- 1585 Okunma
- 18 Yorum
- 0 Beğeni
YİRMİ DÖRT KURBAN DAHA !
Efendim ; duymayan kalmamıştır herhalde : Dün, İstanbul Çekmeköy’de, Mehmetçik Lisesi öğrencilerinden yirmi dört tanesi ; eylemdeki Tekel işçilerine destek verdikleri gerekçesi ile , bir çırpıda okullarından atılıverdiler !
Bu kadar kolay mı, yirmi dört gencin hayatını karartmak ? Bu kadar basit mi yirmi dört ailenin, anne- babanın ümitlerini, emeklerini, yavrularını sokağa atmak ?
Burası neresi ? Patagonya da, biz mi farkında değiliz ?
Her gün demokrasi masalları dinliyoruz oysa meydanlarda, televizyonlarda ! Ülkemizin geri kalmışlıktan, çağdışılıktan , cehaletten kurtulacağı ; demokrasimizin, özgürlüğümüzün ve insan haklarına verilen önemin artacağı masalları ile uyutuluyoruz yıllardır.
Bu mu gelişmiş demokrasi ? Yoksa sadece doğum sancıları mı bunlar ? Asıl demokrasi çok yakında mı geliyor ?
Taş atan çocuklar olayı henüz güncelliğini koruyor. Yaşları küçük olduğundan onların affedilmesi, topluma yeniden kazandırılması için uzlaşma aranıyor.
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu ?
Baş örtüsüne özgürlük için meydanlara çıkmak, eylem yapmak suç olabilir mi ? Böyle bir eylem yapan kızlarımız ve onlara destek veren arkadaşları okulllarından atılabilirler mi ? Elbette ki atılmamalı ! Madem ki demokrasi var, madem ki gençlerin gerek kendi meseleleri ve gerekse memleket meselelerine kayıtsız kalmamaları isteniyor, madem ki seçmen yaşı da düşürülüyor, öyleyse hiç birine dokunmamak gerekir.
Bu güne kadar böyle bir şey olmuş mu ? Hayır ! Bir İmam-hatip lisesi öğrencisi, bir cemaat okulu öğrencisi,- bu iktidar döneminde- benzer nedenlerle okuldan atılabilmiş mi ? Hayır ! Sıkıysa atsınlar !
Hiç birisi atılmamalı ! Fakat böylesine saçma bir ayrıcalık da olmamalı . Çocuklar bizim geleceğimiz. Bu ülkenin umut bağladığı gençlerin sokağa bırakılması bu kadar kolay olmamalı. Bu tür eylemlerin artmasını önlemekse amacınız, o zaman uyarı veriniz. Fakat demokrasiden söz ediyorsak eğer, uyarı hakkınız bile yok demektir.
Bu saçmalığı yapanların amacı birilerine yalakalık yapmak mıdır ? Birilerine gol atmaya kalkışmak mıdır ? Yoksa gol atması için pas mı veriliyor birilerine ?
Hiç şüphem yok ki ; olay bu gün yarın büyüklere iletilecek ve olaya el konulacak. Çocuklar mutlaka affedilip okullarına dönecekler.
Sonuçta orta sahada kısa paslar ve çalımlarla iki kale arasında gelip giden top, kalelerden birine girip gol yapılmaya çalışılacak. Kamu oyu da gönüllü- gönülsüz bu maçın seyircisi yapılacak ! Tabii birisi de bu maçın kahramanı ilân edilip alkışlara boğulmak istenecek !
Gerçekten burası neresi ? Yoksa Patagonya mı ?
YORUMLAR
BİR KISSA BİN HİSSE
Peygamber Efendimiz (SAV) bir mecliste otururlarken, oraya İslâm düşmanı Ebu Cehil geldi.
Ebu Cehil hiçbir şey konuşmadan, Peygamber Efendimizin (SAV) mübarek yüzüne dikkatlice baktıktan sonra:
“Acayip! Ne kadar çirkinsin !” dedi.
Peygamber Efendimiz hiç hiddetlenmedi. Ona sadece:
“Doğru söylüyorsun ya Eba Cehil.” buyurdular.
Orada bulunanlar, bundan pek bir şey anlamadılar.
Biraz sonra, aynı yere Hazreti Ebu Bekir (RA) geldi. O da bir müddet Peygamber Efendimizin (SAV) mübarek yüzüne baktı. Ardından:
“Ya Resulallah! Anam, babam, nefsim ve bütün varlığım sana feda olsun. Sen ne kadar güzel yüzlü, güzel görünüşlü, tatlı sözlüsün. Ben, senden daha güzel bir insan görmedim.” dedi.
Peygamber Efendimiz (SAV) ona da:
“Doğru söyledin ya Eba Bekir!” buyurdular.
Orada bulunanlar:
“Ya Resûlallah! Biri çirkinsin dedi. Onu tasdik ettiniz, diğer birisi ise güzelsiniz, dedi onu da tasdik ettiniz. Bunun hikmetini bize anlatır mısınız?” dediler. Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurdular:
“Ben aynayım. Kim bana bakarsa kendi suretini görür. Ebu Cehil, kendi çirkinliğini gördü, çirkinsiniz dedi. Ebu Bekir ise; kendi yüzündeki Nur-u ilâhiyi seyretti, güzelsiniz dedi.” diye cevapladı.
MEHMET ALİ YAZICI'YA
MANTIK BEYLER MANTIK
Arabistan’da yeni bir din yayılıyordu. Kuran-ı kerim diye bir kitap da kuralları ile büyük taraftar toplamıştı. İslamiyet gün geçtikçe her alanda kendine hâkim kılıyordu.
Bütün yeniliğine ve gücüne rağmen İslamiyet’e muhalefet çok güçlüydü. Sadece halk değil aydın insanlarda kararsız kalıp tartışmalarla doğruyu bulup kendine en güzeli almak istiyordu. Yeni din, tanrılarını reddedip, görünmeyen tek Allah’ı getiriyordu. Buna üzülüyor kabullenmek istemiyordular ama o kadar güzel, o kadar adil, etik bir dindi ki silip atamıyordu Araplar. Mantıkla doğruyu bulmaya çalışıyordular. Görünen tanrı varken görünmeyen Allah’ı kabullenmek mantığa sığmıyordu. Putları da elleri ile yaptıklarını bile bile İslamiyet nefislerine zor geldiği için kabullenmekte zorlanıyordular. Kuran-ı inceleyip açıklarını bulup ilmen çökertmek istiyordular. Müslümanlara eziyet ve işkence ediyor, ‘tanrınız varsa şuan neden sizi kurtarmıyor?’ diye soruyordu.
Günlerden birinde bir meclis toplandı ve kurandaki açıkları akıllarına göre not aldı bunları tartışmaya başladılar. Maksatları birbirlerini onaylamak ve yeni dini yıkmaktı.
‘Biz inanıyoruz ki dünya düzdür. İki ucunda ki yüksek dağlar gökyüzünü taşımaktadır’ diyor ve devam ediyor konuşmacılardan birisi: Oysa ‘Allah odur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti’ diyor kuranları. Mantık beyler, mantıklı olun. Hiç desteksiz bir şey havada durur mu? Hep birlikte asla diyordular. Kur-an da biz evreni yoktan var ettik diyor. Biz tanrımız taştan, tahtadan, çamurdan özenerek yapıyoruz. Yoktan hiçbir şey var olur mu? Tohumsuz ağaç biter mi? Mantık beyler mantık…
Modern ilmin, LE BİG BANG diye tanımladığı büyük patlama ile evrenin yoktan doğuşunu kabul ettiğini mantıklarıyla hep bir ağızdan ‘asla’ diye reddediyorlardı. Tohumu kimin yarattığını bile düşünmek akıllarına gelmiyordu.
Bir başka Arap sözü alıyordu ve ‘ Kuranlarında 47. ayette, (Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişleteceğiz) diyor. ‘Kim görmüş onların göğü inşasını gök hep aynı gök, kim görmüş devamlı genişlediğini’ diye sorularını sorduktan sonra arkadaşına nazire için mantık beyler mantık diye şarlatanlıkta yapıyordu. Mantıkla bakılınca meclisteki tüm Araplar asla olmaz öyle şey diye bağrışıyorlardı. Oysa ayette geçen gök kuran da uzay ve evren anlamında kullanılmaktaydı çoğu zaman ve bu ayette de bu manada kullanıldığını bilmeyebilirdiler. Modern bilim gözlem ve araştırmalara dayanarak evrenin sürekli genişlediğini ortaya koymaktadır. Ama o devirde bu meclisteki Arapların ilmi değil mantığı vardı sadece. Aynı Arap sözüne devam edecekti: ‘ embiya suresi 33. ayet’te ‘Geceyi gündüzü, güneşi ve ayı yaratan ‘O’ dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.’
Yasin suresi 38. ayette de ‘ Güneş de kendisi için tespit edilmiş olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan bilenin takdiridir.’ ‘ Olurmu beyler? Gökte görünmez yollar olur mu? Sabit duran ve hep yerinde gördüğümüz güneş hareket edip bir yere sürüklenir mi? gördüğümüze mi inanalım buna? Mantık beyler mantık…’ diye salonu coşturur. Solarafaks yıldızı yörüngesinin boyunca güneşimizin 72000 km/h hareket ettiğini yani güneşin günde 17280000 km/g kat ettiğini söylese kur-an hemen inanacaklar mıydı mantık beyler mantık mı diyecektiler. Güneşle birlikte onun çekimindeki tüm gezegenler ve dünya da aynı yolu kat eder dense inanacak mıydılar? Bu gerçekler bilmeyen, cahiliye devri insanına anlayabileceği hangi dille söylenebilirdi?
“ Zariyat Süresi, 7. Ayet “ Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe andolsun;” Siz yol ya da yörünge gördünüz mü? Biriniz gördüyse ben de Müslüman olacağım. Mantık beyler, mantık lütfen. Büyük salondakiler yine ret ve gülüşmelerle galeyana geliyorlardı. “ Kur’an ispatlayamayacağı bu zırvaları nereden biliyor?” daye soruyordu. Kur’an Allah’ın kelamı olmasa elbette bilemezdi o çağda bütün bunları.
“ Embiya Süresi 32. Ayette “ gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar.” Ey kardeşlerim, kim bir koruma gördü gökte? Bu ne saçmalık?
Birinin çıkıp, atmosferden ve onun yeryüzünü koruduğundan bahsetmesi beklenemezdi 1400 yıl önce.
Bir başka Arap söze devam eder: “ Tarı Süresi 11. Ayette “ Dönüşlü olan göğe andolsun” Diyor. Hangi giden atamız geri döndü ha!
Oysa atmosfer katmanlarının uzaydan gelen zararlı ışınları geri çevirip bazılarını da makul ve yararlı seviyede bıraktığını bilemezlerdi. Dünyada ki gazları, madde ya da ışınları da uzaya salmayıp geri döndürdüğünü bilmedikleri için eğleniyordu mantıklarınca. 13-15 km. De Teoposfer’in su buharını yağmura çevirdiğini, 25 km. yükseklikteki Ozonosfer uzaydan gelen radyasyon ve zararlı ultraviyole ışınlarını geri çevirdiğini, İyonosfer tabakasının radyo dalgalarını bir uydu gibi yeryüzüne geri yaydığını, elbette bilemez ve kabul da edemezdiler. Allah onlara anlayabilecekleri en uygun dille anlatıyordu. Onlar ise “ Mantık beyler mantık” diye alaya alıyorlardı Allah’ın Ayetlerini. Çünkü mantıklarına çok güveniyordular. Beş duyu ile sınırlı anlama güçlerini mihenk taşı sanıyordular.
