- 1019 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEHZADELER
ŞEHZADELER
ŞEHZÂDE Türk-İslâm devletlerinde hükümdar sülâlesinin erkek evlâdı hakkında kullanılan bir tâbir. Osmanlı Devleti’nde de pâdişâh soyundan gelen erkek çocuklara şehzâde ünvânı veriliyordu. Şehzâde ve sultanların doğumlarında, sarayda özel merasimler yapılırdı. Doğum haberi hatt-ı hümâyûnla sadrârazama bildirilirdi. Doğan çocuk erkek ise, hatt-ı hümâyûnu dârüsseâde ağası, kız ise yüksek rütbeli bir saray ağası getirirdi. Bu tebliğ üzerine sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler ve teşrifata dâhil devlet erkânı (kazaskerler, yeniçeri ağası v.s.) saraya giderler ve silâhdâr ağa vasıtasıyla huzura kabul edilirler, tebrikten sonra hil’at giydirilerek dönerlerdi. Durum toplar atılarak İstanbul halkına da îlân edilirdi. Ayrıca memleketin dört bir tarafına fermanlar gönderilir ve mahallin şer’i mahkemelerinde sicillere kaydolunarak toplar atılır şenlikler yapılırdı. Top atışları ve şenliklerin yapılması için doğan çocuğun erkek veya kız oluşuna bakılmaz bu şenliklere donanma da katılırdı. Bilhassa, pâdişâhların ilk oğulları olduğunda, yapılan donanma şenliği daha şâşâlı olurdu. Doğumu müteâkib fakir-zengin herkese yemekler verilir, sadakalar dağıtılır, böylece herkes bu sevince ortak olurdu. Doğan şehzâdenin hizmetine usta adı verilen hizmetliler tâyin edilir, vâlidesi de çocuğun bakımına ve büyümesine nezâret ederdi. Beş-altı yaşına basan Osmanlı şehzâdesine hoca tâyin edilir ve merasimle ilim tahsiline başlardı. Şehzâdenin ilk tahsile başlamasına Bed-i besmele denilirdi. Bed-i besmele merasiminde, davetlilerin huzurunda önce şeyhülislâm, teberrüken şehzâdeye elif-bâ’yı okutur, sonra duâ eder ve merasim nihayet bularak tahsili, tâyin olunan hocasına bırakılırdı. Şehzâdenin derse başlaması dolayısıyla, kendisine lâzım olan cüz kesesi elif-bâ v.s. cildlenmiş ve müzehhep (altın yaldızlanmış) olarak sadrâzam tarafından hediye edilirdi. Şehzâdenin hocası, dârüsseâde ağası dâiresinde ders verirdi. Kur’ân-ı kerîmi hatmeden şehzâdeyi, sadrâzam ve sâir devlet erkânı tebrik eder, kendisine hediyeler verirlerdi. Pâdişâhların oğulları için yaptırdıkları sünnet düğünleri de merasimle olurdu. Düğünden önce durum bütün eyâletlere bildirilir ve düğünde bulunmak üzere ileri gelen vâli ve vezirler davet edilirlerdi. Fakir fukara, günlerce yerler içerler ve dağıtılan bahşişleri alırlardı. Sünnet olan ve on üç-on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire verilirdi. Odaya annesi, kızkardeşleri, hala, teyze gibi çok yanın akrabalarının hâricinde başka bir kadının girmesine müsâade edilmezdi. Osmanlı şehzâdeleri saray hocalarından din ve fen derslerini tahsil etmeleri yanında, ata binip inmek, ok atmak, avlanmak, kılıç ve gürz kullanmak gibi spor hareketleri yaparlardı. Cuma namazlarına, maiyyetlerinde kendi dâireleri ağaları da bulunduğu hâlde, atlı olarak babaları ile beraber giderlerdi. Şehzâdeler dâirelerinde bulundukları zamanlarda da mücevhercilik, kuyumculuk, tornacılık gibi san’attar öğrenirler, ok ve yay yaparlar, fildişi ve abanoz işlerle sahtiyan üzerine nakış yaparlar ve hattatlık öğrenirlerdi. Bu şekilde çok sıkı bir tâlim ve terbiye altında naklî ve aklî ilimleri öğrenen Osmanlı şehzâdeleri, genellikle 14-20 yaşları arasında devletin muhtelif vilâyetlerine vâli olarak