- 821 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SEVGİ(!?)
Günümüz insanları her ne kadar büyük oranda şehirlerde ikamet ediyorsa da, pek çoğumuzun kökeni köydür, köylüyüzdür yani! Makamı, zenginlikleri, eğitimi ne olursa olsun köyle uzaktan yakından bir ilişkimiz vardır.
O çoğunluğun içinde tabii olarak ben de varım. Köyümüzde bizim ve büyüklerimizin emsali olan erkek-kadın bütün insanların dünyaya gelmesinde yardımcı olan, alaylı, yani başka birinden el almış bir ebeleri vardır. Tabii olarak bizlerde böyle bir ebenin yardımı ile kendi evimizin bir odasında dünyaya gözümüzü açmışız.
Biraz aklımız başımıza geldiğinde; dedemizi ve ninemizi tanıdık, onlarla birlikte evimizin altında kalan öküzlerimiz, atımız, oğlak ve kuzularımız ile her kesin olduğu gibi köpeğimizi tanıdık. Annemiz ve babamızın yüzünü bazen akşamları, bazen de günler sonra görürdük, çünkü zavallı annem-babam bağ-bahçe, çift-çubuk peşinde gezmekten, tarlalarda çalışmaktan ne bizlere bakmaya ne bizleri görmeye vakitleri pek olmazdı.
Bizlerin anne-babamız sanki ninemiz ve dedemizdi, onların kaldığı odada yatar, ninemin dizinde uyur, onun pişirdiği çorbayı içerdik. Genellikle evimizde çok fazla çeşit yemekler pişmezdi. Akşamları Tarhana çorbası, sabahları tarhana çorbası pişerdi. Birde annemin yaptığı francala esmer ekmekler…
Tarlalarımızda hasat zamanı veya ekim zamanlarında meci dediğimiz, kendi köyümüzden bizimle beraber ekinlerimizi eken ve biçen amcalarımız, dayılarımız veya yenge-teyzelerimiz olurdu. Bu çalışmaların karşılığı genellikle para olmaz, babam veya annemde onların çiftine veya hasadına giderdi, bize kaç gün gelmişlerse!
Ailelerimiz: Anne, baba, nine, dede, kardeşler den ibaret değildi tabi. Bunlar sadece evlerimizin üst katında oturan insanlardan meydana gelen aile bireyleri idi. Birde bizim evimizin altında ikamet eden aile bireylerimiz vardı. Evimizin avlusunda ikamet eden bireylerimiz.
Alt katımızda oturan aile bireylerimizin de kendilerine has kimlikleri vardı. İsimleri vardı, kime ve nereye ait olduklarını bilirler, dağda, kırda, ahırda bir birlerini bilir, korur ve kollarlardı. Her birinin gerek üst kattakileri ve gerekse alt kattakileri sahiplenme duyguları vardı. Hatta bütün köylü alt katlarda oturanlar ve üst katlarda oturanlar bir birini tanır, eğer bir anormal durum varsa o hanenin sahiplerine, yani üst kattakilere haber verirdi.
Her halde üst kattakilerin kim olduğunu söylediğimiz için anladınız, peki, alt kattakileri… Elbette onları da anladınız, Koyunumuz Mor koyun, keçimiz Şemen, köpeğimiz Alaca, atımız Kır at, öküzlerimiz Akça ile Gökçe ve daha bir sürü adını hatırlamadığım hayvanlarımız. Bunlar hepsi bizim ailemizin bireyleri.
Her birimizin bir birimizle ayrı bir sempatisi ve sevgisi vardır. Her bir birey yekdiğerini başka hanelerin bireylerine karşı korur ve kollar. Hayvanlarımızdan hangisi olursa olsun üst kattaki her hangi bir bireye dışarıdan yanlış anlama ile bile olsa bir saldırı veya müdahale olsa hemen cevabını, Köpekse hırlama ile keçi veya teke ise toslama ile verir. Asla zarar görmenize meydan vermezler. Yani aile bireyleri arasında müthiş denecek kadar sıkı bir bağ vardır.
İnsanların bir birine itibar etmediği, ailelerin bir birini unuttuğu, öncül hareketlerin menfaatler olduğu zamanımızdan çok daha sıkı ve samimi bir bağ alt katı ve üst katı bir birine bağlardı. Bu gün ailenin bir ferdinin günlerce eve gelmediği halde aranmadığı bir zamana göre o günlerde küçük bir oğlağınızı-kuzunuzu bile dağlarda susuz, uykusuz arar, kurda kuşa yem olmasına izin vermezdiniz.