“ Bakara Süresi 29. Ayette “ Sizin için yerde olanların tümünü yaratan “O” dur. Sonra göğe yönelip (İstiva edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O’dur. Ve O her şeyi bilendir.” Diyor Kur’an. Saydınız mı? Ya sekizse? Ya bir tane ise? Mantık beyler mantık!
Yine alkış, yine coşku. Hızını almışken devam ediyordu Arap; “ Fussilet Süresi 11. Ayette “ Sonra duman halinde olan göğe yöneldi; Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti.” Ve devam ediyordu Arap “ Duyan var mı hiçbir şey?”
Oysa atmosfer yedi kattan oluşuyordu. Kız çocuklarını diri diri gömerek putlara kurban edenler gözle gördüklerine bile “ Büyü, sihir” diyorlardı.
“ Embiya Süresi, 31. Ayet “ Ter yüzünde olanları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık.” Diyor Kur’an. İnandınız mı dağlar olmasa yerin altımızda kayacağına?
Mantık beyler mantık!
“ Nemil Süresi 88. Ayette “ Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; Onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatı yapmıştır.” Diyor ve haykırıyordu; “ İçinizde, çölde sürüklenen dağa rastlayanınız oldu mu? Dağımı kaybettim. Rüzgâr sürükledi götürdü de.”
Oysa yer kabuğu mantonun üzerinde yüzüyordu ve dağlarda böylece hareket ediyordu. Kıtalar bile yılda bir ila beş santim hareket ediyordu, yani sürükleniyordu. Aynı Arap:
Hadid Süresi, 25. Ayette “Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için çeşitli yararlar bulunan demiri indirdik;” Göğe merdiven mi kurmuşlar?
Gülüyorlardı. Fakat Modern bilim, gök taşları vasıtası ile demirin süper nova yıldızlardan geldiğini kabul ediyordu.
Mantık isteyen bir başka Arap konuşmacı; “ Rahman Süresi 19-20. Ayetler. “ Birbiri ile kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel ( berzah ) vardır; birbirinin sınırını geçemezler.”
Sıvılar birbirine kavuşmaz mı? Siz gördünüz mü karışmayan denizi? Nerede mantık?
Okyanus bilimciler ( yüzey gerilimi ) dedikleri bir neden yüzünden komşu denizlerin suyunun karışmadığını bulmuşlardır yirminci yüz yılda.
“ Rahme dökülen meniden erkek ve dişi iki çifti O yarattı.”
Kadın doğuruyorsa cinsiyeti o beller veya ortak olmaz mı? Kadın’ın rolü olmadığını söylüyor Kur’an. Ne biliyor?
Salondaki kalabalık tekrar hak veriyordu konuşmacıya. Yine mantık arıyorlardı.
Ama yirminci yüz yıl genetikçileri cinsiyeti sadece meninin belirlemediğini keşfettiler bilimsel çalışmalarla. Mantık yanılabilirmiş. Lakin Arapların anlayacak hali yoktu.
“ Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir alak’tan yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;” Ayetini okuyan Arap soruyordu; Alak da neymiş? Hani topraktan yaratılmıştık? Hani annenin katkısı yoktu? Ne bilelim doğru söylediğini?
Çağının bilgisi ile çağına göre düşünüyordu Arap. Oysa Kur’an bütün çağlarda anlaşılacak şekilde yazılmış olmalıydı. Allah’tan başka hiç kimse, herkese ve her çağa hitap edecek söz söylememişti, söyleyemezdi. Kara cahiller her çağda var olacaktı. Salman Puştu gibi İngiliz casusu alçaklar Kuran’ımıza iftiralar atıp ( şeytan Ayetleri ) diye nitelememiş miydi? Araplar O çağda rahme tutunan zigot ( alak )’ın anneden beslenip, bölünerek, gelişerek insanı oluşturacağını düz mantıkları ile bilebilir miydi?
“ Kıyamet Süresi, 4. Ayet “ Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip, yeniden düzene koymaya güç yettirenleriz.” Diyor Kur’an. Parmak uçlarımızda bir fevkaladelik mi var?
Gurubun taşkınlığı artıyordu. Akıllarına uymayan bir sürü şey vardı Kur’an da. Ama Kur’an modern bilim’in yeni yeni ortaya çıkardığı bir gerçeği işaret ediyordu. Modern bilim; Şu an dünya üzerende yaşayan bütün insanların parmak izleri farklıdır diyordu. Geçmiştekiler de farklıydı, gelecektekiler de farklı olacak diyordu ilim. Bu bir düzenleme değil de neydi?
Arap, devam ediyordu; “ Sonra o su damlasını bir alak olarak yarattık; ardından o alak’ı bir çiynem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiynem et parçasını kemik olarak yarattık ve böylece kemiklere de et giydirdik. Sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir.” İçine mi girmişler kadının? Görmediğimize neden inanalım? Mantık beyler mantık!
Embriyoloji bir sürü yanlıştan sonra Kuran’ın çizgisinde netleşmişti.
O Araplar, mikrop, parazit, ışın, dalga boyları gibi nice gerçeklere de inanmazlardı o günlerde. Çünkü elektriği görmemiş ve karanlığı yaşıyorlardı. Uzaya çıkılacak dese dile galipte putları; merdiveni düşünürdü mantıkları.
“ Gün 365 defa
Ay 12 defa
Günler 30 defa
Dünya 115 defa
Ahret 115 defa
İman 25 defa
Küfür 25 defa
Zekat 32 defa
Bereket 32 defa
İyiler 6 defa
Kötüler 3 defa
İnsan 65 defa tekrar ediliyor
Toprak 17 defa
Nutfe 12 defa
Embriyo 6 defa
Çiynemlik
Et 3 defa
Kemik 15 defa
ET 12 defa
_____+__________
65 defa Yaratılışın toplam tekrarı, İnsan tekrarına denk geliyormuş. Bunlar tesadüf ve bir şey ifade etmez kardeşlerim. Müslümanlar mantık oyunu yapıyorlar, yutmayın. Siz de mantığınızı kullanın ve inanmayın.
Dışarıdan gelen bir atlı, panik içinde kalabalığa daldı ve “ Felaket yoldaşlar! Felaket!” diye haykırdı. Herkes nefesini tutmuş onu dinliyordu: “ Müslümanlar, Kâbe’de ki Tanrılarımızı kırıyor. Yetişin!”
Herkes yerinden fırladı. Büyük uğultu koptu. Kılıcına davranan kapıya koşuyordu Kebeye ulaşıp, kırılmakta olan putlarını kurtarmak için. En sona saygı değer ev sahibi kalmıştı. O da atına doğru yönelirken on dokuz yaşındaki oğluna “sen gelmiyor musun Tanrılarımızı kurtarmaya?” diye sordu.
“ Mantık baba mantık. Kendini koruyup gözetemeyen bir tanrı, Mahlûkatı ve kâinatı nasıl korur ve düzenler? Bana ihtiyacı varsa O benim Tanrım olamaz.”
Oğlu, bütün mantığını iki üç cümle ile yıkmıştı. Orada kala kalan Arap Kâbe’ye put kurtarmaya gitmemişti. İşte bu yüzden kırılan Tanrıların gazabı çökmüş, İslamiyet bütün dünya’ya bir virüs gibi yayılmaya başlamıştı.
Aman ha, bizler de o Arap gibi boş bulunmayalım. Putlarımıza sıkı sarılalım. Her işte mantık arayalım!
DİNCİ NE DEMEK KARDEŞİM? Din mi alıp satıyorlar. Dindar demeniz gerekir.
Allahın sözü ideolojiler gibi değildir. Dinler değil insanlar bilimi baltalamıştır. Bunu bilmiyorsanız aydın bile sayamam sizi. Sivas falan diyerek bir yerlere çekelemişsiniz düşünceyi. Ne alaka?
Bu yazınızı keşke okumamış olsaydım. İyice saçmalamışsınız. Hem de gayet nezaketten uzak bir yazı. İnançlı insanlara dinler öldü diyorsunuz. Bu kehaneti size kim söyledi?
Desene yaşasın kötülük. Ancak "Allahı insan yarattı, o zaten yoktu " diye düşünüp koşuşan ateistler bu kadar zırvalardı.
Demiştim ben, Mum dibine ışık vermez diye. Bu yazıdan sonra mum olduğunuza da şüphe ettim.
Affedin. İnşallah ben yanılıyorumdur. Kastını aşan bir yazı olmuştur.
Üzüldüm.
Engin Tatlıtürk tarafından 3/19/2010 6:02:39 PM zamanında düzenlenmiştir.
izm,izm,izm......pes yani....bu kadar olur diyorum ben....izm"inde bir edebi var inandığınız inaç hakkı için....
inandığınız diyorum çünkü,şu yer yüzünde var olan hiç bir aciz insan inanmadan yaşayamaz....hayvamların dahi bir ianaçları vardır....kuşlar su içer ve başlarını gökyüzüne kaldırıp öyle yutkunurlar.....
"izm"ler insanlığın idrakine giydirilmiş bir deli gömleğidir....itibarları ve ona itibar edenlerse hepsi Avrupalı....hangi bilimden bahsedersinizki siz,ilimsiz ayakta durabilsin.....hangi ilimden bahsedersinizki bilime karşı geride dursun...."Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.der Einstein....
Vicdanın dini, ilimlerdir.... Aklın nuru modern fenlerdir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder ve meydana çıkar. O iki taraf ile talebenin çalışması güçlenir . bu ikisi ayrıldığı vakit, birincisinde taassub, ikincisinde şübhe meydana çıkar.... taasub ki malumunuz,onda kör bir tarafgirlik ve doğruluğu hiç araştırılmadan karşıt düşünceyi inkar vardır.
yazık taasuba tutsak olanlara....fen bilimleri insan hayatında var oldu olalı, sapkınlık ve insanlığın helakı yüz seksen sürat hızla devri daim yapmıştır....haşa,Allahsız bir alemde merhanet ve insani duygulardan bahsetmek ve insan hakkını savunmak, bir delinin kuyuya taş atması misali yüzbin akıllının zihninde örümcek ağları örerek aklı perdelemek dmektir....örümcek ağı diyorum çünkü Ayeti kerimede ifade edilen örümcek ağı aklın karşısında acizdir..İmanlı bir insan o kuyudan tevhid gücüyle çıkmasını bilir...Lailehe illallah.........Allahdan başka ilah yoktur....yırtıldı örümcek ağı..........
ama inklarcıyı o halde düşünürsek eğer, saplandığı o inkarın pençesinde az bir yelin dağrmadağın edebileceği o örümcek ağı çelikten halatlar meydana getirir ve ruhsuzluk halini alır ve aklı kıt eder........kendi gölgesini kendine yabancı sayar insan....
Kuranın ifadesi ile,akletmez ve düşünmez olurlar....düşüncesi yalnızca kendi aynasında kendini gördüğü bir suret gibi aldatır ve aladanır ölünceye kadar beşer....
insan sadece göründüğü hali ilemi insandır peki....nice katiller varki insan öldürür ve çıkıp sokakta masum bir surat ifadesi ile hiç bir şey olmamış gibi yıllarını tüketir....yani bir katilin içindeki öteki insan suretini katilin kendisi dışında hiç bir insan anlamaz ve bilemez....peki bu adilmi? yani nice katiller varki, hesap sorulmadan ceza çekmeden ölüp gidiyorlar....masum olarak öldürülmüş her insanın hakkını soracak bir Mabudu olmalı değilmi...suçlular cezalarını çekmesinlermi? adil bir hüküm olmasın mı...olmalı....olmalı ki adalet yerini bulsun.....
işte dünyanın dört bir yanında günahsızca ölen insanlar....neden böyle? insanın içinde barındırdığı nefs ve egoları insan sıfatını sıyırır ve şeytan libası giydirir insanın üzerine....ondanki eski büyüklerimiz derlerki "aspaplı şeytanın şerri"yani şeytanın dahi korkup kaçtıtğı insan sıfatlı şeytanlardan bahsediyorlar burada....
