını kuracaktır.
Filistin bölgesine yerleşen İngilizler, 1922 yılında bugünkü Birleşmiş Milletler’in yerinde olan Milletler Cemiyeti’nden Filistin’i himayelerine aldıklarını tescil ettirdiler. Artık rahat rahat Yahudileri bu bölgeye toplama planlarına başlayabilirlerdi. İngiliz oyunları tarihte pek meşhurdur. Bakın Yahudiler’e Filistinde toprak kazandırnak için İngilİzler ne gibi bir oyun oynamışlardır.
İlk önce Filistinlilerin ödeyemeyecekleri oranlarda çok fahiş vergiler koydular. Filistin yerli halkı da vergisini ödeyemeyince, toprağına el koydular. Sonra da bu toprakların büyük bir kısmını Yahudilere bağışladılar. Bir kısmını da sembolik, çok cüzi fiatlarla ve paslaşarak yine Yahudilere sattılar. Yahudiler ise, dünya kamuoyunu bu toprakları Filistinlilerden aldıklarına inandırdılar. Hatta bizim kamuoyunu dahi…
Pek çok Tarihçi de “Niçin topraklarınızı Yahudilere sattınız?” diyerek kabahati masum Filistinlilerde buluyordu. Bir miktar toprağı bu şekilde Filistinliler de satmıştırdı. Ama bu devede kulak mesabesindeydi. (Binde 9 gibi falan). Esas toprakların büyük bölümünün satılması, İngilizler tarafından yukarıda anlatıldığı gibi, bir de ihanet içinde olan emlakçılar kanalıyla yapılmıştır.
Siyonistler, toprak alımı konusunda hain emlakçıları aracı yapmışlardı. Emlakçılar kendileri değerin üzerinde toprağı Filistinliden alıp, daha yüksek değerle Yahudilere satıyorlardı. Filistinli toprak sahibi: “Yahudi’ye satışına rızam yok” şartına rağmen, emlakçı araya başka şahısları koyarak ve kitabına uydurarak toprağı Yahudiye satıyordu. İş işten geçtikten sonra bu emlakçılar fark edilmiş bir kısmı cezalandırılmış, bir kısmı da ülke dışına kaçmıştı. Bütün bu katakullelere rağmen 1948’de işgalci İsrail Devleti kurulduğun da Yahudilerin tapulu toprağı 2 milyon dönüm dolaylarındaydı ki, tüm Filistin’in % 7 si demekti.. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu miktarın 650 bin dönümü Osmanlı zamanında alınmıştı.
Her nasılsa bu zamana kadar toprak edinmenin bir kuralı, şartı, şurtu varken, 1948’ den sonra Yahudilerin toprak edinmesi tamamen gasba, cinayete, savaşa ve zorbalığa dayalı olarak gerçekleşmiştir. Bütün dünya da maalesef bu duruma seyirci kalmıştır. Ancak dünyadan önce Filistinlileri satan hain ve işbirlikçi Arap yönetimleridir.
1967 savaşında yaklaşık 2 milyonluk İsrail, bütün bir Arap dünyasına meydan okuyarak ve çoğuyla aynı anda savaşarak, nasıl olup da Gazze’yi ve Sina Yarımadasını Mısır’dan, Doğu Kudüs’ü Ürdün’den, Golan Tepelerini Suriye’den alabilmiştir? Bu soru halen bu gün cevap beklemektedir. 1933 lerde bütün teşviklere rağmen, 200 bin Yahudi Filistin’e gelmişken, bu tarihten sonra esen Nazi fırtınası dolayısıyla göç bilinçli olarak hızlandırılmıştır. Hitler’in çok yakın çevresinde Yahudiler de bulunduğuna göre, öyle abartıldığı gibi Yahudi klatliamı pek mantıklı gözükmemektedir. Hatta Hitler’in Siyonistlerle göç konusunda anlaştığı da söylenmektedir. Bu şekilde bazı Yahudilerin öldürüldüğü, diğerlerine de gözdağı verildiği, böylece 600 bin civarında Yahudi’nin Filistin’e göç ettiği belirtilmektedir.