Akrabamızdan birinin çobanlık yaptığı dağlarda kendini astığında, çoban köpeğimizin günlerce onunla birlikte aç susuz beklediğini, sineklerin bile onun cesedine yaklaştırmadığı, köpeğin cesedin başında beklerken açlıktan zayıfladığını görmüşüzdür. Günlerce cenazenin başında beklemiş, cenazeye hiçbir şeyin zarar vermesine izin vermemiştir. Köpeğin bu davranışını ne ile izah etmeliyiz. Elbette sadakat var ama bu sadakati meydana getiren ne? Sizi gördüğünde sevindiği açıkça belli olan, kuyruğunu sallayan, sizin yüzünüzü yalayan köpeğin bu davranışını ne ile izah etmeliyiz. Buna sadece sadakat demek yeter mi? Bunun içine sevgiyi de koysak olur mu acaba(?!)
Düşünün! Alaca isimli bir köpeğimizi, hayvanlarımız azaldığı için küçük hayvanı çok olan yine köyümüzden birisine babam sattı. Köpeğimiz akşamları orada dururdu, onların hayvanı ile dağa gider, fakat her sabah bizim evimize gelir, kapımızın önünde havlar, ona verilen bir dilim ekmeği yer öyle giderdi. Zavallı ölünceye kadarda bizi terk etmedi.
Bir gün babaannemin yani ninemin ağabeyinin torunu ile kavga ettik. Akşam vakitleri idi. Yani hayvanın dağdan inme zamanı idi. Ben dövüştüğüm akrabamın benden büyük olmasından dolayı güç yetiremiyordum. Bizim satmış olduğumuz köpeğimize seslendim. Alaca bu kargaşada sesimi hayvanların ve diğer insanların sesinden ayırdı sesime geldi, Akrabam olan Mekânı cennet olsun o ağabeyimizi yatırdı, üzerine bastı ve bana baktı. Tabii yerde yatan çocuk bana yalvarıyordu, ne olur köpeği üzerimden al diye.
Eskiden, köylerimizde hayvanı olanlar bir çobana katar ve onların yaz kış dağdan beslenmesini sağlardı. Genellikle yaz aylarında çoban köye yakın bir yere hayvanı getirir ve o günün tabiri ile eğirirdi. Köyün kadınları da ellerinde bakraçları hayvanlarının sütünü sağmak için eğrek yerine gelirdi. Her kadın kendi hayvanlarını isim isim çağırır, hayvanlar sahiplerinin sesine gelir ve sütlerinin sağılması için dururdu.
Hiçbir koyun veya keçi şaşırmaz sahibini bilir ve onun kendisini seve seve sağmasını sabırla beklerdi. Hayvanlara beddua edilmez, sanki çocukları seven anneler gibi tatlı ve güzel sözlerle seslenirlerdi. O koyunların veya keçilerin sahiplerine öyle bir bakışları olurdu ki aşığın maşukuna bakışı gibi…
Düşünebilirimsiniz yüzlerce koyun veya keçiyi dört tane köpek dağlara götürür, onların başkalarının ekinlerine girmesine müsaade etmeden, kurda kuşa yem etmeden ve hayvanlara zarar vermeden gezdirir ve akşam vakti eksiksiz evlerine, ağıllarına getirirdi. Bu ne ile olabilir? Her köpek sürünün bir başına geçer kendi aralarında tabir yerinde ise iş bölümü yapar dağılmasına izin vermez, bu hangi zekâdır? Evet, bunu zekâ ile veya sadakat ile değerlendirebilirimsiniz. Akşam eve sürüyü getiren köpekler sahibinden aferin almak için onun önüne gelir dikilir. Tabir yerinde ise kuyruk sallayarak yaltaklanır. “Bak senin sürünü sapa sağlam doyurup getirdim” der gibi.
Sizin her gün dağdan dönmenizi bekleyen bir köpeğiniz oldu mu hiç?Ya da sizinle beraber köyü gezen, hatta kahvelere giren bir horozunuz?!Hiç şüphesiz bu hayvanların sadakati tartışılmaz ama o sert yapılı köpeğin veya koç’un sahibini görünce neşelendiğini, hoplayıp zıpladığını!?
İnanın ben bunun sadece sadakatten veya eğitimden ibaret olduğunu sanmıyorum. Bunun içinde bir yerlerinde sevgi var, aşk var. Bir hayvan yabancıya gelince saldıracak, sahibine gelince ise sevinecek, onun her nazını çekecek… Aynı varlıktan iki zıt olay!