şimdi siz fikri haliniz doğrultusunda,güzellikle bilimden bahsedip yazıp çiziyorsunuz.... oysa bir çok bilim adamına bakıyoruzki hayatları bir intiharla son bulmuş.....peki bilim bu kadar kati bir çözüm sunuyorsa eğer, insan olana yazık değilmi bir hiç uğruna yaşayıp bir hiç uğruna kendi eli ile ölüm hükmünü versin....
bilakisİ Max Planck şöyle der; Hangi sahada olursa olsun, ilimle ciddi şekilde meşgul olan herkes, ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: "İman et!" İman, ilim adamının vazgeçemiyeceği bir vasıftır.
yazık ki cumhuriyet döneminde avrupa baş tacı edildi....yaklaşık elli yıla yakın düşüncemiz yasaklandı....İman suç sayıldı hep.bir izm uğruna bütün bütün izm lere düşman kesildi millet....her tehlikeye karşı hapishaneler yükseldi,matbaalr kuruldu,mektepler açıldı. Çemil Meriçin değimi ile;gediklerden sızan her fikir,süngü ile tepelendi.
ve tabiiki kamuoyu iktidarlarla el ele verdi.kanun asla göz açtırmadı....bazan batıcıydı bazan batıcılık oldu adı. her inanç onun himayesinde meydana çıktı. bu yedi ceddi yabancı olan bilimin ve modelin inancımız ve dilimizde bir adı yok ne yazık....çünkü "Dinsiz"!
Batı"obskürantizm" demiş....o ihtiyarlayıp elden düşünce, surların ardındaki din ,bulanık bir sel gibi boşanmış ülkemizin bağrına.....beyni iğdiş edilmiş nesil,derin bir su özlemiyle dalmış bu kirli sulara.ve meçhul bir sarhoş edici içeçek gibi çıldırtmış tüm insanları.....70 küsür milyon insan,70 küsür milyon insana düşman kesilmiş....
yazık düştüğümüz bu hale....yazık.....şu sayfada biz"ötekiler" olarak adlandırılıyoruz....hangi öteki....siz kimsiniz peki.... bu sayfada bana "birileri diyen ,benim bulunduğum her yerde "birisi" olarak bakacakatır bana...peki bende öteki mi diyeyim bu insanlara...o vakit benim onlardan ne farkım olur peki.....ben ne sen ne ben "biz" diyorum yinede.....
peki tümüyle Dini açıdan bakmış olursak ne görürüz....
İslam dini evrensel bir dindir....bir müslüman olana değil kafir olana dahi kucak açmıştır.....
Her ne kadar halk arasında mutaassıp kelimesi dindar anlamında kullanılıyorsa da bu çok yanlış bir kullanımdır. Taassupa en çok karşı çıkan din İslam'dır.
Hz. Peygamber s.a.s müşrikleri İslm'a davet ettiğinde onlar yanlış eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslamiyet'i kabul etmiyorlardı.
Hak dini kabul ettirmeyen ona karşı koyduran bu kör inada Kur'an "Cahiliyye taassubu (hamiyyetü'l-câhiliyye) Fetih 48 26 demektedir.
bugün de İslamiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslam'a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dini heyecanları çok fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir tabiiki......
Müslüman mutaassıp değil hoşgörülü olmalıdır. müsamahakar insan sabit fikirli değildir, medeni cesaretle fikirleri tartışabilir doğru ile yanlışı ayırdetme gücüne sahip olandır. hakkında yeterli bilgisi olmayan şeylerde körü körüne iddia sahibi değildir.
İslam'ın yayılışında Hz Peygamber sas insanlara İslamı hoşgörü ile anlatmış irşadının vazgeçilmez unsuru müsamahası olmuştur. yani"(dini anlatırken) kolaylaştırınız (hoşgörülü olun), zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyin" buhari hadisindeki tavsiye de bunu göstermektedir.
velhasıl Allahsız alem olmadığı gibi,alemsiz insanda değersiz ve manasızdır ve olamazda zaten.... Hz Ali ne güzel ifade eder,"Ey insan alemlerde sende dürülmüş,cihanlar sende gizlenmiştir"diye........İman ve kul....İlim ve bilim....bir bütündür.....
insan eğer "yaratıcısını" bilipte bulursa insandır.....yoksa darwin gibi akılsız bir avare gibi maymunlar içinde kendini arar başıboş dolanır dolar boşlaır ve yok olur gider.....
konun aslından saptığının farkında olarak, bir alt yorumun bize ithafen olmasından dolayı bu cevaı yazmak gereği duydum.........
ve bilgisayrımın azizliğine uğradığımdan sürekli düzenlemek zorunda kaldım....insan yapısı işte bu kadar aciziz.....
baki selam ile...
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 3/19/2010 5:54:50 PM zamanında düzenlenmiştir.
Engin Tatlıtürk
Selam ve saygılar.
Allah'a emanet olunuz.
Mehtap Hanım'a
***
Din mi? Bilim mi?
Muhafazakâr ve dinci çevrelerin, kendilerinin hoşlarına gitmeyen ve beğenmedikleri düşüncelere karşı verdikleri refleks hep aynıdır; ya zorla susturmaya çalışırlar(Sivas’ta olduğu gibi) ya da “ideolojik sapkınlık” derler (Evrim Teorisine dedikleri gibi). İdeoloji onlara göre sapkın, bozguncu fikirler taşır ve uzak durulması gerekir. İdeolojilerin yanlış bilinç olduğunu savunurlar. İşin esası şudur; bilimsel ideolojiler yanlış bilinç değildir, resmi ideolojiler yanlış bilinçtir. Dinler de resmi ideolojiler kapsamında değerlendirilebilir. Sanki dinleri ve dinsel düşünceleri savunanlar ideolojik davranmıyorlarmış gibi çok rahat bir şekilde saldırıya geçerler. Bir söz Tanrı’nın sözü olunca ideolojik olamaz mı?
Tarihte bilim ile din arasında ki ilişkiler hep sorunlu olmuştur. Din, bilimsel düşüncenin ve gelişmelerin önüne geçmek istemiş, engellemeyi başaramayınca da somut cezalar önermiştir. Örneğin, Orta Çağ Avrupa’sında Engizisyon Mahkemeleri, esasta, dinsel düşünceye darbe vuran ve dini gerileten bilim düşüncesini yargılamak ve cezalandırmak için kurulmuşlardı. Amaç, pozitif bilimlerde ki dinamik gelişmeyi engellemekti. Orta Çağ karanlığına karşı gelişen Aydınlanma, bilimin ve bilimsel düşüncenin özelde Hıristiyanlığa, genelde ise tüm dinlere ve dinsel düşüncelere karşı aklın ve bilimin zaferidir. Bilimsel gelişmeler karşısında Hıristiyanlık havlu atmasına rağmen, günümüzde yine de, örneğin genetik mühendisliğinin çalışmalarını engellemek için Kilise, elinden geleni yapmaktadır.
İslâm ise çeşitli yorumlara sığınarak direnmektedir. Artık şu kabul edilmelidir ki, dinler ve onlara yön veren kutsal kitaplarda yazılanlar bugün insanlığın sorunlarına hiçbir çözüm üretemez. Dinlerde önemli bir yan oluşturan ahlâki öğütlerin de bir önemi kalmamıştır. Kapitalizm(sermaye) kendi ahlâkını daha doğrusu kendi ahlâksızlığını oluşturmuş, dinsel temalar üzerinden hareket edenler bile bu ahlâksızlığı yaşamlarının temeline oturtmuşlardır.
Bilimin dinle ilişkisi hep sorunlu olmuşken, bilim ideoloji ilişkisi sağlıklı bir şekilde kurulmuştur. Bilimin ideolojiyle ilişkisi kuramsal düzeyde, bir başka deyişle teori aracılığıyla olur. Teori ise bilindiği gibi, kavram ve kategorilerle yapılır. Bilim dili, içinde geliştiği toplumsal, siyasal ve ekonomik yapının kavramsal çerçevesi ve birikimiyle kurulur. Diğer yandan da kendi ürettiği kavramlarla o toplumun düşünsel ve ideolojik düzeyini etkiler. Burada şunu demek istiyoruz; bilimsel teorilerin bazı kavramlar oluşturup kullanabilmesi, toplumun zihinsel, düşünsel ve ideolojik düzeyinin o kavramların ortaya çıkmasına elveren bir olgunluğa ulaşmış olmasını gerektirir. Diğer yandan, böylesi bir gelişme, yani bilimin her teorik atılımı, yeni bir kavramsal yapının oluşmasını sağlar ve eskiden kopuş daha kolay olur. Bu düzey yoksa, o toplumda ne bilimsel düşünce ne de bilimsel gelişme olabilir.
Bugün İslamiyet’in geçerli olduğu toplumların en önemli handikabı budur. İslâm’ın düşünce sistematiği, insanların zihinlerini dumura uğratmış, soru sordurmaz, sorgulatmaz ve yargılatmaz hale getirmiştir. Onların zihinsel dünyalarında tek bir gerçek vardır; dinin emrettiği şekilde yaşamak ve din için savaşmak.
Bilim, her türlü keyfi irade ve yaptırımdan bağımsız, kendi yasalarının olduğu kabulünü gerektirir. Bu yasa ve ilkeler çerçevesinde hareket eder. Dinsel düşünce ise insana dogmatikliği, kutsal kitabın söylediklerine bağlılığı emreder. Kutsal kitapların söyledikleri asla tartışılamaz ve değiştirilemez. Bu katı yaklaşım, İslamiyet’te daha da keskin bir şekilde kendini gösterir. Dünya değişir ama ayet ve hadisler asla değişmez, ancak yorumlanabilirler. Bir şeyi az da olsa değiştirmeden geliştirmek bilimsel olarak mümkün değildir. İslâmcı çevreler, Kuran’ın değişmeden bugünlere gelmiş olmasını çok büyük marifetmiş gibi söylerler ve dinlerinin sağlamlığına kanıt olarak gösterirler.
Marx mealen, dirilerden çektiğimizden daha fazlasını ölülerden çekmekteyiz der. Atalarımızın ilk başlarda metafizik düşünce biçimleriyle hareket ederek ruhların varlığına inanmaları ve Animizm inancını ortaya çıkarmaları, doğa karşısındaki çaresizliklerinin sonucu olmuştur. Şamanizm, totemizm vb. gibi inançlar ve giderek, sınıflı toplumlarda ortaya çıkan tek Tanrılı büyük dinler, hep bu çaresizliğin ürünüdür. Yani, “Tanrılar insanlardaki ussal şaşkınlığın nedeni değil, sonucu” olarak ortaya çıkmışlardır. Tanrı’yı insan yaratmıştır ve daha sonra da kendi yarattığı şeye kölece inanmaya başlamıştır. Aynen para-insan ilişkisinde olduğu gibi. İnsan, kendi icat ettiği paranın esiridir şimdilerde.