Bir deyim haline gelen “Yahudi yaygarası” “Yahudi pazarlığı” gibi kavramları biliyoruz. Dolayısıyla dünyada kendilerini acınacak bir durumda göstermek için 6 milyon Yahudi’nin Naziler tarafından öldürüldüğü yalanını rahatlıkla pazarlayabilmekte, bunları örnek alan Ermeniler de, Osmanlıda bütün nüfusları 1 milyon 295 bin olduğu halde, 1,5 milyon Ermeni’yi soykırıma tabi tuttuğumuz yalanını söyleyebilmektedirler. Şayet böyle bir durum olsa bu, 300 kişilik tam 5 bin toplu mezar demektir. Bunun mümkünü var mıdır? Ya da nerede bu toplu mezarlar diye sormak gerekir?
Filistinde, İngilizlerin bölgeye hâkim olmasıyla başlayan terörizm 1948’e kadar sürmüştür. Filistinde köyler basılmış çoluk çocuk demeden masum insanlar öldürülmüş, bazen köyler dahi haritadan silinecek boyutlarda terör olayları yaşanmıştır. İşte bu terörist grupların başındakiler İsrail kurulunca, devletin en üst seviyelerinde görev almışlar, o günden bu yana da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle, devlet terörü yapmaktadırlar. Bu bağlamda ilk İsrail Başbakanı Ben Gurion’un, II. Abdülhamid döneminde İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuduğunu ve İttihatçılarla beraber çalışmış biri olduğuna dikkat çekmek isterim. BM bu yeni Yahudi devletini İngiliz ve Amerikan etkisiyle tanırken, ne gariptir ki, onu ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye olmuştur. Şimdi her İsrail saldırısında başta Amerika ve İngiltere olmak üzere dünya İsrail’in arkasında yer almakta, bütün bir Arap ve İslam dünyası da seyirci konumunda kalmakta, ellerinde petrol gibi bir silah olmasına rağmen, ne yazık ki, Arap yönetimlerinin Filistin davasında samimi olmadıkları çok net bir şekilde anlaşılmaktadır .
Bu arada İngilizlerin, I. Dünya savaşı esnasında, Osmanlı toprakları olan yerlere hâkim olmaları sırasında, Filistinlilerin de dâhil olduğu Araplar, Osmanlı’ya ihanet edip İngilizlerle işbirliği yaptıkları için, kıyamete kadar bu bölgeye barış gelmeyecektir görüşü de yaygındır.
Sultan II. Abdülhamid’in bir karış Filistin toprağı dahi vermemek pahasına, her şeyi, bu arada canını, tahtını dahi feda etmeyi göze aldığı halde ve göze aldığı şeyler başına gelmesine rağmen, bu fedakârlıklara katlanırken, İttihatçıların bu hassasiyeti göstermemelerinin, bölge halkının da ihanetinin, hesabı burada olmasa da mahşerde sorulmaz mı? Kendisine velilik atfedilen Sultan II. Abdülhamid’in ahı, acaba bölge insanını yakmaz mı?
Yoksa Sultan II. Abdülhamid bilmezmiydi Yahudilerin o cazip tekliflerini kabul edip, tahtını ve tacını sağlamlaştırmayı.
Ve eğer Sultan bunları kabul etseydi, böylece borçları ödenmiş ve donanması dört dörtlük olmuş, üstelik de 35 milyon faizsiz kredi eline geçirmiş bir Osmanlı’yı kimse tutabilir miydi? Bu güçle ve başında da II. Abdülhamid gibi bir hükümdarla temsil edilen Osmanlı’nın, I. Dünya savaşında etkin bir rol oynayıp savaşın seyrini istediği tarafa çevirebileceği muhakkaktı. Böylece, masaya galip oturarak kaybettiği eski topraklarını geri alması hiçten bile değildi. Sultan II. Abdülhamid bütün bunları elinin tersiyle itmişti. Böyle olsun için mi yapmıştı bunu acaba? Elbette hayır. O halde Sultan Hamid’e ve Osmanlı’ya ihanet eden kim olursa olsun, onun ahından kurtulması mümkün olmayacağı pek tabiidir. Nitekim şu beddua aynen Sultan’ın kendisine aittir: "Allah bu hallere sebeb olanları kahhâr ismiyle kahretsin.”
Acaba Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren Meclis’e baskı yapan paşalardan, Mahmut Şefket Paşa’nın hemen 6 ay sonra yine yoldaşlarınca öldürülmesi, diğerlerinin ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçmaları sonucunda, Talat Paşa’nın, 1921’de Berlin’de, Enver Paşa’nın 1922’de Türkistan’da, Cemal Paşa’nın da 1922’de Tiflis’te öldürülmeleri bu bedduanın tutmuş olmasından mıdır?.