Toplum içinde, anne-babasını terk etmiş birçok insan, evlatlarını terk etmiş birçok anne-baba! Dünya rahatı ve nefse göre yaşamak için, kim bir birini ayak bağı görmüşse bırakıp geçmiş onun ne halde olduğunu düşünmeden.
Dünyalık için veya sevdiğini sandığı için en yakınlarının kanına giren insanların sayısı çok mu az Allah aşkına? Başka biri ile beraber olmak için eşini ve çocuklarını, anne ve babasını yokluğa sefalete terk etmiş bir sürü insanlar. Sorulduğunda: “Ben filana âşık oldum onun için terk ettim.”diyorlar. Yani anlayacağınız ihanetin yeni adı aşk olmuş, nefis olmamış da!?
Yazımızın başlığını sevgi koyduk. Bu anlattıklarımızın sevgi ile ne ilgisi var diyebilirsiniz. Bence çok ilgili, hatırlayın TV’lerde izlediğiniz dizilerde onun dizi ve rol olduğunu bile bile saf, arı duru bir sevgi hissettiğinizde hiç mi gözleriniz yaşarmadı? Hiç mi yüreğinize de bir şeyler düğümlenip gelip de boğazınıza tıkanmadı? Gördüğünüz samimi sevgi karşısında hislenmemiş olmanız için ancak yüreğinizin taş gibi olması gerekir.
Eğer; sevinçli bir olay karşısında sizinde içinizde bir şeyler kıpırdıyorsa veya üzüntülü bir olayda içiniz burkuluyorsa, doğaya çıktığınızda temiz hava, yeşillik ve rengârenk çiçekler karşısında içinizde uçuverecekmiş gibi bir sevinç dalgası oluşmuşsa; bilin ki, sizinde yüreğinizde sevgi kırıntıları, küçük bile olsa bir sevgi yumağı oluşmuş, siz o yumağı sevmeye başlayın ki, büyüsün kocaman bir sevgi yükü oluşsun yüreğinizde.
İçinizde ki, sevinç de hüzünde kalbimizin diri olduğunun alametlerindendir. Diri bir kalp sevmeye hazır, sevmek için sebep arayan bir kalptir. Saf, arı duru bir sevgi, yüreğinin derinliklerinde kıymetli madenler gibi çıkarılmayı bekler. Onu kazacak olaylar veya insanlar olduğunda çıkarılmaya ve işlenmeye hazırdır vesselam.
İnsanlar büyümüş, okumuş meslek sahibi olmuş, mevkilere ve makamlara sahip olmuş insanlar. Bu dünyanın pek çok nimetini istedikleri zaman elde edebilecekleri halde, köyde ocak başında yarı ısınıp yarı üşüdükleri günlerini, evdeki ninelerinin ocak başında onlara yaptığı undan ve sütten yapılmış höşmelimlerinin tadını, köyün biraz dışında akan derede emsalleri ile nasıl yüzüp su içtiklerini, uzun kış gecelerinde dedenin o günün kıt imkânları ile alınmış kan kalesi okumasını ve ninenin masal anlatmasını özler ve onlardan bahsederler. Ninesinin dizinde her akşam nasıl uyuyup kaldığını hasretle anlatırlar.
Maddi imkânlarının kıt olduğu, çilenin, sıkıntının, yokluğun yaşandığı o günleri acaba neden arar ve özler insanoğlu? Sebebi ne olabilir sizce? Bunun içinde saf ve tertemiz katıksız sevginin olması olabilir mi gerçekten?
Bu gün son model arabalarda ve lüks evlerde oturan, bir yediğini bir daha yemeyen, maddi her tadı alan insanlar, küçüklüğünde sabahları bir dilim ekmeğin üzerine sürülmüş kaymak veya tereyağının yahut gevreyip ıslatılmış ekmeğin üzerine gezdirilmiş haşhaş yağının ve onun üzerine serpilmiş tuz ve kırmızıbiberin tadını neden unutamaz? Ondan öylesine bahsedilir ki, insanın canı çeker yemek ister. Acaba bu hasretin içinde birazda sevgi aramalı mıyız?
Yaşlanmış, bir ayağı kıyıda bir ayağı kuyuda yaşayan büyüklerimiz; doğdukları, büyüyüp dünyaya meydan okudukları mekânlarının yıkılmasına, satılmasına, harap olmasına izin vermezler veya vermek istemezler.”İçinde benim hatıralarım var.” derler. Hâlbuki bu hatıralar nedir Allah aşkına, maddi açıdan bakıldığında, onları bu kadar değerli yapan nedir? Eşlerin bir birlerini karşılıksız sevdikleri o saf sevgi olabilir mi sizce?
