- 673 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Benim Ağabeyim ve Dünya İşleri! – 2
Günlerden Cuma; Öğleden sonraya sözleştiğimiz gibi Ağabeyim beni almaya gelmişti. Çadır hariç, portatif balıkçı sandalyeleri, olta takımları, yedek elbise, çizme, spor ayakkabısı, havlu vs. Arabaya yüklüyoruz.
Ağabeyim:
-“ Ya ben yanıma bir şey almadım …” diyor
- Ben “ Merak etme, benim aldıklarım bize yeter” diyorum.
Hanım tembihliyor “ Hadi rastgele ama sakın üşütmeyin oralarda ”. Gökmen’de surat bir karış, o da gelmek istiyor. Ormanda kamp yapmayı planladığımız için üşütürüz diye bu defalık çocukları yanımıza almayı düşünmedik.
Bu arada bakkal Orhan’ın o fesat bakışlarını görmüyor değilim hani! Adam kırk yaşına geldi daha bir kez bakkaldan pardon marketten :)) ayrılıp tatil yapamadı. Bunun için, “tatile gidiyorum” diyenlere uyuz oluyor. Velev ki bu kişilerin bakkalda açık hesabı olmasın! (Ayrıca “bakkal” denmesine de çok kızıyor, tadilatta çok para harcadı ya ”Ekonomik Market” dememizi istiyor) Hanım arkamızdan su dökerken ben camdan onlara el sallıyordum. Ağabeyim “tamam, tamam bir daha ki sefere çocukları da götürürüz” diyordu.
Yolculuk için güzel bir gündü. İstanbul dışına çıkana kadar telefonlarımızı kapatma sözü almıştık ve ne tekim öyle yaptık:)Radyo’da Türk sanat müzik çalıyor, ağabeyimin keyfi yerinde, sanatçıya mırıldanarak eşlik ediyor… Ben, elimdeki dijital fotoğraf makinesi ile yolda enteresan veya doğal görüntü avındayım. Çatalca, Subaşı, Binkılıç derken Saray’a geldik.
Efendim altımızda 4x4 cip olduğu için safari modundayız! Ormanlık yolu sırf bu yüzden seçmiştik. İstediğimiz yerde durma özgürlüğümüz vardı! Alışveriş yapmak için Saray’da mola verdik. Fırını satın alacakmış gibi bir havayla (!) aracımızı fırının önüne park ettik. İkimiz birden kocaman siyah gözlükler gözümüzde, araçtan aşağı indik. Yüzümüz fırına doğruyken kapıları; arabaya bakmadan hızla geri ittirerek, salise farkıyla ardı ardına çıkan “Pat, Küt” sesleri ile kapattık!
Fırından içeri adımımızı atar atmaz yurdum insanı kekelemeye başladı, bu-yur-un ab-bi-ler!!!
Garibim bizi mafya mı sandı ne:) Bilmiyor ki bizim havamız “Dünya işlerine” İstanbul’dan Saray’a kadar hiçbir engele takılmadan gelmiştik bu saatten sonra ölüm hariç bizim hızımızı hiçbir şey kesemezdi. Tam on beş yıllık bir özlemi gerçekleştirmek üzereyiz. Kolay mı?
- Bu ne ekmeği?
- Çavdar abi!
- Bu ne ekmeği?
- Kepek abi!
- Bu ne ekmeği?
- Buğday abi!
- Bu ne ekmeği?
- Mısır abi!
- Burası neresi?
-Saray abi!
- :))
…
Hepsinden birer ikişer aldık, yiyemesek bile kokuları ve görüntüleri çok güzeldi. Ben ekmekleri arabaya koyarken Ağabeyim hemen yandaki dondurmacıdan iki külah dondurma almıştı.Topladıkları harçlıkları birlikte yiyen bayram çocukları gibiydik! Yola çıkmadan önce koyun peyniri, koyun yoğurdu almayı da unutmadık. Saray’ın özellikle manda yoğurdu, manda peyniri, koyun yoğurdu koyun peyniri, bildiğim kadarıyla meşhurdur.