Sabık Sultan, Selanik günlerinde muhafız birliğinden Yüzbaşı Zünnun Bey’e sanki o günleri yaşarmışcasına şunları anlatıyordu:
"Bana en çok dokunan; bir mason taslağı Yahudi’nin, tahttan indiriliş kararını tebliğ edişi olmuştur. Yıldız’a gelen mebuslar heyetinde Emanuel Karaso’yu hiç unutamıyorum. Bu suretle makam-ı hilâfete hakaret edilmiştir. Yahudilerin Hazret-i Peygamber (a.s.m.) zamanından beri sadr-ı İslama ve Makam-ı Hilâfet’e karşı duydukları kin ve nefret cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken, siyonistlik davası için bir gün huzuruma beynelmilel Yahudi teşkilatının kurucusu Teodor Hertzel ile Hahambaşı gelmişlerdi. Bunları Yıldız Sarayı’nda kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim. Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler. Bunun için de Kudüs’ü gösteriyorlardı. Hatta utanmadan o Teodor Hertzel:
’Zat-ı Haşmet penâhîlerine arzedelim ki, Kudüs için her kaç milyon altın tensip buyurursanız (isterseniz), derhal takdime hazırız.’ demez mi?
"Kan beynime sıçramıştı. Düşün ki, yüzbaşı, makam-ı saltanatımızda bu iki yahudi, rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı.’Terk edin burayı, vatan para ile satılmaz!’ diye bağırmıştım. İçeri giren saray adamlarına da, her ikisini almalarını söylemiştim. İşte bundan sonra, Yahudiler bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır!.."
Evet, Sabık Sultan tesbitini yapmıştı. Eğer Yahudilere yurt göstermiş olsaydı, onu tahtından ölünceye kadar, değil İttihatçılar Kudret-i İlahi’nin dışında hiçbir güç indiremezdi.
Peki, şimdi sormak gerekmez mi? Bütün suçu Ermenilere ve Yahudilere vatanından bir karış toprak vermeyen Sultan II. Abdülhamit Han’a, tahtından indirme tebliğini sırf ona hakaret olsun diye yine bir Yahudi ve Ermeni ile bildiren, ardından sürgüne göndermeyi reva gören ve Yahudiler adına bu cezayı uygulayanlar kimdi? Elbette Mahmut Şefket Paşa, Talat ve Enver Paşalarla diğer ittihatçılardı. Padişah, İttihatçılar için şöyle diyordu: "Devleti on sene idare edebilirlerse ’bir asır idare edebildik’ diye sevinsinler!" Bu hükmün ne kadar doğru olduğunu tarih 10 yılda gerçekten gösterecekti.
Bütün bunlara rağmen Sultan, kendi tebası olan tüm azınlıklara gösterdiği toleransı Yahudilere de göstermekteydi. Bu amaçla İstanbuıl’da inşa edilen bir Yahudi ibadethanesinin korumasını bizzat üsleniyordu. Ve bu Musevi Sinagog’u (*) II. Abdülhamid’in himayeleriyle yapılmış ve 1899’da bitirilmişti. Yahudiler Sultan’ın bu desteğini ve jestini unutmadılar ve Sinagog’a "İsrail’in Hamdi (Şükranı)" ve "İsrail’in Hamid’i" "Hemdat İsrael Sinagog’u ismini verdiler.
Yani Yahudiler II. Abdülhamid’e “Yahudi ülkesinin padişahı” diyorlardı. Siyonistlerle bu kadar mücadele eden, onlara Filistinde bir karış toprak vermeyen bir Osmanlı Sultanı, Osmanlı hükümdarlarının tebasına karşı sorumluluğnu müdrik bir şekilde, Musevilere kol kanat germekten ve onlara her türlü desteği vermekten de geri durmuyordu. Çünkü II. Abdülhamid biliyordu ki, bu oluşum masumanedir. Filistindeki isteğin amacıysa siyasi ve ideolojiktir. Birine destek olurken, ötekine köstek olmayı milli bir görev addediyordu.