Maddi hiçbir değeri olmadığı halde bir insanın hatırı için dünyanın veya ülkenin bir ucundan bir ucuna gittiğimiz olur maddi imkânsızlıklarımıza rağmen, hem de hiçbir maddi getirisi olmadığı halde! O insanları üstelik bir sürü masraf yaparak götüren sebep o insanlara karşı duyulan sevgi olabilir mi acaba?
Her halde sevgiyi ne elimizde tutabiliriz, nede resmini çekebiliriz diyeceksiniz. Tutabilir veya resmini çekebirmiyiz sizce? Elbette yukarıdan beri başımızdan geçen olaylar sevginin resmidir bence! Elle tutulur gözle görülür şeklidir. Bir köpeğin kuyruk sallamasını, bir insanın gözyaşını veya gülmesini el çırpmasını tutamaz veya resmini çekemez misiniz? Ama sevginin özü, deruni olanı insanların ve hayvanların jest ve mimiklerinde gizlidir bence. Onları gözlerinizle görebilir yüreğinizle hissedebilirsiniz.
İnsanların paraya pula düştüğü, çaputa çula düştüğü bir zamanda saf ve temiz bir sevgiden bahsediyoruz, aslında. Çünkü samimiyetin mutluluğun kaynağı sevgi, karşılıksız sevgi, Allah rızası için sevgi, menfaatsiz sevgi. Güzelliği tende, bedende değil yüreklerde gören sevgi!
Fuzuli’nin deyimi ile “Selam verdim almadılar rüşvet değil dür deyü.”selamın bile rüşvet olduğu bir zamanda karşılıksız ve temiz bir sevgi, nefsi değil, Allah aşkı için sevgi, menfaat değil, hak rızası için sevgi, sevdiğinin eşine, çocuğuna, evine, yakınına dokunacak en küçük zarardan dolayı endişe duyan incinen bir sevgi…
Hiçbir sebep yokken, karşısındakinin yerine kendisini feda edecek, onun yaşaması için kendinden vaz geçecek, sevdiği üzülmesin diye kendisi üzülecek ve bunun için kimseden ve bir yerden hiçbir şey istemeyen bir sevgi anlayışı, hem de günümüz de. Ne kadar muhtacız. Kendimizden ve her şeyden fedakârlık, en muhtaç olduğumuz şey. Olanlarda ne büyük bir hazine…
Halen adına huzur evi denilen kurumlarda evlatları olduğu halde kalan binlerce insan evlatlarının bayram günlerinde olsun bir kez kendilerini ziyaret etmeleri için her gün Allaha yakarıyor. Maddi imkânları olmadığı için huzur evlerine gidemeyen ya tek başına evlerinde veya harabelerde, köprü altlarında yatıp kalkan ya da sokaklarda kalan onların onlarca katı sahipsiz insanlarımız var. Peki, bu mutsuzluğun, perişanlığın suçlusu kim veya ne? Sevgisizlik olabilir mi sizce?
Allahın yaratıp dünyaya gönderdiği bitkiler dâhil bütün varlıkların sevgiye ihtiyacı olduğunu ve muhtaç olduğumuzu örnekleri ile ortaya koyalım istedik. Veya gerçekten mevcudatın sevgiye ihtiyaç duyup duymadığını bilmemiz gerekir diye düşündük.
Siz evinizde baktığınız, varlığından zevk aldığınız çiçeklerin stresli, daima kavga olan evlerde veya mekânlarda yapraklarının buruştuğunu, güzel müziğin, güzel sözlerin konuşulduğu evlerde ise yeşilinin bir başka, çiçeğinin daha güzel olduğunu modern ilim söylemiyor mu?
Sevgili ile kullandığınız eşyalarınızın daha fazla dayandığı, hor kullanılanların ise kısa zamanda yıpranıp eskidiğini nasıl izah edelim?
Hâsılı, sevgi her şeyin başı, her hastalığın ilacı, her sorunun çaresi, toplumun bütün bireylerinin ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu, yokluğunda insanların ve toplumların, kâinatın kuruyup çürüdüğü bir varlıklar âlemi. Allah bütün varlıkları yaratmış, her varlığı da kendisine ve yine kendisinin yaratığı olan sevgiye muhtaç yaratmış.
Sevginin olmadığı yerde ne aşk ne aş, ne sağlık, ne varlık hiçbir şey yok, yok olmaya mahkûm. Mevla bizi ve bütün insanlığı sevgiden nasipsiz etmesin. Sevgiyle kalın vesselam.
Mustafa Göktekin