Yolumuza devam ettik. Çakıllının girişindeki o keskin virajını yavaşça dönüp kahvehanelerdeki köylülerin meraklı bakışları arasından dikkatlice geçtik. Beş dakika sonra Vize’deydik. Takılmadan devam ettik. Pazarlı rampası, Soğucak deresi derken Poyralı sırtları yakınındaki tepeye geldiğimizde(Askeriye önü) Ağabeyim ile yer değiştirdik.
En küçük çukurlarını dahi ezbere bildiğim yollardan şiir gibi akıp gidiyorduk. Yönümüzü yıldız dağlarına çevirdiğimizde balkanlardan gelen serin havayı ciğerlerimizde hissettik. Poyralı, İslambeyli ve Yenice’den sonra ikinci molamızı “Güzellik Suyu”nda verdik. Yaz kış hiç kesintisiz akan güzellik suyunda, elimizi yüzümüzü yıkadık. Boş pet şişelerini doldurup tekrar yola çıktık. Birbiri ardına keskin virajları dönerken lastiklerden çıkan sesler adeta ıslık çalıyordu. Kahraman bayırını bilen bilir.
“Pınarhisar ilçesine bağlı Evciler Köyü ile Vize ilçesine bağlı Sergen Kasabası arasında kalan Mahya (Magiada) Tepesi 1.031 metre ile Yıldız Dağları’nın en yüksek tepesini oluşturur.” Ve biz şu anda bu tepenin güney yakasından kıvrım kıvrım dönemeçleri ile önce zirveye doğru yükselip, sonra yine aynı kıvrımlar ile denize doğru alçalarak yol alıyoruz. “Kırklareli Bölgesi bitki örtüsü ve çeşidi yönünden zengindir. Bu doğal bitkiler arasında meşe, gürgen, kızılçam, karaçam, dişbudak ve seyrek olarak da karaağaç, kızılcık, karaçalı, yabani armut, akçaağaç, maki cinsinden katran ardıcı bulunmaktadır. Karaçam ve kızılçam gibi odunsu bitkiler Kırklareli bitki örtüsü ağaçlandırma sırasında dâhil edilmişlerdir.”
Yol kenarları zakkum çiçekleri ve yaban gülleri ile süslenmiş bir kordon gibi dururken ormanın içine doğru zelenika bitkilerinin örümcek ağı gibi yer yer zemini kapladığını görüyorduk. Demirköy yokuşunu çıktığımızda İğneada’ya sadece yirmi beş kilometre yolumuz kalmıştı. Yine hiç takılmadan Kuzeye doğru hareket ederek iğneada’nın kokusunu almaya başlamıştım. On kilometre yolumuz kaldığında İğneada’mızın görüntüsünü ağaçların arasından almıştık.
Sevgili ağabeyim bir yandan bölgenin coğrafi yapısını Ünye’nin coğrafi yapısı ile mukayese ediyor, diğer yandan orman, toprak, dere deniz özleminden bahsediyordu. Balyoz bayırından aşağı indik, üçüncü köprü, ikinci köprü, birinci köprü, çamlık yokuşu ve İğneada; Çarşıdaki meydanda bir tur attıktan sonra dinlenmek için İğneada’nın çiçeği burnundaki yazarı Orhan Uyanık ağabeyimin işlettiği çay bahçesi ve kahvehanesinin önüne arabayı park ettim.
Bu sırada Orhan ağabeyim dışarıda birkaç kodaman ile oturmuş İğneada’nın Turizm potansiyeli ve İSKİ’nın Istıranca derelerindeki suları İstanbul’a taşıma projesi üzerine bilgilendirme konuşması yapıyordu. Başını sağa çevirdiğinde arabanın direksiyonunda beni görünce çok şaşırdı. Hemen aşağı inip yanlarına gittik. Ağabeyim ve bana yer açtılar, tanışma faslından sonra çaylarımız geldi. Birbiri ardına çaylarımızı yudumladık.