Bilime inanmak, güvenmek gerekiyor. Bilim yöntemi, hayata bakışımızın da anahtarı olmalıdır. Bir şeye körü körüne inanmakla, bir şeyi nesnel durumu itibarıyla anlamaya çalışmak ve sonra inanmak aynı şeyler değildir. Dinci ve muhafazakâr kesimler için acı ama gerçek olan şey, insanlık tarihinde dinler artık miadını doldurmuş olmasıdır. İçinden geçtiğimiz dönemde dinsel ideolojilere sığınmaya çalışmak son çırpınışlardır. Bunu kabul etmek gerekiyor. Doğa bilimlerinde ki her gelişme, dinsel düşünceye büyük darbeler vurmuş ve insan toplumları için gereksizliğini her geçen gün biraz daha açığa çıkartmıştır. Bu gün sır olarak görünen, evrene ve dünyaya dair olgular gelecekte mutlaka açıklanacak, bunu da dinler değil, bilim yapacaktır.
Mehmet Ali Yazıcı
Aynur Engindeniz
"Dinci ve muhafazakâr kesimler için acı ama gerçek olan şey, insanlık tarihinde dinler artık miadını doldurmuş olmasıdır" Çok büyük laf etmişsiniz, umarım altında kalmazsınız...
Mehtap Yıldız
aziz nesini görürsünüzde, bir Menderesi görmezden gelirsiniz...tüm bu örtülü cinayetleri işleyenler "izm" cilerdir.....
Engin Tatlıtürk
Her şeyi yaratan, Bilimi de yaratan Allah bilemedi de beş duyumuzla bizler mi he bir şeyi dinlerden iyi bildik.
Boşluğa asma köprü kursa fen
Allah derim, başka bir şey demem ben.
Bayanlar haklı kardeşim.
Selamlar.
CHP ve onun zihniyetini taşıyan kesimin en kati silahı"genç subaylar ve öğrenim gören gençlerdir".....Demokrat Partinin son dönemlerinde de bu olayların birebir aynı yaşandı ve o en çirkin hadiseler yaşandı bu topraklar üzerinde....
bu ülkeyi hep böyle vurdunuz....vura vura ellrindeki bütün özgürlüklerini alıp,kendi emellerinizde kullanacağınız birer piyon haline gelmesini sağladınız mü milletin....damarlarındaki kanlarını kirlettiniz İllallah yani.....bu nasıl bir düşüncedir bu nasıl bir buhran.....kainatın dahi belirli bir nizam ve düzeni var....hayvanlar dahi kurallarıyla yaşarlar.....yarasalar ışıktan kaçar,köstebekler toprak altında yaşarlar.....kuralllar efendim kural var....kuralszlık kuralları bozar...eğer bir yerde kurallar bozulmuşsa o yerde insan hak ve özgürlüklerinden bahsetmek abesle iştigal dahi olmaz.....çünkü gereksizliğin dahi bir değeri vardır....
son günlerde yeniden bir kaç ünüversitede hortlayan şiddetilerin tesadüf olduğunumu düşünüyorsunuz acaba....evet evet aslında haklısınız.....bizim asıl meselemiz bu zaten....kimlik.....okullarda kim tarafından yetiştirildiğimizdir,ki şükürki ben o zihniyetten tek bir harf öğrenmiş değilim.....benim mübarek öğretmenlerim bu camia içinde inancıyla öğrenci yetiştiren veya inanç dışı dahi olsa,benim inancıma saygı gösteren kıymetli insanlardı.......bilmeliyiz aslında ...öğrencileri kimlerin ellerine teslim ediyoruz....tututrdunuz Başörtüdür İmmahatiptir diye....çatlayacaksınız neredeyse....Erdoğan ve Gül diye....
görüyoruz işte İmam hati karşıtlarının sonunu....ilim aydınlanmak için alınır,karanlığa saplanmak için değil.....alalen görüyoruz yani ,daha dünkü son vaka.... adam okumuş yıllarını vermiş ünüversitede sözüm ona hocalık yapmış ki (ben bu ismi tenzih ederim) acizliğinden kabloyla kendini asmış.... oturup gülelimmi aslında ağlanacak bu halimize....şimdi ne alaka diyeceksiniz öğle değil mi....
bu gün bütün bürokratik makamların hepsi aynı ırmakta yuyunmuş insanlar ve aynı pazılın parçaları ne yazık ki....ben şu çeyrek ömürlük hayatımda bu kadar çok intihar eden bürokrasi önderi görmemiştim....Askermi dersin subaymı dersin dekanmı dersin akademisyenmi dersin generalmi dersin....her ne denirse densin sonuç ortada işte....nedir bunların derteleri....kimlere uzanır bu ipin ucu....hangi suçun ortakları ve hangi imnancın önderleri....onları konuşmaktan ve yüzleşmekten alıkoyup susturan kim....kim? kim diye sormayalım kimlerdi diyelim artık isterseniz çünkü açık ara deşifre oldunuz.....
ama artık anlayın ki bu gün o gün değil....taşlar yer değiştirdi....bu iktidar zamanına kadar koyun gibi arzu ettiğiniz yerlere sürüklüyordunuz tüm insanları.....ama artık tüm çabalar boşa....çünkü satrançta son hamlede gizlidir galibiyet....
kutlarım efendim...şah-mat....
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 3/19/2010 12:22:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bu makaleninde konumuza bir katkısı olur sanıyorum.
****
İnsanı Anlamak...
İnsanlık tarihi aynı zamanda insanı anlamanın ve “insanlaşma”nın da tarihidir. İnsanlaşma ise insanın kendini anlama arzusu, tanıma ve tanımlama çabasıyla başlayan bir süreçtir. Bu süreç, insan türünün ortaya çıkmasından bu yana devam etmektedir, çünkü insanı anlamaya/tanımaya/tanımlamaya yönelik kesin bilgilere henüz ulaşabilmiş değiliz. “İnsan nedir?” sorusu tarihin hemen hemen her döneminde, özellikle sosyal bilimlerin konusu olmuş, birçok filozof ve düşünür bu soruya anlamlı yanıtlar bulmaya çalışmışlardır.
Gramsci, “İnsan Nedir?” sorusunu sorar ve bu soruyu şu şekilde yanıtlar: “Aslında şunu sormak istediğimizi anlarız: İnsan ne olabilir? Bu ise, kendi kaderinin efendisi olabilir mi, kendini yaratabilir mi, kendi hayatına biçim verebilir mi anlamına gelir. Öyleyse insan bir süreçtir ve tam olarak kendi edimlerinin sürecidir diyelim.”
İnsan bir süreç olduğuna göre insan bilgisine tam ve kesin olarak ulaşmak da mantıken mümkün değildir. Bu nedenle sosyal bilimler insanı tanıma ve anlama konusunda “insan, kendini yorumlayabilen bir varlıktır” tanımı üzerinden hareket etmektedirler. Bu soru aynı zamanda felsefenin de sorusudur. Çünkü felsefe, tarih boyunca “varlıkla düşünce” arasındaki ilişkiyi kendine konu edinmiştir.
Sosyal bilimler arasında yer alan psikoloji ve psikolojinin uygulama biçimi olan psikiyatri ise “insanın bilinebilirliği ve değiştirilebilirliği” iddiasını ileri sürmektedir.
İnsan tarafından oluşturulan bilimler ailesi içerisinde (A.J.Ayer’in hayli ünlü makalesinin adıyla belirtecek olursak, “bilim öznesi olarak insan” görüşünün toplum bilimler için yalnızca olası değil aynı zamanda tek itibarlı amaç olarak görülmesiydi) psikoloji ve psikolojinin uygulama alanlarından biri olan psikiyatri, “insan bilgisini üretmekte, hem de bu bilgilere dayalı olarak insanı yorumlamada bilimsel yaklaşımın temelini oluşturduğu” iddia edilmektedir. Bu bilimlerin etkinlik alanları ve çabaları, bir başka insanı yorumlayarak anlamaya çalışmaktır. Bunun için de bu alanda gerekli bilgileri oluşturur, biriktirir ve kullanırlar. Bunu yaparken de, bireyin içinde bulunduğu siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik atmosferi sürekli göz ardı ederler.
Erdoğan Özmen, “Psikiyatri, Psikoloji, Politika” adlı kitabında bu durumu kesin bir dille eleştirerek “(P)sikiyatri/psikolojinin birey bahsinde (temel bir varsayım olarak) taşıdığı felsefi bağlamın burjuva düşünme biçiminin temel dayanaklarından birisini oluşturduğu, toplumsal eylemin/dönüşümün odak noktasına ‘birey’i yerleştirerek bir anlam kaydırıcı vazifesine memur olduğu, toplumsal bütünlüğe dair analizler karşısında epistemolojik bir mevzi olarak gördüğü ileri sürülebilir.” demektedir.
Dilthey, psikiyatride hasta-hekim ilişkisi içerisinde değil de, genel olarak anlama kavramını şu şekilde açıklamaktadır: “Her bir tekil insani ifade, birçok kimse için ortak olan bir şeyi ve bu nedenle de nesnel zihin alanının bir bölümünü temsil eder. Her bir sözcük ya da cümle, her bir jest ya da iltifat tarzı, her bir sanat eseri ve her bir tarihsel eylem, yalnızca kendisini ifade eden insan ile onu anlayan insan, ortaklaşa paylaştıkları bir şeyle birbirlerine bağlı olduklarından dolayı anlaşılabilir; birey, her zaman, bu ortak alanda yaşar, düşünür, eylemde bulunur ve aynı zamanda anlar.”
Bu tanımlamadaki ilişki tarzı, psikoloji ve psikiyatride görülmez. Psikoloji ve psikiyatrideki tek amaç karşıdaki insanı anlamak değildir. Hedeflenen şey, anlaşılan noktadan sonra o insanı değiştirmeye yöneliktir ve asıl tehlike de bundan sonra ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan ve var oluşsal (nesnel) bilgisine tam olarak ulaşılan şey, değiştirilmeye/dönüştürülmeye açıktır. Bu ilişki tarzı ya da daha doğrusu müdahale tarzı, “insan bilinebilir” iddiasına dayanır. İnsan bilinebildiğine göre, insanda ki yerleşik değerler dışında gelişen yanlış/anormal kabul edilen davranışlar ve düşünce biçimleri de değiştirilebilir. Ancak, böyle bir müdahalede bulunabilmek için insana dair bilgilerimizin doğru ve kesin olması gerekir. Oysaki bu bilgilerin ve müdahale yöntemlerinin hiçbirinin doğruluğu ve kesinliği test edilmiş değildir.
Bunun eleştirisini var oluşçu bir psikolojiye yönelen psikologlar yapmışlardır. Pozitivizmin yöntemine yönelik şüpheler öteden beri dile getiriliyordu. “Tüm insan davranışlarını yasa benzeri, nedensel terimlerle açıklamak-R.D.Laing ve arkadaşlarının özellikle protesto ettiği gibi-normal dışı davranışlarda sorulacak sorunun, her zaman hangi yanlış işlevin(malfunction) ona neden olduğunu var saymaktır. Fakat bu, söz konusu olan davranışının, dünyayla baş etmeye çalışmanın bir yolu olarak, stratejik olabileceği özelliğini gözden kaçırır. Bu gözden kaçırmanın da, bilinçli özneler olarak ele alınmaları gerekirken, aktörleri, manipülasyon nesnelerine indirgemek olduğunu ileri sürer Laing.” (Aktaran, Quentin Skinner, Teorinin Dönüşü)
İnsan bilgisi söz konusu olduğunda doğru nasıl tanımlanabilir? Öyle ya, doğru bilgiye sahip olmadan bir başkasına müdahale hakkı kabul edilemez ve haklı da gösterilemez. Bilimin kabul ettiği gibi, insan bilgisini düşünce üretmek mümkün ancak bu bilginin doğruluğunu maddi yaşamın içerisinde sınamak ve test etmek zordur. Zorluk, bu bilgilerin doğruluğunu denerken karşımızdakine zarar verme ihtimalinden kaynaklanır. İşte bu durum, tüm psikiyatri ve psikoloji alanın da çok önemli tartışmalar neden olmaktadır.