İsrail 1948 yılında kurulmasından bu yana, hala devlet olma vasfını kazanamadığını görmjekteyiz. Kanun, nizam tanımaz ve hukuk bilmez korsan devlet anlayışından da kurtulabilmiş değildir. Elbette böyle davranmasının altında yatan bazı gerçekler vardır. Batı Hristiyan alemi, özellikle de İngiliz ve Amerika tarafı İsrail’i bilakayd ü şart desteklemektedir. Birleşmiş Milletlerde İsrail’in haksızlığını gösteren tüm kararlar ABD tarafından veto edilmekte ve yürürlüğe girememektedir. Amerika’nın adeta bir kuklası durumunda olan Arap devletleri ise, ellerinde pek çok ekonomik ve siyasi koz olduğu halde, korkularından İsrail zulmüne göz yummaktadırlar.
Yıllardır Filistin’e kan kusturan İsrail, aynı şekilde Gazze’ye de denizden ve karadan ekonomik ambargo uygulamakta ve orayı adeta bir açık hapishane haline getirmiştir. İsrail’in bu zulmüne ne yazık ki, Mısır yöneticileri de ataları Firavun’un yolundan giderek zulme destek olmaktadırlar.
İsrail son olarak da 31 Mayıs 2010 tarihinde insani yardım taşıyan gemileri, uluslar arası karasularında, yine uluslar arası hukuku ihlal ederek saldırmış ve 20’ye yakın suçsuz insanı öldürüp, bir çoğunu da yaralamıştır.
Dünya nizamına meydan okuyan ve Allah (cc) tarafından lanetlenmiş bu toplum ve özelikle de liderleri, gözü dönmüş bir haydut çetesi gibi davranma küstahlığında bulunma hakkını kimden ve nereden almaktadırlar? Hitler’in zulmü altında kala kala, zulüm yapmayı öğrenmiş ve mağdur rolünde onlar da başkalarına zulüm yapmaktadırlar. Üstelik Avrupa bunları orta çağda tu kaka ilan edip, her yerde aşağılar, hayat hakkı tanımazken, İspanya zulmünden kaçanlara biz kucak açmıştık. Ekmeğimizi onlarla paylaşmıştık. Şimdi ise, bu nankörlerin yaptıkları şu kepazeliklere ve vahşete bakın ki, bizim insani yardım taşıyan işnsanlarımızı gözlerini kırpmadan öldürebilmektedirler. Beslenen karga, şekilde görüldüğü gibi gözümüzü aynen oymuştur.
Bütün bu olanlar karşısında, Arap dünyasının nutku tutulmuş vaziyettedir. Dünya’dan ise çok cılız sesler lütfen yansıyabilmektedir. Bu noktada batı basınına da değinmek gerekiyor. Avrupa kamuoyunu aydınlatması gereken basın kuruluşları olayı yok farzedip ilgisiz kalabilmektedirler. İngiliz yayın kuuluşu BBC gün boyunca sadece İsrail yetkililerine bağlanarak, olayları Yahudi yalanıyla Avrupa’ya lanse ederken, tek bir Türk yetkiliye bağlanma zahmetinde bulunmuyor. Üstelik BM Güvenlik Konseyi’nde mesele görüşülürken canlı bağlanıyor, ancak sıra Dışişleri Bakanımızın konuşmasına gelince, derhal yayını başka yöne kanalize ederek konuşma bittikten sonra tekrar bağlantı kuruyor. Bunların hepsinin canı Cehenneme. “Atalarımız “gavurdan dost olmaz” diyor. Ama Müslüman Arap dünyasının pısırıklığı da ortada.
Hoş Avrupa basınını yanlı olmakla eleştirirken bizim basınımız da sütten çıkmış kaşık değil. Batı medyalarını suçlamaktan çok, içimizdeki medya anlayışını sorgulamak gerekiyor herhalde.