gönderilirlerdi. Sancağa çıkan şehzâdelere vezîriâzam tarafından merasimle tabl, alem ve yeşil bayrak verilir, ayrıca bir maiyyet tertib olunurdu. Şehzâde, sancağa vâlidesiyle beraber çıkar ve onun nezâreti altında bulunurdu. Sancağa çıkan şehzâdelere Çelebi Sultan denirdi. Çelebi sultanların maiyyetinde devlet merkezindeki dîvân hey’etinin küçük bir numunesi olarak vezir makamında lala, nişancı, defterdâr, reîsülküttâb, çavuşbaşı, kapucular kethüdası ve dîvân kâtibi bulunurdu. Bunlardan başka tabîb; cerrah, göz hekîmi, kapucubaşı, emîr-i alem, emîr-i âhûr, şehzâdenin hocası, matbah emini, arpa emîni, çaşnigîr başı, çaşnigîrler, dîvân çavuşları ile sipah, silâhdâr, ulûfeci, garib sınıflardan asker ve ağaları, çadır mehterleri, dîvân çavuşları, rûz-nâmeci, mukâtaacı, hülâsa imâm ve müezzine kadar kimisi aylıklı ve kimisi mukâtaalı olmak üzere me’murlar vardı. Şehzâde sancağa çıkarılacağı zaman, düşünülmesi îcâb eden en önemli mes’ele ona devlet işlerine vâkıf, temiz ahlâklı, otoriter bir zâtın lala seçilmesi idi. Bu husus dîvân-ı hümâyûn hey’etinin çok dikkat edeceği bir vazife idi ve pâdişâh bu cihetten adı geçen hey’eti mes’ûl tutardı. Şehzâdenin idare ettiği sancağın vezîriâzamı derecesinde olan Lala, mıntıkasının durumunu ve terbiyesiyle vazîfeli olduğu şehzâdenin ahlâk ve ef’âlini kontrol etmekle de görevliydi. Sancağa çıkarılan şehzâde ile vâlidesine ve hocasına pâdişâh tarafından ihsânlar verilir, şehzâdeye, maaş olarak, has tâyin olunur, masraflarını oradan görürdü. Sancağa çıkan şehzâde bir taraftan hocası vasıtasıyla ilim tahsiline devam ederken, diğer yandan da devlet idaresindeki tecrübe ve bilgisini arttırırdı. Şehzâdeler, yazışmalarını dîvân-ı hümâyûnla yaparlar, istekleri bu vâsıta ile arzolunur, pâdişâhın irâdesi yâni müsâadesi istenirdi. Şehzâde bizzat kendisi doğrudan doğruya mâruzâtta bulunmak istese, arîzasının sonuna, bende, abdü’l-fakir veya abdü’l-hakîr ibaresini yazardı. Sonra pâdişâhın vereceği emre göre hareket ederdi. Çelebi sultanlar, bulundukları sancakta tevcîhât yaptıkları zaman, bunu devlet merkezine bildirirler, kabul edildiği takdirde esas kütükte tashîhât yapılırdı. Bu iş için çelebi sultanların maiyyetlerinde küçük bir nişancı grubu da bulunurdu. Bir harp vukuunda sancaklarda bulunan şehzâdeler, bölgelerindeki askerlerin komutanı olarak pâdişâhın emri altına girerlerdi. Muhârebede genellikle ordunun cenahlarında (sağ ve sol kollarında), bâzan da ard kumandanlıklarında bulunurlardı. Nitekim 1389’daki Kosova meydan muhârebesinde Osmanlı ordusunun merkezinde sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, sağ kolda büyük oğlu Yıldırım Bâyezîd, sol kolda da küçük oğlu Yâkûb Bey kumandan olarak bulunmuşlardı. 1473’deki Otlukbeli muhârebesinde ise, merkezde Fâtih Sultan Mehmed, sağ kolda Amasya vâlisi Bâyezîd, sol kolda ise Karaman vâlisi Mustafa bulunmuşlardır. Çelebi sultanların yetişmiş ve on yaşını geçmiş oğulları varsa, o çocuk da büyük babası olan pâdişâhın müsaadesiyle küçük bir sancağa çıkarılarak devlet ve idare işlerine alıştırılır, kendisine teşrifat ve maiyyet kademesi verilirdi. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd’in oğullarından Alemşâh’ın oğlu Osman Çankırı, Yavuz Sultan Selîm Trabzon’da sancak beyi iken oğlu Süleymân da Kefe sancak beyliğine getirilmişlerdi. Osmanlı tahtına çıkıp hüküm süren pâdişâhlardan şehzâde iken; Yıldırım Bâyezîd Kütahya’da, Çelebi Mehmed Amasya’da, İkinci Murâd Amasya’da, Fâtih Sultan Mehmed Manisa’da, İkinci Bâyezîd Amasya’da, Yavuz Sultan Selîm Trabzon’da, Kânûnî Sultan Süleymân Kefe’de, İkinci Selîm Manisa ve Kütahya’da, üçüncü Murâd Akşehir ile Manisa’da ve üçüncü Mehmed de Manisa’da sancak beyliklerinde bulunmuşlardır. Bu şehzâdeler maiyyetlerinde götürdükleri ilim sahipleri ve kapı halkı ile bulundukları sancağı kültür ve ilim muhiti hâline getirmişler, adlarına yaptırdıkları câmi, mescid, medrese ve imâret gibi vakıf eserleriyle de süslemişlerdir. İkinci Selîm’den sonra şehzâdelerin sancağa çıkarılmaları usûlü yavaş yavaş terk olunmuş, üçüncü Mehmed’den sonra ise, tamamen kaldırılmıştır. Bundan sonra velîahd ve diğer şehzâdeler sarayda Şimşirlik kasrında oturmuşlardır. Osmanlı şehzâdeleri arasında tahtı ele geçirmek gayesiyle zaman zaman mücâdeleler vuku bulmuştur. Osmanlılarda ilk teşkilât kurulduğu ve kânunlar yapılmaya başlandığı sırada, saltanat usûlünün yazılı bir metne bağlanmayış sebebi, saltanatın ehil ellere geçmesi için idi. Bunun yanısıra ülkenin bölünmezliği prensibinden hareket ederek saltanatı eline geçiren şehzâde, diğer kardeşini öldürtebiliyordu. Nitekim bu husus Fâtih Kanunnâmesinde; “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşleri nizâm-ı âlem için katletmek münâsiptir” şekliyle yer almıştır. Pâdişâhların yanında âlimler ve halk da Nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekası kaygısı ile zaruret hâlinde, kardeş katlini tasvib ediyorlardı. Kanunî devrinde Türkiye’ye gelen imparator Ferdinand’ın elçisi Busbeca; “Müslümanlar Osmanlı hânedânı sayesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa, din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekası evlâddan daha mühimdir” kanâatinin umûmî efkârda yaygın bulunduğunu belirtmektedir. Ancak 1603 yılında pâdişâh olan sultan birinci Ahmed devrinden itibaren kardeşlerin katli kaldırılmış ve hânedândaki en yaşlı mümessilin tahta çıkması kabul edilmiştir. Bununla beraber isyân çıkarma ihtimâline binâen zaman zaman kardeş katli vak’aları görülmüştür. Netice olarak, Osmanlı pâdişâhları öncelikle şehzâdelerini yüksek bir tahsil ve devrin kültür dillerine sâhib olarak yetiştirmekte ve ona Türk-islâm dâvasının derin şuurunu vermekte idiler. Böylece her türlü imkânlar seferber edilerek pâdişâh olacak şekilde yetiştirilen şehzâdeler, babaları vefât edince, o makama en lâyık kimse olarak çıkarlardı. Ayrıca bu şehzâde tecrübeli devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil yüksek bir muhit ile maddî-mânevî bakımlardan devrin en üstün ordusunu da yanında bulurdu. Gerçekten büyük bir itinâ ve titizlik neticesinde yetiştirildikten sonra tahta çıkan bu gâzî ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve İslâmî dâvaları, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet, mülk ve millet uğrunda sonsuz fedâkârlıkları, adaletleri, tevâzûları ve ileri görüşlü siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını büyük dâva istikâmetinde toplamaları sayesinde; öyle sağlam bir devlet kurdular ki, normal ve zayıf pâdişâhlar döneminde bile yüksek devlet mekanizması asırlarca hayatiyetini devam ettirdi. Osmanlı Devleti ve hânedânlığa son verilince, şehzâdelik de kendiliğinden kalkmış oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.