Bu noktada, felsefi açıdan “doğru” kavramına nasıl yaklaşıldığını ve nasıl tanımlandığını kısaca gözden geçirmek gerekiyor.
“Doğru” kavramı daha çok doğa bilimlerinin kullandığı yöntem temel alınarak tanımlanmaktadır. Doğa bilimlerinde “doğru bilgi”ler tek tek örneklerden yola çıkılarak ve bilimsel yönteme dayalı olarak evrensel yasa ve kuramlara ulaşmaktır. Bu yöntemle ortaya çıkarılan ve doğrulanan sonuçlar, bizim o olay ve olgulara yönelik doğru bilgilerimizdir.
Bilimdeki pozitivist anlayış, aynı yöntemin insan bilimlerinde de (özellikle psikolojide) uygulanmasını savunmaktadır. Bu öneri büyük oranda kabul görmüş ve uzun süre insan bilimleri alanında etkili olmuştur. Bir dizi şaşırtıcı ve ilginç olguyu açıklamak, onların oluşum süreçlerinin ve meydana gelişlerinin bilinen bir doğal ya da istatiksel yasadan çıkarılabileceğini ve böylece “ön-denebileceğinin gösterme sorunu olarak ele alındı.” Bu analiz, toplum bilimcilerini, toplumsal olguları açıklarken, tek kabul edilebilir bir temel olarak düzenlilikler aramaya yönlendirdi. Buna paralel olarak da, “onların, insan eylemlerinin, prensipte doğa olaylarının açıklanmasına benzer bir yolla değerlendirilmemesi ve açıklanmaması için hiç bir nedenin olmadığına inanmalarını da gerektirdi.” (Alıntılar, Quentin Skinner age.)
Doğa bilimlerinin kendilerine konu yaptıkları tek tek ortaya çıkan olaylar maddi dünyanın içindedir yani insanın dışındadır. Somut ve görünebilirdir. İnsanın ruhsal durumunu yani iç dünyasını konu eden bilimler ise, deyim yerindeyse görünmez olanla yani insanın içindeki yaşantılarla ilgilenirler. “Doğayı açıklarız, ruh olaylarını ise anlarız.” diyordu Dilthey. Doğa bilimlerinin nesnel dünyası ile ruhsal bilimlerin konusu arasındaki büyük ayrılığı ve onların kavranılmasının da çeşitli olacağına vurgu yapmak istiyordu. Dilthey’e kadar yapılan ruhbilim çalışmalarında amaç bilgiye yönelikti. Dilthey’in öne sürdüğü yeni ruhbilim tanımlaması ise “anlama”ya yöneliktir ve anlamaya erişmeye çalışır.
Son yıllarda, mutlak doğru hevesinden oldukça uzaklaşan doğa bilimleri şu şekilde savunulmaktadır: “Doğa bilimcileri, tikel gözlemleri kümelendirme ve bir düzen (kosmos) varsayımı çerçevesinde anlamlandırma, böylece, kesinlik iddiası kuşkulu olsa da işe yarar bilgileri ve iletişim ortamında iletilebilirliğini sağlama açısından diğer bilgi türlerine göre bir üstünlük sağlamaktadır. Üstelik, doğruların kanıtlanabilirliği ile yetinmeyip, öyle önermeler içinde formüle ediliyor ki, bunların Popperci anlamda yanlışlanabilmeleri de mümkündür.”
Geçerken, Popperci yaklaşıma da kısaca değinmek gerekiyor. Popper, bir inancın doğru bilgi olabilmesi için tek koşul olarak, o inancın yanlışlaşabilmesi için düzenlenmiş “önemli bir deney”e sunulmasını ve bu testi başarılı olarak geçerse, bilimsel olarak itibarlı olacağını ileri sürer. Eğer bir önerme-ya da kuramda yer alan önermeler yığını-yanlışlanabilirlik testinde başarısız olursa ya da yanlışlanabilirliğe sunulduğunda başarılı olmadığı kanıtlanırsa, sözünü ettiğimiz önermenin hiç bir anlam ifade etmediğinin açık bir göstergesini elde ederiz.
Bu tanımlamayla birlikte, toplumsal bilimler, “bildirisel olarak olgusal olanı, salt normatif ya da metafiziksel olan iddialardan ayırt etmeye ilişkin hazır ve kolay bir yolun kendileri için sağlanmış olduğunu gördüler ve böylece kendilerini hakiki bilimler olmaya doğru yönelen dar ve sınırlı bir patikaya yerleştirdiler.” “Açık toplum ve düşmanları” konusundaki polemiğinde bizzat Popper bu ayrımlar üzerinden kışkırtmalarda bulundu. Marksizm, psikanaliz ve ütopyacı toplum felsefesi tarihin çöplüğüne atılırken, yalnızca “bölük-pörçük” ampirik araştırma öneriliyordu.
Bu tartışmalara yönelik gelişen tepkiyi Quentin Skinner, “Teorinin Dönüşü” başlıklı makalesinde şu şekilde değerlendiriyor: “Bu genel dönüşümler arasında, belki de en önemli olanı, doğa bilimlerinin toplum bilimlerinin pratiği için uygun hatta geçerli bir model sunduğu varsayımına karşı yaygın bir tepkidir. Büyüyen şüphenin en büyük yansıması, insan davranışlarının açıklanması ile doğa olaylarının mantıksal olarak farklı girişimler olduklarına ve böylece tüm başarılı açıklamaların aynı tümdengelimci modeli ifa etmesi gerektiğine dair pozitivist inancın temelde yanlış kavrandığına ilişkin bir düşüncenin dirilmiş olmasıydı.”
Sonuç olarak, kontrollü bir şüphecilikle karşımızdakini bilmek ve anlamak her zaman olanaklıdır. Burada gözden kaçırılmaması gereken tutum, karşımızdakini kendi gerçekliği içinde ve anlam dünyasında ele alıp anlamaya çalışmak ve farklı bir birey olduğunu unutmadan, bireysel seçimleri ve kişisel özellikleri çerçevesinde görmek, kendi değer ve anlam dünyamızı işin içine katmamaya özen göstererek tanımaktır.
Mehmet Ali Yazıcı
filistin, yaralı kuşum tarafından 3/19/2010 12:11:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
Engin Tatlıtürk
Son paragrafa kadar bir çelişkimiz de yok. Kaldıki bunlar birer tez.
Ben fikret Bey'in sadece bu yazısına değil genel düşünce yapısına katılmıyorum.
Tutarsızlıklarla dolu.
Yalandan asla alkış tutamam.
Beğenince oluyor da menfi eleştirince tutucu ve iktidar yanlısı mı oluyoruz.
Siz muhalifsiniz de ne oluyor ki ben taraf olacağım da ne olacak?
Yazdığınız yazılar gibi yüzlercesi karşı tez olarak düşünülebilir ve savunucuları var.
Sonuç paragrafını yazsanız kafiydi. Kimsenin dünyasını tam olarak bilemez ve inceleyemeyiz. Şüphecilik felsefi bir akımdır. Ama kötü zanda bulunmak bir felsefi akım değildir. Daima menfi düşüncelerle dolu olmak ve ortalığı fişeklemek kontrollü şüphecilik mi Oluyor sizce?
Maksadım ne sizinle ne de Fikret beyle kültür yarıştırmak değildir. Sizler benim aydın kardeşlerimsiniz. Ama bazen mum dibine ışık vermiyor.
Birbirimizi nezaketle uyarmaya varım. Fikret beye hakarte varan ağır eleştiriler yapılınca bunun nazik bir davranış olmadığını ilk ben söyledim.
Lakin Fikret kardeşimin dili de çok kırıcı. Züccaciye dükkanında dolaşan dev gibi bir şeyleri kırıp döküyor habire.
Ateşte, cımbızda yokmuş fikir çilesinden büyük işkence.
Çilekeşler tahammüllü olmalıdır.
Saygılar.
Engin Bey, insan toplumu koyun değildir, koyunlaştırılmışlardır. Bunu yapanlarda, tarihsel olarak egemen olanlar ve kendi çıkarları için insanları sürüleştirenlerdir. İnsanlık bu kuşatmayı en kısa zamanda yaracaktır. Buna inanıyorum ve size Brezilyalı Eğitimci Paulo Freire'nın "Ezilenlerin Pedagojisi" adlı yapıtını incelemenizi öneriyorum. Bu konuyla ilgili nacizane bir yazımı da gönderiyorum.
Saygılar...
****
"Ezilenlerin Pedagojisi"nde Eleştirel Bilinç
Paulo Freire Brezilyalı bir eğitimcidir. Halk eğitimi üzerine uygulamalı çalışmaları vardır. Köyleri dolaşarak, okuma yazma bilmeyen köylülere kurslar verir, seminerler düzenler. ’Ezilenlerin Pedagojisi’ adlı kitabını bu deneyimler sonucu yazmıştır.
Kitapta, köylülere yönelik çalışmalarından ilginç anılar da vardır. Bunlardan biri, okumayı yeni öğrenmiş bir köylünün itiraflarıdır. Okuma-yazmayı öğrenmek istememesinin nedenini şu şekilde açıklar:
’Okuma-yazmayı öğrenmek istemiyordum, çünkü eğer öğrenirsem eleştirel bir bilince sahip olacağımdan korkuyordum. Hiçbir şeyin düzgün işlemediği bir ülkede böylesi bir bilinç, insanın başına felaketler getirir. Anarşizan bir tutum takınma korkusu, okuma-yazma isteğimi engelledi. Oysa, okumayı öğrendikten sonra hiç de düşündüğüm gibi olmadı.Yani, korktuğum şeyler başıma gelmedi. ’Köylünün değerlendirmesi yaklaşık olarak bu doğrultudadır.
Freire’nin buradan çıkardığı sonuç şudur: ’Eleştirel bilincin uyanması, sosyal hoşnutsuzlukların ifade edilmesinin yolunu hazırlar, çünkü bu hoşnutsuzluklar baskıcı bir durumun gerçek bileşenleridir.’
Eleştirel bilinç, okuma, anlama ve hayata geçirme denkleminde kendini bulur. Bu da ciddi bir özgürlük sorunudur. Özgürlüğünü elde edemeyenler, eleştirel bilince asla ulaşamazlar. Hegel, ’Özgürlüğün elde edilişi yalnızca, hayatın tehlikeye atılmasıyla olur...(...) hayatını ortaya koyamamış bir birey, kuşkusuz bir birey olarak tanınabilir; fakat o, bağımsız bir öz-bilinç olarak bu tanımanın gerçeğine erişemez’ diyordu.