Orhan Uyanık ağabeyim “ Doğal Hayatı Koruma ve Bölgesel Yaşamı Destekleme Derneği’nin başkanıdır. Ayrıca “ Benim Cennetim İğneada ” adlı değerli kitabın yazarıdır. Bu kitabını bana hediye ettiğinde bir sürpriz ile karşılaşmıştım. Kitabın içinde avcı dayılarımın resimleri olduğu gibi 123 sayfasında Haydar Bey ile hukuki bir dava için toplanan İğneada’lıların topluca çektirdikleri resmin içinde, babamın şimdiye kadar hiç görmediğim bir gençlik resmi de vardı. Bu benim için güzel bir sürpriz olup çok hoşuma gitmişti. Kısa ve hoş bir sohbetten sonra, müsaade isteyerek çay bahçesinden ayrıldık.
Çarşıda marketten ızgara için kasabın kendi yapımı sucuklardan aldık. Fındık, fıstık, içecek su, kola, tek kullanımlık tabak, çatal, kaşık bardak alıp, oradan manava uğradık. Kavun, karpuz, kiraz, soğan, limon, domates, biber vs, aldık. Arabanın ne arka koltuğunda ne bagajında boş yer kalmıştı. Gören en az on gün ormanda kamp kuracağımızı zannederdi!
Ağabeyim saatine baktı ve nerdeyse akşam olmak üzere biz gidelim güzel bir yerde balık yiyelim dedi. Aklıma limandaki şahin tepesi geldi. Orası yer olarak ta çok güzel bir mekândı. Yan yana iki restoran vardı. Önce sakinlik açısından gözden ırak olsun diye içerdeki restorana gittik. Gittiğimize bin pişman olduk tabi! Ortalık pislik içindeydi. Eski sahipleri burayı İstanbul’dan birine devretmişler, o biri de, dükkânı kime emanet ettiği belli değil! Nasıl kaçacağımızı şaşırdık bu mekândan. Ağabeyime karşı mahcup olmuştum. Allahtan diğer restoran bu ayıbı pişirdiği güzel çinakoplar ve kaliteli servisi ile örtbas etti. Limanköy’den tanıdık arkadaşlar masamıza kadar gelip bizimle hoş beş yapmaları, hatır sormaları, güzel bir davranıştı. Hepsine buradan teşekkür ederim.
Bir yandan balıklarımızı yiyor, diğer yandan İğneada’nın o akşam batımında sergilediği güzelliğini resimliyorduk. Resimlerimi çekmesi için garson kardeşimizden rica ettik. Sağ olsun, ağabeyim ile benim resmimi çekerek bu sahnenin ölümsüzleştirilmesine vesile oldu.
Çalışanların güler yüzlü, samimi ve haddini bilen tavırlar sergilemesi insana güven veriyor. Böyle olunca bizlere de tavsiye etmek kalıyor. Keşke diğer müesseseler de davranışlarını düzeltseler! Hava kararmaya yakın restoran’dan ayrıldık. Kamp kuracağımız bölgeye doğru tekrar yollara düştük. Hedefimiz Beğendik köyünün girişinden sağa dönerek yeni yapılan, fakat yapımından vazgeçilen liman bölgesine gitmekti.
Beğendik Köyünün ışıkları görünmüştü…Yol sapağına geldiğimizde ağabeyim bana “Talip Usta vakit geldi köyde akşam namazını kılıp sonra bölgeye gitsek nasıl olur?” dedi. “Çok iyi olur ağabey “dedim ve arabayı köy meydanındaki camiye doğru sürdüm. Biz namaza girerken hoca namazdan çıkıyordu ve bizi görünce “Geleceğinizi bilsem sizi birkaç dakika daha beklerdim” dedi! Camiden ayrılacağımız sırada, sonradan Tokatlı olduğunu öğrendiğimiz cami hocası, bize kibarca seslendi; “Misafirler buyurun size bir çay ısmarlayayım”…
Ağabeyim ile göz göze geldik. Hocanın bu kibar daveti karşısında onu kırmadık ve teklifi kabul ettik.