Artık yetti gâri. Bu korsan ve haydut devlet hizaya getirilmeli. Tam da suçüstü yakalanmışken. Ama ne yazık ki, televizyonlarda bazı emekli paşaları görüyorum. Ahkam kesmekteler. Dışişleri emekli monşerlerini ibretle izliyorum. Koro halinde bağırıyorlar suçladıkları yer belli. Sizin laf ebeliğinizi ve çok bilmiş tavrınızı kasketli köylü Mehmet Ağa bile yutmuyor artık. Ey Ağalar, emekli paşalar, emekli monşerler, salyalarını saça saça bağıran şarlatan akademisyen beyler ve “göbeğini kaşıyan” diye bu necip milletle alay eden yoldaş gazeteciler, böyle ciddi bir memleket meselesinde, bu kadar radikalleşmek, bir akıl tutulması mıdır acaba? Yoksa neyin nesi? Bizim derdimiz Gazze iken, İsrail tarafından hunharca öldürülmüş insanlarımız iken, dünya kamuoyuna İsrail’in kötü sicilini anlatmak iken, sizin derdiniz bağcı dövmek midir? Milleti bu tavırlarınızla çıldırttığınızın farkında mısınız? Bu milletin bir daha uyumamak üzere, artık uyandığını hala mı fark edemediniz?
Bir çift sözüm de kerameti kendinden menkul bazı muhafazakar kişi ve kuruluşlara var. 31 Mayıs Günü İsrail’i tel’in yürüyüşü yapılacak haberi üzerine, Çark caddesinde katılıyorum yürüyüşe. Kortejde her çeşit siyasi görüş ve düşünceden insanımız var. Ortak paydamız İsrail’i protesto etmek. Sloganlar, “Kahrolsun İsrail”, “Katil İsrail” iken daha sonra tekbir nidaları ve “ Ya Allah Bismillah Allahü Ekber” sloganları yankılanıyor. Neyse diyoruz bazı gruplar vardır. Heyecan içinde olabilir bu tür sloganlar. Fakat bu sloganlara karşı çevreden bakışlar ve değerlendirmeler hemen değişiyor. Haaa bu bir grubun yürüyüşü imajı doğuyor. Niye doğsun kardeşim? Bütün insanımız kol kola İsrail’i protesto edelim. Buna rağmen kortejin uzunluğu 1 km, sayısı da bini geçiyor. Kent Merkezinde toplanılıyor. Eğer yürüyen topluluğun tamamı meydana gelseydi, meydan almayabilirdi. Lakin kalabalık hızla azalmış. Bu sloganlar yüzünden olmalı diye düşünüyorum. Yoksa bu halk böyle bir konuda o meydana sığmayacak kadar duyarlıdır. Konuşmalar başlıyor. İHH temsilcisi ve diğer kuruluşların temsilcileri sırayla çıkıyorlar. Söyledikleri pek dişe dokunur cinsten değil. Alelacele ve acemice hazırlanmış metinler okunuyor. Derken kendini bilmez biri çıkıp bir parti’yi eleştirmeye başlıyor. Bu düzeysiz yaklaşımla, meselenin rengi tamamen değişiyor. Bu arada katılımcıların anonsları yapılıyor. Sivil Toplumlar tamam da siyasi partiler niye karıştırılıyor anlamıyorum. Bu işin iyice tadı kaçtı diye, oradan pek çok insanın yaptığı gibi ben de ayrılıyorum. Geriye bir avuç organizatör kendileri, yanlışlarıyla beraber kalakalıyorlar. Ondan sonra kendileri konuşup kendileri dinliyor. Siz nasıl sizden olmayanı ötekilersiniz? Hele hele böyle milli bir meselede. Yazık hem de çok yazık. Siz bu kafayla marjinal gruplar olarak minimum seviyeden kurtulamazsınız. Biz hiç değilse böyle bir milli meselede niye kol kola giremiyoruz? İlla birileri kendilerini ön plana çıkarma çabasındalar. İlla ki bir suçlu arama telaşındalar. Sığ ve seviyesiz yaklaşımlar bunlar. Zaman, birlik olma zamanı.
KAYNAKLAR:
1- Bakara Süresi, ayet: 88
2- Ercan Yavuz, Osmanlı İmp’da Bazı Sorunlar, s.32
(3)- Sinagog: Musevilerin ibadet yeri olan Havra’nın Fransızca ifade ediliş biçimidir.
Mustaf Turan
YORUMLAR
KAHROLSUN İSRAİL
KAHROLSUN İSRAİLLİLER
KAHROLSUN PKK
KAHROLSUN TERÖR
LANET OLSUN LANET OLSUN İSRAİL
NEREDE BENİM MAVİ GÖZLÜM
NEREDE BENİM SARI SAÇLIM
NEREDE ULU ÖNDER ATATÜRKÜM NEREDE
İSRAİLİ KINIYORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM
Duyarlı yüreğinizi yürekten kutlarım sonsuz saygılarımla dost