Eleştirel bilinç, fanatizm ve sekterlik değildir. Freire, ’fanatizmle beslenen sekterlik, her zaman hadım edicidir’ diyor adı geçen kitapta ve devam ediyor: ’Eleştirel bir ruhla beslenen radikalleşme ise daima yaratıcıdır. Sekterlik gizemlileştirir ve böylece de yabancılaştırır; radikalleşme eleştirir ve böylece de özgürleştirir. Radikalleşme kişinin seçmiş olduğu tavra artan bir bağlılığı içinde barındırır ve böylelikle somut, nesnel gerçekliği dönüştürme çabasına daha sıkı angaje olmayı getirir. Buna karşılık gizemlileştirdiği ve irrasyonel olduğu için sekterlik gerçekliği sahte (ve bu nedenle değiştirilemez) bir ’gerçeklik’e dönüştürür.’
Eleştirel bilinç edinme çabası, yaygın bir insandışılaşmaya karşı kuşanılacak tek silahtır. Değer yargısı açısından baktığımızda insanlaşma problemi daima insanın temel problemi olmuştur. Bu sorun artık kaçınılması imkânsız bir duruma gelmiştir. ’İnsanlaşma kaygısı öncelikle, insandışılaşmanın sadece varlıksal bir olasılık değil, ayrıca tarihsel bir gerçeklik olarak da fark edilmesini sağlar. Ve insan, insandışılaşma derecesini algılarken, insanlaşma uygulanabilir bir olasılık mıdır diye kendine sorar. Tarih içinde, somut ve nesnel bağlamlarda, yetkinleşmemişliğin (uncompleted) bir varlık olarak insan için, gerek insanlaşma, gerek insandışılaşma birer olasılıktır’ diyor Freire.
İlk çağlardan bu yana insanın mücadelesi insanlaşma üzerinedir. ’Fakat hem insanlaşma hem de insandışılaşma gerçek alternatifler oldukları halde, yalnızca insanlaşma insanın yetisidir (man’s vacation/des Menschen Berufung). Bu yeti, sürekli olumsuzlanmaktadır; ancak bu olumsuzlamayla aynı zamanda olumlanır da. İnsanlaşma; adaletsizlik, sömürü, baskı/ezme ve ezenlerin şiddetiyle engellenir; ezilenlerin özgürlük ve adalet özlemiyle, kaybettikleri insanlığı yeniden kazanma mücadelesiyle olumlanır’ diyor Freire.
İnsandışılaşma sadece insanlığı çalınmış olanları değil, onların insanlığını çalanları da niteler. İnsandışılaşma, "daha insan" haline gelme yetisinin bir tahrifidir. Bu tahrifat tarih içinde gerçekleşir ama tarihin kendine özgü bir yetisi değildir. Freire, insandışılaşmayı eğer tarihin bir yetisi olarak kabul edersek, bunun bizi ya kinizme ya da mutlak umutsuzluğa götüreceğini belirtiyor. Bu takdirde insanlaşma mücadelesi anlamsızlaşır. İnsanlaşma mücadelesinin kapsamı içerisinde olan emeğin özgürleşmesi mücadelesi, yabancılaşmanın aşılması mücadelesi anlamını yitirir. Bu mücadelenin mümkün olması gerekiyor, çünkü insandışılaşmanın somut bir tarihsel olgu olmasına rağmen verili bir akıbet değildir. Tarihsel olarak insandışılaşma, ezenlerin şiddetini doğuran ve karşılığında da ezilenleri insandışılaştıran adaletsiz bir düzenin sonucu olması sayesindedir.
Daha tam insan olma mücadelesi, insan olmanın tahrifine karşı sürer. Bu da, ezilenlerin, horlananların er geç, kendilerini bu hale getirenlere karşı ayağa kalkmasıyla başlar. Bu mücadelenin anlam kazanması için diyor Freire,’...ezilenler, (insanlığı yaratmanın bir yolu olan) insanlıklarını yeniden kazanma peşinde, misilleme olarak ezenlerinin ezenleri haline gelmemelidirler; hem ezilenlerin hem de ezenlerin insanlığını yeniden sağlayanlar olmalıdırlar.’
İnsanlık tarihinin belirleyici dinamiği sınıflar mücadelesidir. Bunu, sınıfların ortaya çıkış dönemini baz alarak söylemekteyiz. İnsanlaşma da bu mücadelenin sonucunda ortaya çıkan ve devamlı kendini geliştiren bir süreçtir. İnsanlaşmanın öznesi ezilen ve sömürülenlerdir. O halde, ezilenlerin ve sömürülenlerin tarihsel görevleri şudur: Başta kendileri olmak üzere, ezenin ve ezilenin de içinde bulunduğu tüm insanlığı özgürleştirmek. İktidar sahibi ezenler bunu asla başaramazlar. Sömüren ve her türlü insani değeri gasp ve talan eden ezenlerin ne kendilerini ne de ezilenleri özgürleştirme misyonları yoktur. Freir’e, ’sadece ezilenlerin zayıflığından doğan erk, hem ezilenleri hem de ezenleri özgürleştirecek kadar kuvvetli olacaktır’ demektedir. ’Ezilenlerin zayıflığı karşısında ezenlerin erkini ’yumuşatma’ yolundaki herhangi bir girişim kendini hemen hemen her zaman sahte yüce gönüllülük şeklinde ortaya koyar hatta asla bunun ötesine geçmez.’ (Freire) .
“Yüce gönüllülük” adaletsizlikle beraber yürür ve adaletsizliği ebedileştirir. Aslında adaletsizliğin kaynağı esasta bu “yüce gönüllülük” tür. Adaletsiz bir sosyal düzen; ölüm, çaresizlik ve sefaletle beslenir. Bu da egemen olan sahte yüce gönüllülük dağıtıcılarının iktidarlarına en ufak bir tehdit yöneldiğinde niçin paniğe kapıldıklarını açıklar.
Bir düşünür, ’en acımasız zalimler mazlumların arasından çıkar’ der. Buradan çıkan espiri şudur: Mücadelenin başlangıç dönemlerinde ezilenler, özgürlüğü pek düşünmezler ve iktidar olmayı hedef alırlar. Bu süreç içerisinde de sürekli kendilerini tarihsel olarak ezenlere benzetmeye çalışırlar ya da ’alt-ezenler’ haline gelme eğilimindedirler. Bugün politik mücadele veren örgütlerin, amaçlarına ters düşen yöntem ve araçları kullanmaları sonucu egemenlere daha doğrusu ezenlere, istemeseler dahi olsa benzemeleri, bu yanlış bilinç sonucudur. Eğer ezenlere karşı mücadele etmek insan olma mücadelesiyse, insan olmanın ezen olmak anlamına gel(e)meyeceğini bilinçlere işlemek gerekir. Bilinçsiz ezilenlerin, özellikle bizim gibi ülkelerde en geçerli insanlık modelleri ezenler gibi olmak, onlara benzemektir. Özgürlük ve kurtuluş anlayışları bu durumun bir milim ötesine geçmez. Daha doğru bir deyişle ’onlar için insan olmak, ezen olmaktır’ (Freire) .
’Bu olgu, ezilenlerin varolma tecrübelerinin belirli bir anında, ezenlere ’meyletme’ tavrını benimsemeleri olgusundan doğar. Bu koşullar altında ezeni yeterince nesnelleştirerek değerlendiremezler. Onu kendilerinin ’dışında’ keşfedemezler. Bu illa da ezilenlerin horlandıklarının farkında olmadıkları anlamına gelmez’ (Freire) .
Bireyin toplumsal yapı içerisinde sistem tarafından kuşatılmışlığı onu belli davranış kalıplarına uymaya zorlar. Ezilenler de verili koşullar içerisine gömülü davrandıkları için örselenmiş bir bilinçle hareket ederler. Bu bilinçten kurtulmak, ezenlerin karşısında olduklarını kavramalarıyla olanaklı değildir. Daha ileri bir adım, ezenlerini yok etme ya da onlar gibi olma değil, insanlaşma ve dolayısıyla özgürleşmenin kendilerine bağlı olduğunun bilicine varmalarıdır.
’Bir özgürleşme süreci oluşturmak, ezilenlerin somut durumunu dönüşüme uğratan devrim bile bu olguyla yüzleşmek zorunda(dır). Devrime doğrudan veya dolaylı olarak katılan ezilenlerin çoğu -ki eski düzenin mitleriyle koşullanmışlardır- devrimi kendi özel devrimleri haline sokmaya niyetlenirler. Eski ezenlerin gölgesi hâlâ üzerlerindedir’ diyor Freire.
Eleştirel bir bilinçle yaşamı örgütlemeye çalışanlar ve ezilenlerin kurtuluşu için mücadele edenler, Freire’nin "Ezilenlerin Pedagojisi" adlı çalışmasını mutlaka okumalıdırlar. Çünkü Freire, geleneksel öğretme-öğrenme yöntemlerinin dışında çok farklı şeyler anlatmaktadır bizlere. Önerdiği eğitim modeli ve bilinçlendirme yöntemi de sırf teoride kalmamış, kendi deneyimleriyle doğrulanmış ve başarıya ulaşmıştır.
Mehmet Ali Yazıcı
filistin, yaralı kuşum tarafından 3/19/2010 11:58:56 AM zamanında düzenlenmiştir.
SAHTEKÂR KOYUNLAR
Şimdi koyunlara iftira attığımı düşünebilirsiniz Başlığa bakarak. Ama göreceksiniz ki iftira atmıyorum.
Ben, on beş yaşımdan beri insanları koyunlara benzetmişimdir ve bunu çok yerde dille de ifade etmişimdir. Şimdilerde görüyorum ki Bazı gazete ve araştırmacılar da buna benzer şeyler söylüyor. Ne olur üstünüze alınmayın da konuyu biraz açayım.
Topluluk halindeki insanlar, davranış açısından, göçmen kuş veya koyun sürüsünden pek farklı davranmıyor muş. Pek çok araştırma ve tecrübe bunu kanıtlıyor.
Leeds Ünüversitesi araştırmacıları; yapılan testler, insan guruplarında yüzde beş’lik bir azınlığın, genelde manipüle edildiğinin farkında bile olmadan yüzde doksan beş’lik bir çoğunluğu etkilediğini ortaya koyuyor.
Bilim bu yargılara pek çok testlerden sonra varıyor tabii. Çarpıcı deneylerden biri de şöyle: Büyük bir salonda çok sayıda deneğe “ Kuralsız bir şekilde” yürümeleri söyleniyor. Bunların içinden bir kaçına ise (diğerlerinin bilgisi dışında) ne şekilde bir hat üzerinde yürüyecekleri önceden bildiriliyor. Ve bir süre sonra, salondaki hemen bütün bireylerin aralarında konuşmalarının yasak olmasına rağmen, bu “bilinçli” hareket edenlerin peşine takıldığı gözleniyor. Dünya üzerindeki sapık tarikatlarda bunu ispatlamıyor mu? Ve tabii bu insanlar yönlendirildiklerinin farkında bile olmuyorlar.
Benzer deneyler farklı guruplar ve farklı büyüklükte kalabalıklar üzerinde de uygulanıyor. Sonuçlar aynı oluyor. Üstelik guruplar büyüdükçe bu iş daha az adam istiyor. Yani iki yüz kişiyi yüzde beşle (on kişi) ile yönlendirir iken dört yüz kişiyi beş kişi ile daha kolay yönlendirebiliyoruz. Bir koyun iki bin koyunu yardan uçurmuyor mu?
Animal Bohavior adlı bilimsel dergide yayınlanan bu araştırmanın sonucunda da “ demokrasinin fazileti” hakkında endişeler uyanmıyor değil.
İlmi araştırmalar devam ede dursun Ben yeni şüphelere de kapılıyorum. Koyun olduğumuzdan eminim de, bu aşamada koyunlara haksızlık etmek istemiyorum. İnsanları dikkatli incelediğimde koyunlarla arasındaki farkı keşfediyorum. Bizler biraz daha sahtekâr koyunmuşuz gibi geliyor bana.