Yine gelsin çaylar gitsin boşlar, hatır için çiğ tavuk yenir hesabı kimseyi kırmamaya çalışıyoruz. Tanıyanlar bile beni tanımakta zorlanıyor acaba o mu diye tereddüt ediyorlardı. Aslında kendimi tanıtmak istemiyor kısa kesmek ve bir an önce av bölgemize konuşlanmak istiyordum. Ağabeyim, soranlara Ordu, Ünyeliyim diyordu ben ise; "Ben, yabancı değilim, buralı sayılırım" diyerek geçiştiriyordum. "İğneada’lıyım" desem, mümkün değil burada kolay ayrılamayacaktık.
Ağabeyim anlatıyor. “Talip Bey ile biz on beş, on altı yıldır tanışırız. Kendisi bizim demir işlerimizi yapar ailecek görüşürüz. Devamlı bana buralarını anlatır dururdu. Kısmet, gelip görmek bu güneymiş… Biz deniz kenarında kamp kuracağız. Balık tutup eğleneceğiz. Doğa ile baş başa kalmak için böyle bir plan yaptık.”
Tabi köylüler bu durumlara alışık olduğu için yadırgamadı “Çok iyi yapmışsınız“ diye geçiştirdiler. Tam bu sırada çok tanıdık biri kahveye yaklaşıyordu. Beni tanımasın diye ağabeyimin arkasına sindim! Ne mümkün gelen zati muhterem benim yüzümü görmek için ağabeyimin sağından baktığında ben başımı sola kaydırıyordum. O’ ağabeyimin solundan baktığında ben başımı sağa kaydırıyordum. Sonunda yanıma gelip yüzüme baktı. O ince ve tiz sesiyle;
- “Tiiizem oğlu hoojgeldin beyaaa!!!” Ben, dedim ama bu bana tandık geleye, ben bitaa bitaa baktıkçe sen masus yan yateyen dimi?
- Nasısın?
- İngem nasıl?
- Gelcez deeyen, gelcez deeyen ama bize gelmeeyen be tizem oğlu;
- Geçen kardeşini gördüm kavede arkasından ensesine bi şaplak vurdum bi çüvüye bi çüvüye korkudan..
- Eee ...
- Sonrada bana süvüye, senin telefonunu isteeyem ama vermeeye!
- Kızmış tabi adam, sana telefon numarası verir mi ?
- Seni gidi seni
...
İşte ağabey bu benim yandığımın resmi :)) :))
“Mitolojide Istrancalar’ı çevreleyen geniş coğrafi bölge Şarap Tanrısı Bakhus’a tahsis edilmiş yerler olarak ifade edilmektedir.” Sonradan yaptığım araştırmalara göre Tanrı Bakhus ; kendisi için tahsis edilen bu yerlerde ki şarap mahzenlerinin sorumlusu, bekçisi olarak, bula bula benim tizemin oğlunu bulmuştur!
Tanıyanlar bilir tizemin oğlunun yüzüne dikkatlice baktıklarında her yüz yıl için Tanrı Bakhus tarafından bir çizik atılmıştır. Yüzündeki çiziklerden de anlaşılacağı gibi mahzen bekçiliği tizemin oğlunun hem yüzünü, hem karizmasını yıllar içinde çizik çizik yapmıştır. Tabi onun yardımcıları titem oğullarının da öyle!
Saygılar tizem oğlu !:))
Devam edecek.
YORUMLAR
(Talip ağabeyimin affına sığınarak:)
Gerçekten sohbet havasında okudum.Ha şimdi,ha sonra bekledim ki:
"Bir yandan balıklarımızı yiyor, diğer yandan İğneada’nın o akşam batımında sergilediği güzelliğini resimliyorduk. "
(Yavaştan rakılarımızı yudumlarken,çaktırmadan akşam sofrasını da tasarlıyorduk. Benim düşüncemi anlamış gibi:)
"Ağabeyim saatine baktı ve nerdeyse akşam olmak üzere biz gidelim güzel bir yerde balık yiyelim dedi. Aklıma limandaki şahin tepesi geldi. Orası yer olarak ta çok güzel bir mekândı. "
Ama,o harika doğanın içindeki,çinekoplar,lüferler ,kuru kuruya gidince;Sizin Dünya işleri'nin pek te iyi çalışmadığını düşündüm.
Severek okudum.
Selam,saygı.
talipgirgin
Selam ve saygılarımla...