Nakış Pencereli Konak 3
“ Saat sabahın dördü, Pendik’ten Etiler’e sosyete yolcularımı bıraktım. Programları varmış. Ne yapsınlar ekmek parası. Bizim direksiyon sallamamız da bu yüzden değil mi? Oradan Beşiktaş’a geçtim, bu saatlerde sakin, sessiz, karanlık. Hırçın dalgalar sanki sorularıma cevap veriyor. Tanıdık bir ses:”-gel” diyor. Bir banka oturuyorum. Oltasını kapmış birkaç adam, üşenmemiş, balıkları uykusundan çeviriyor. Kediler bile uyanık, bereketli denizden alıyorlar nasiplerini. Sabahın ilk nimeti düşüyor midelerine. Vapurlara karışan martı sesleri, uzaklarda uyuyan bir çift gözün hasretiyle bağrımı kandırıyor. Biliyorum ki onun için en iyisi bu. Huzurlu ve annesinin göğsüne yaslanmış. Hava soğuk. Ne kadar kabanıma sarılsam da üşüyorum. İnsanlar yoruyor. Şu muhteşem doğanın sırrı ne ki üzerimdeki karabasanları ter döker gibi atıveriyor. Peronlara koşuşturan ayaklara bakılırsa, çoktan sabah olmuş İstanbul! ...”
•••
“Beşiktaş peronlarında otobüs kalkış saatlerinin arasındaki dakika farkını hesap edersek, durakta beklemek yerine bu mavinin gölgesine düşüp çekici dalgalarda hangi hülyalara dalmak? Seferinden dönen her vapurun doymayarak, bir kuş hafifliğiyle sanal kanatlarının -çok uzaklara olmasa da- açılması, insanı bu kadar mı düşünceye sevk eder? Derin bir oksijen tokluğuyla iç çekiyorum. Yolcular. İnenler ve binenler. Karşı ilçelere geçmek için kuyruğa girip bu halata malzeme olmak gerek. Her gün telaş içinde bocalayan akın akın insanlar, her bir yanı motorlu taşıtlarla bezenmiş, karşı kaldırımın eteklerine yetişebilmek için kendilerine çizilen yaya yoluna hücum ediyor. Bir köşede, geçimini sağlamak için “_simitçi, simit” diye bağıran adamlar, hemen karşısında rengârenk bir çemberin içinde sokağı süsleyen çiçekçiler… Kimi mini etekli, kimi kısa pantolonlu, kimi yerli, kimi ecnebi, türlü türlü beşer. “
“Bir arı, çeşit çeşit çiçeği keşfederken milyonlarca insan bir kenti dolaşmaya (gezmeye) güç yetiremiyor. O kent ki kaç köye, kasabaya kucak açmış, kanatlarının altına almış? İstanbul! Bir yanım Dolmabahçe’ye uzanan kollarda, eski ve paslı, büyük ve kullanışsız toplarla deniz müzesinin etrafını süslüyor. Kabataş’a kadar varıyor da bitmiyor yollar. Kalın gövdeli ağaçların, ataya selam duruşu ve caddeleri süsleyen o muazzam posterler. Kemal’imin ışığı mı, kalbimden zıplayan bu mücevher? Öyle olmalı. Öyle. “
“Önce, üç-beş ağacın sahte meyveleriyle seviniyorsunuz. Anayolun üzerinde yaz-kış etkilenmeyen, canlı ve diri meyveler. Sonra, o taze-cıvıl cıvıl, hayat dolu görünen bir serabı içinize çekmek için yanaştığınızda; şişme, boyama ve elektrik direğine bağlı, gövdesiz olan bu gökdelen ağaçlar ne de şakacı lâkin güldüren tipten değil.
Gözleri ağma bir vokalistin sesi ve müziği, ruhunuzun dokunulamayan her uvzusuna işliyor. Balıkçılar çarşısı yine mesken tutulmuş; taze balıklar, sebzeler, anketörler, esnaflar… “
“Bir koşuşturma içinde, büyük ayakları görüyorum. Öyle büyük ve çok ki küçük olanlar yer bulamamış araya girmeye yahut bu kalabalık, içine kabul etmemiş. Yolcular. Kimi bu ilçeye giriyor kimi terk edip tekrar dönüyor. Kitapevleri, bankalar, mağazalar hele de pasaj içlerine sinmiş; dershaneler, vitrinler, kuyumcular, kunduracılar… Deyim hep aynı; her şey ateş pahası. “
”Gündüzleri lânet yağar, geceleri rahmet yağar” derdi dedem, İstanbul için. Yağmur bastırdı. Vakit ilkindi. Şimdi hangisi oluyor ki? ”
•••
Birazdan diyordu Fatih, birazdan nakış pencereli konağımızda olacağız. Elindeki adresi öpüyor, karnındaki hafif sancıyla İstanbul’a gülümsüyordu. Taksici sağa saparak bir caddede durdu. Fatih manalı manalı bakarak:
_ Neden durduk?
_Verdiğiniz adres burası!
_Nasıl olur Piyer Loti’ye varmadık hem, ters de gittik.
_Piyer Loti’ye ters gittiğimizi iyi bildin delikanlı. O çok yukarıda kaldı. Verdiğin adres bu, tabii isterseniz oraya da götürürüm.
Fatih, biranda yerinden fırlayacak gibi olan göz yuvalarını ovdu. Silkelendi,” İstanbul “dedi. Uyuklayan annesini uyandırdı. Kadın gülümseyerek:
”Geldik mi, hadi inelim de sana sıcacık bir çorba kaynatayım”,dedi.
Birbirine bitişik gecekondular, kenar mahalleleri(varoşları) andırıyordu. Belediyenin yıkmaya hazırlandığı bu binaların arkasında yeni yapılanmış lüks daireler peyda oluyordu. Fatih: baba, deyiverdi baba, hangisi bizim nakış penceresinden bakınca hayatı seyredeceğimiz konak? ”
Pek dik bir merdiven çıktılar. Az ilerideki mezarlığın bitişiğinde sıvasız, kiremitsiz, pencere bölümüne tahtalar çakılmış bir virane gördüler.
İçeriye girdiklerinde kendilerini karşılayan, on beş yaşlarında bir çocuk vardı. Hareketsiz, sessiz… Bakıştılar. Ama o, konuşmuyor, hissetmiyordu. Pencerenin iskeletine yapışmış, Enver Bey’i dinliyordu. Kanepenin kenarında bir kalem ve sandıktaki defterden birkaç tane daha vardı. Bir ses:
“Nakış pencereli evimiz” deyip, Fatih’in omzuna dokundu. Burnunun direğini okşayan sımsıcak çorba kokusu her yere yayılmaya başladı. Pencerenin ensesindeki çocuk, bunu hissedebilir miydi?
Halime Erva Kılıç
"
Nakış Pencereli Konak 3 Yazısına Yorum Yap
"Nakış Pencereli Konak 3" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.