Antalya’da bir bina’nın müteahhitliğini yaparken, İnsanların bütün kesimleri ile haşir neşir oldum neredeyse. Esnaftan malzeme aldım, pek çok hile hurda ile karşılaştım. Emlakçıyı beğenmedim arsa ararken; vatandaş daha sahtekâr çıktı. Bari bunu örneklendireyim. Satın aldığım arsanın üzerindeki toprağı ve zeytin ağaçlarını traktöre yükleyip götürmek istedi arsayı satan köylü. Zorla engel oldum. Memuru ile amiri ile uğraştım. Muhasebecim kazık attı. Emekçiyi severim ama onlarda hep hile hurdaya kaçtı. Her söz ve her aşamada hile vardı insan ilişkilerinde.
İşte bu ve diğer hayat tecrübelerim beni, “İnsanların sahtekâr koyunlar” olduğunu düşünmeye yöneltti.
Kitaplarından birini yayımlayacak olan yayıncı sohbet esnasında Peyami Safa’ya sorar: Üstat, benim gözlerimden biri camdır. Biliyor musun? “Evet, biliyorum.” “Pekiyi hangisi?”
Safa adamın sol gözünü gösterir. “ Nereden anladınız?” diye sorar adam. “ Daha Müşvik, daha insaflı, daha insan gibi bakıyor da ondan.” Cevabını verir. Hem koyun hem sahtekârdık. Esnaf, işçi, memur, öğrenci velhasıl herkeste koyunluk ve sahtelik vardı. Koyunlar koltuk sevdası çekerken resmi kurumlar sahtekâr koyunların işgaline uğruyordu. Devlet halkı kaz gibi bağırtmadan yoluyor, halk da devleti kazıklamanın yollarını arıyor, buluyordu.
Babamdan bağlanan maaş kesilmesin diye kız çocukları anlaşmalı evlilik yapıyorlardı, yani resmen evlenmiyordular. Maaş devam etsin diye gelinler boşanıp, ölüm döşeğindeki kayınpederle nikâh kıyılıyordu. Kız torunlar evlatlık alınıyordu. Nice akla hayale gelmez hileler uygulanıyordu. Ensaf
(esnaf) bile vergi kaçırıyordu. Memur kurumu kazıklıyordu. Rüşvet, suiistimal ve adam kayırma gelenek olmuştu. Şöyle bir düşününce benim gibi saf koyun bile birkaç hata yapmış olabilirdi. Kendimden korkuyordum. Pekiyi siz ne zaman kendinizle hesaplaşacaksınız.
Devletin fakirlere dağıttığı yardımı neden alıyorsunuz? Kömürleri fakirlerden alıp neden para ile satıyorsun? Elektriğin de kaçak. İş yerindeki hileli işlerini de sayayım mı? Minareyi kılıfa iyi uydurmuşsun. İspatı mümkün olmadığı için ihale olayını söz etmiyorum bile. Çünkü dava açarsın.
Tilkinin biri ormanın içerisinde kaçıyormuş son hızla. Kurt onun telaşını görünce;” yahu kan ter içinde nereye, bu telaşın nedir?” diye sorar.
- Hükümet bir karar almış da!
- Neymiş o karar?
- Bütün develer yakalandıkları yerde kesileceklermiş.
- Eee! Bundan sana ne?
- Öyle deme, iftiracının biri çıkar, benim deve olduğumu ihbar eder de bir ele geçersem, deve olmadığımı ispat edinceye kadar kürkümü kim bilir hangi tüccarın karısı giyer? Demiş.
Yani çekiniyorum her şeyi ortaya dökmekten. Korkmakta da haksız değilim. “ Ben sana söylemedim güzel insan” yoksa sen kendine mi sandın? Ben şuradaki adamı kastettim. Buradaki ve oradaki de masum değil.
Devlet ve millet meselelerine eğildiğiniz için yine de kutlarım. Bazıları koyundan da koyun. Hürriyetlerini çiçek diye sunarlar.
Puanım 6 dır. Saygılar.
Yıllar önce satın aldığımız her şeyden, verdiğimiz beyannamelerden bile alınmaya başlanan ''Eğitime katkı payı '' nı savunan dönemin Başbakanı Sayın Mesut Yılmaz ; okulların yirmi beşer kişilik sınıflar olacağını vaat etmişti. Yıllardır o paylar içilen sigaralardan bile kesildi ama sınıflar halâ kırkar- altmışar kişilik. Tabii yoksul mahallelerinde ve köylerinde..
Fikret TEZAL tarafından 3/19/2010 11:18:01 AM zamanında düzenlenmiştir.
Eğitim..Eğitim..Eğitim... diyen arkadaşlar, neymiş bu çocukların yaptıkları eğitim... Hep birlikte okuyalım lütfen....
Okullar açıldı: Paralı ve ezberci eğitime kaldığı yerden devam-Mehmet Ali Yazıcı
27 Eylül 2007 -
Türkiye’deki eğitim sistemini en iyi ifade eden söz sanırım, eski bir Milli Eğitim Bakanı’nın söylediği ”şu mektepler olmasa, maarif ne güzel yönetilirdi” sözüdür. Türkiye egemenlerinin ve siyasi iktidarların eğitime bakışını, nerdeyse bütün Cumhuriyet tarihi boyunca açık seçik bir şekilde bu vecize temsil etmiştir. Dönemlerin karakteristiklerine ve iş başına geçen hükümetlerin yaklaşımlarına göre her yıl, resmi-egemen düşünceye ters düşmeyen, tam aksine, onu güçlendiren, farklı eğitim modelleri denenmiş, bu denemelerden, ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim kademeleri nasibini almıştır. Türkiye eğitim sistemi, yazboz tahtasına dönüştürülmüştür.
Yakın dönem açısından ele alındığında olumsuz anlamda toplumun aleyhine en etkileyici politika ve uygulamalar, eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitimde kendisini göstermiştir.
Bilindiği gibi özelleştirme, toplumsal alanın geneline yöneliktir. Sağlıktan eğitime, sanayiden tarıma bütün alan ve sektörlerde uygulamaya sokulmuştur. Toplumsal çıkarlar göz önüne alındığında, en trajik sonuçlar, eğitim ve sağlık sektöründe ortaya çıkmıştır. Eğitim ve sağlık hizmetleri toplumsal hak olmaktan çıkarılmış, parası olanların faydalanabileceği duruma getirilmiştir. Bu ülkede, parası olmayan hiçbir insanın eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı yoktur.
Özelleştirme programları savunulurken, ”daha kaliteli ve ucuz hizmet verilecek” denilerek, bilinçler bulanıklaştırılmış, dikkatler farklı yönlere çekilmiştir. Bu yaklaşım, özelleştirme politikalarının hayata geçirilmesinde önemli bir desteğin oluşmasına da yol açmıştır.
Özelleştirmeler bilindiği gibi sadece mal üretimiyle ilgili değildir. Hizmet sektörünü de kapsayan özelleştirme programları eğitimde ve sağlıkta da adım adım hayata geçirilmiştir. Bugün artık ülkemizde eğitim hizmeti metalaştırılmış, alınıp satılabilir duruma sokulmuştur. Ticaretin ve artı değer kazanmanın bir unsuru haline getirilmiştir. Bu alanda, gerek devlet gerekse özel sektör çok büyük paralar kazanmaktadır.
Paralı eğitime geçişin ilk adımı, devlet okullarında “katkı payı” denilen zorla yardım alma uygulamasıydı. Bu konuda, geçmişte bir büyük ilin valisi, “kazları incitmeden yolun” diyerek, eğitimle ilgili Türkiye Milli Eğitiminin vecize üretme geleneğini sürdürmüştür. Egemenler için, sadece eğitimde değil, hayatın bütün alanlarında vatandaş, ”yolunacak bir kaz”dan başka bir şey değildir. Bütçeden eğitime ayrılan pay her yıl düzenli bir biçimde düşürülmektedir. Ortaya çıkan açık, ek masraflarla vatandaşın cebinden alınan paralarla kapatılmaktadır. Eğitimde, ders kitabı fiyatlarındaki artış, paralı özel okulların yaygınlaştırılması, üniversite harçlarının yüksekliği, artık zorunluluk gibi algılanan dershaneler vb. diğer basamaklar da göz önüne alınınca, amacın eğitim hizmeti vermek değil, para kazanmak olduğu net bir şekilde görülecektir.
Sorunun, kaynak sorunu olmadığı gün gibi açık bir gerçektir. Bu ülkenin genel bütçesinin yüzde 50’ye yakını, ”Ülke güvenliği harcamaları” adı altında eritilmektedir. Bu miktarın nereye gittiğini devleti yöneten bürokrat ve siyasetçiler bile bilmemektedirler. Türkiye’nin silahlanmaya, kirli işlere ayırdığı paralar, yaptığı harcamalar düşünülünce, eğitim ve sağlıkta halka hizmet götürme konusunda sorunun kaynak sorunu olmadığı görülür. Bütçenin sınırlı olanaklarından dem vurmak, ödenek yokluğundan bahsetmek vb., sorunun asıl kaynağını gizlemeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
Özelleştirmeyi savunanların en önemli iddialarından biri de, ”sermayenin tabana yayılacağı” yalanıydı. 1990 sonrası başlatılan sürecin sonuçları ortadadır. Sermaye tabana yayılmadığı gibi, ”taban”ın alım gücü azaldı ve yaşam koşulları daha da zorlaştı. Bugün artık insana ait her değer, bir avuç sermaye grubunun insafına terkedilmiş durumdadır. Bürokrasi, hükümet vb. kurumlar, bu sermaye gruplarının kuklalarıdır.
Var olan sistemde eğitime biçilen rol, başta sermaye grupları olmak üzere yerleşik düzenin “eleman” ihtiyacını karşılamaktır. Ve daha da önemlisi, yetişen genç kuşakların, düzenin ideolojik değerlerini yüklenerek yön almalarını sağlamaktır. İlkokuldan üniversiteye kadar, eğitimin “gizli” amacı budur.
Bilimsel düşünceden uzak, kişilik kazanamamış, soru sormayan-konuşmayan, anlatılan her şeyi kabul eden kuşaklar yetiştirmek birincil amaç olmuştur. Düzenin eleman ihtiyacını karşılamak için, örneğin devlet üniversiteleri yeterli görülmediği için özel üniversiteler ve vakıf üniversiteleri kurma furyası başlatılmıştır. Bugün artık her sermaye grubunun bir üniversitesi hatta ilköğretim okulu bile vardır.
Faşist bir karakter taşıyan 12 Eylül Anayasası’nda dahi eğitim bir hak olarak tanımlanıyordu. İşin ilginci, bugünkü Anayasa’ da hala, ”devletin, sosyal bir hukuk devleti” olduğunun yazılı olmasıdır. Geldiğimiz noktada, bütün hak ve özgürlüklerin gasp edilişinde olduğu gibi, eğitim hakkı da gasp edilmek istenmesi, egemenlerin kendi yasalarına bile tahammül edemediklerinin en bariz göstergesidir. Toplumsal hizmetler, çok ilginçtir, vergilerin artırılmasıyla ters orantılı olarak azaltılmaktadır. Ancak, bunun sorgulanması, toplum olarak hiçbir şekilde yapılmamaktadır.
Her eğitim-öğretim dönemi, anti-demokratik uygulamalar, hızından bir şey yitirmeksizin devam etmiştir/edecektir. AB süreciyle bağlantılı atılan nutuklar palavradan başka bir şey değildir. Eğitimde hak gaspları, gerici-faşist programlar, saldırılar, yıldırma-susturma faaliyetleri eli sopalı güçlerin desteğinde sürecektir.
Ezberci Eğitimle Ne Amaçlanıyor?
Bugünkü eğitim sistemi içerisinde okulların, bilimleri genel olarak öğrettiği, bu öğretme yöntemlerinin bilimsel olduğu ve çok yönlü insanlar yetiştirildiği iddiası kocaman bir yalandır. Diğer şeylerde olduğu gibi eğitim-öğretim gerçekliği de toplumun sınıflara bölünmüşlüğüyle ilişkili bir olgudur. Egemen kılınmaya çalışılan eğitim modeli, egemenlerin çıkarlarını gözeten, gerici-şoven niteliktedir. Çocuk ve gençleri, çok küçük yaşlardan itibaren bir cendereden geçirmenin adı eğitim-öğretim olmuştur. Genç kuşaklar, okullarda, verili düzenin çıkar ilişkilerinin devamına hizmet eden, güçlendiren ve güvenceye alan bir biçimde yetiştirilmek istenmektedir. Bunun yolu da ezberci bir eğitim metodundan geçmektedir. Konuşmayan, soru sormayan, üretmeyen, okumayan, sadece dinleyen ve verileni alan bir nesil yetiştirmek asıl hedeftir. Bugün milyonlarca genç insanı bu süreçlerden geçirerek sonunda işsiz bırakmak bu tezi doğrulamaktadır. Ancak, yine de bu eğitim sisteminden yararlanmak gerekiyor. Genç insanların dikkat etmeleri gereken nokta, kendilerine gerekli olan bilgileri almaları ve eğitim-öğretimlerini farklı araçlarla beslemeleridir. Gelişmiş bir bilinç ve kafa yapısına sahip olmak ancak bu şekilde sağlanabilir.
Bu toplum içinde yaşayan bireyler olarak yapmamız gereken şey, bu yağma ve talan düzeninde sürünerek yaşamak ya da boğaz tokluğu için dilenmek ve bize sunulan, üzerimizde denenen her şeyi kabul etmek olmamalıdır. “Okullar ticarethane, eğitimciler tahsildar, öğrenciler ve veliler yolunacak kaz değildir” gerçeğini, bizi yönetenlerin yüzlerine her eğitim-öğretim döneminde haykırmamız gerekiyor. Parasız ve bilimsel eğitim istemek, bizlerin en doğal hakkıdır.
“Herkes, her şeyden sorumludur.” Ne güzel demiş Dostoyevski değil mi yıllar önce... Ama şimdi "öğrenciler işçileri desteklemesin" deniyor. Ne güzel! Egemenlerinde istediği bu değil mi? Dayanışma içerisinde olmayın...Birbirinizi sahiplenmeyin...Her koyun kendi bacağından asılır vb. Engin Bey'in tavrını yadırgadığımı söylemeliyim. Oysa ki benim toplumsalı savunan yazılarıma olumlu tepkiler vermişti, sevinmiştim.
Saygılar...
Engin Tatlıtürk
Ben, sizin toplumsal yazılarınızı siz yazdınız diye değil; haklı dayanakları olduğu için desteklemiştim. Haklıya hakkını her zaman veririm.
Sosyalist değilim ama emekçinin yanında ve acımasız kapitalizmin karşısındayım her zaman.
Ne var ki kullanılmam. Herkes her istediğini yapamaz. Özgürlükleri kesen özgürlük olamaz.
O öğrencilere öğrencilik dışındaki eylemleri için destek vermek onları hetaya teşvik olur.
Bırakınız okuyup vatana daha faydalı olacakları kilit noktalara gelsinler.
Oradan hizmet versinler.
Saygılar.
Anlatım diliniz yine mükemmel Fikret Bey.
Fakat bu yazınızda size katılmadığımı belirtmek isterim. Elbette ki o öğrencilerin okuldan atılmaları can sıkıcı ama bir öğrencinin görevi öncelikle okumaktır. Lise olsun, üniversite olsun öğrencilerin bu tür eylemleri hiç hoş değil. Elbette ki haklarını arayacaklar; ama öncelikle kendi asli görevlerini yerine getirecekler. Hem o öğrencileri ilgilendirmeyen bir konu da eylem yapmak...
Bu sizce ne kadar doğru?
Fikret TEZEL
Engin bey ; benim yaptığım güncel olayları değerlendirip, eleştirecek noktaları bulmak ve açıklamaktır. Kimseyle uğraştığım falan yok. Üstelik yıkıcı olmamak kaydıyla diye de belirtmiştim.
Fakat yolumun doğru olduğu, sizleri kızdırmamdan belli oluyor.
Desteklediğiniz kişilerle sizin demokrasi anlayışınız aynı.
Yani bunlar aslında sizin demokrasinizin doğum sancıları.
Asıl demokrasi galiba çok yakında !
Fikret TEZAL tarafından 3/19/2010 10:35:50 AM zamanında düzenlenmiştir.
Engin Tatlıtürk
Zıtlıkları içinde barındıran bir yazı. İyi niyetli olabilir, haklı da olabilirsiniz. Fakat bu gençler öğrenci. Herkes işinin ne olduğunu bilecek. Her grevde öğrencilerin desteğe gittiğini düşünür ve hoş görürsek EĞİTİM biter. Elbette büyük ceza almalarını kimsenin gönlü istemez.
Pekiyi herkesin kendine alakası olmayan işlere maydanoz olup kargaşaya sebep olmasını nasıl engelleyeceksiniz?
Siz yumurtalarla elmaları aynı sepete koyduğunuz için eleştiriliyorsunuz. Türbanlı öğrencilerin direk meselesiydi vaka. BU ise dolaylı. Senin gibi düşünürsek balinalar için, foklar için, geyler için de yürüyebilirler KURBANLAR!
Yazınız iyi niyet sınırlarını da aşmış. Bırakınız taş atsınlar, bırakınız otomobil yaksınlar, bırakınız onu bunu destekleyen her gösteriye gitsinler. Öğrenciliğin dışında her işle iştigal ediyorlar zaten. Tiner, bali, haraç, çapkınlık, partiler, telefon, bilgisayar ve TV.
Bir grev ve gösteri eksikti. Bırakınız onu da yapsınlar diyorsunuz.
Unutmayın cezalar eziyet için değil suça yanaşmak üzere olanları caydırmak için konmuştur. Amaç İbret göstermektir.
Bile bile türübünlere oynamak niye?
YAŞ kararları ile nice subaylar namaz kılıyor gibi inanca dayalı eylemler yüzünden ordudan atılmadı mı?
Her yer kamusal alan olmuş halen her yerde türban yasak değil mi?
Yasaklara sizden fazla karşıyım.
Fakat disiplinsizlik laçkalık ve çürüme getirir.
Tekel işçilerinin direnişini ben de desteklemiştim. Ama iş siyasallaşmaya başlayınca orada kaldım. Vazifesi olanlar halletsin.
Yanlışdan dönmek de bir erdemdir.
Yorumları da okudum.
Aynur hanımı çok haklı buldum.
Haklı haksız yazılarla sırf hükümetle uğraşmasanız daha iyi olacak. Tamam bir noktada her şey siyasete dayansa da dağda kurt ölse Tayip Bey'i günah keçisi ilan edeceksiniz.
Basit düşünen insanlar sadece şikayet eder.
Sayın Erdoğan ise icraat yapıyor. Yok kardeşim tırnağına gelecek kapasitede siyasi. Keşke alternatifleri olsaydı.
Haklıya hakkını teslim edemeyen adaletsizdir.
Saygılar ve selamlar.
Engin Tatlıtürk tarafından 3/19/2010 10:27:54 AM zamanında düzenlenmiştir.
CUMHURİYETİN GELECEĞİNİN GENÇLERE BIRAKILDIĞINI BİLE,BİLE ;
"ÖĞRETMENLER !CUMHURİYET SİZDEN FİKRİHÜR,İRANIHÜR,VİCDANI HÜR NESİLLER İSTER" DEMEDİMİ YÜCE ÖNDER?
UNUTULMAMALI Kİ; CUMHURİYETİN TEMEL FELSEFESİNE DOKUNMA NİYETLİ İSTEKLERİN MUTLAKA VARMAK İSTEDİKLERİ BİR
HEDEF OLMALI Kİ,BAZI İSTEKLER HOŞ OLAMIYOR. YÜCE ÖNDER; "EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ,İLİM,AKIL,FENDİR" DEMİŞTİ" DEMOKRASİ ÖZGÜRLÜĞÜN MEŞALESİDİR DİYOR, GEÇ DÜŞÜNCEYE HOŞGÖRÜYLE BAKILAMAYN ÜLKEDE DEMEKKİ HER GÖRÜNTÜ
GERÇEK DEĞİL ANLAMI ÇIKAR DİYORUM..
SAYGILARIMI BIRAKIYORUM...
Yıkıcı olmayan hiç bir öğrenci eylemini eleştirmem. Gençlik, delikanlılık adı üstünde. Onlardan kuzular gibi sessiz olmalarını bekleyemeyiz. Üstelik sessiz olurlarsa demokrasi gelişmez. Hem derslerine çalışsınlar hem de yıkıcı olmamak kaydıyla kendi sorunlarına ve ülke sorunlarına duyarlı olsunlar.
Baş örtüsü yüzünden okula alınmayan, atılan öğrencilere hangimiz üzülmedik ?
Aynur Engindeniz
Fikret TEZEL
Mehtap Yıldız
kocaman bir" 0".....Başörtüsüymüş.......bizde inandık.....
Aynur Engindeniz
Yanlış anlamayın, özgürsünüz. Ama kabul edin tarafsız değilsiniz...
Okulların belli kuralalrı vardır Fikret Bey siz de bilirsiniz. Bu kurallar kişilere göre değişmez. Dikkat çekmek için okulun bahçesinde eylem yapacaklarına sınavlarına çalışsınlar. Daha çocuk yaşta siyasete alet oluyorlar buna kızacağınıza okuldan uzaklaştırılmalarına kızıyorsunuz.
Bence öğrenci öğrenciliğini bilecek. Hele de şu üniversiteliler. Ana babaları kimbilir ne şartta okumaya gönderiyor, onlar bilmem ne eyleminde gösteriş yapıyor. Dün mesela, Bilkent Hacettepe OTTÜ öğrencileri otobüs zammını protesto için otobüsleri işgal etti. İçimden kahkalarla güldüm bu durum karşısında. Bu zengin çocuklarının "takıldığı" üniversitelerde acaba otobüse binen kaç kişi vardır...Gençlik "farkındaymış". Farkında olsalar sınavlara çalışırlar, hayatta anarşistlikten daha kıymetli şeylerin olduğunu, vatana sokaklarda aptalca bağırmadan da hizmet edebileceklerini bilirlerdi en azından.
Ayrıca başörtülülerin imam hatip öğrencielerini -üstelik onca hakarete ve zulme maruz kalmalarına rağmen-sınırları zorlayan ya da yasa dışı bir eylemde ne zaman gördünüz?
Herkes yerini ve görevini ve de bulunduğu ortamın kurallarını bilecek ona göre davranacak! Yoksa daha çok görürüz bu olayları. Zaten herkes o tarafa bu tarafa sarkmadan kendi işini yapsa bu ülke bu halde olmazdı.
aynur engindeniz tarafından 3/19/2010 8:58:37 AM zamanında düzenlenmiştir.