- 791 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYRILIĞI SİLAH GİBİ KUŞANAN OZAN
1980’in “sıkıyönetim”li günleridir. 12 Eylül Darbesi’nin eli kulağında. Yılmaz Güney ile çıkardıkları dergi kapatılmıştır. Hakkında açılmış bir çok dava dosyası ve mahkeme vardır. O puslu günlerde avukatı olan Orhan Apaydın uyarmakta gecikmez şairi. “Canını kurtar, ellerine düşme, önümüz karanlık!” Kararını vermiştir, yurt dışınıa çıkacaktır. Nihat Behram, Zurih yönünde kalkacak olan uçağın, merdivenlerini çıkarken yurdundan ayrılmanın acısıyla doludur yüreği. Uçak hava alanına inerken “Kırık Dökük Sözler” adını verdiği şiirin o duygu yüklü dizeleri dökülür dudaklarından...
Uyandırın anamı söyleyin gidiyorum
Yolumu gözlemesin dönemem belki geri
Arkadaşlarım duysun kardeşim bunu bilsin
Söyleyin gidiyorum dönemem belki geri
Babama haber salın çiçekler onda kalsın
Sulasın günaşırı dönemem belki geri
Korulara söyleyin dağlara asmalara
Baygın çocukluğumun çınladığı kırlara
Söyleyin gidiyorum dönemem belki geri
Gelsinler anılarım uğurlasınlar beni
Sadece sevdiğime söylemeyin duymasın
O kadar körpe ki kalbi bilmiyor yitirmeyi
Söylemeyin bu akşam sevdiğim ağlamasın
İsviçre buz gibi bir ülkedir. Havası değil, bizzat hayatın kendisi olarak buz gibidir. Buz üstüne çizilmiş bir tablo gibidir İsviçre. Renkleri gereğinden fazla yeşil, gereğinden fazla temiz, gereğinden fazla düzenli bir tablo gibidir.
O günlerde bir yandan interpol’ün, bir yandan ajanların, bir yandan da burjuva basınının takibi altındadır. Bu sartlarda olmasına rağmen Güney filmi Zürih’te kurmayı başarmış ve böylece “Yol” filminin yapılması olanakları da doğmuştur. Sonunda Yol” filmi çekilip çıkmış, öte yandan da Yılmaz Güney.
Bu defa bindiği uçak Paris’e gitmektedir. Yanında Fatoş Güney vardır ve Yılmaz Güney’le buluşacakdır. Buluşurlarda. Fakat Yılmaz Güney çok geçmeden hastalanır, ölümünden kısa bir süre önce, birlikte çıktıkları son yolculuk Kıbrıs’adır. Yılmaz Güney Kıbrıs’tan, İsveç’e uçarken, o da Zürih üstünden Paris’e döner. Son görüşmeleri ise Kuzey Afrika yolculuğuna çıktığı gün olur. Döndüğünde, Fatoş Güney, yüreğinde ilaçlarla dondurulmuş bir sesle, Yılmaz’ın komada olduğunu söyler...
Yıl 1985’tir. Hakkında “yurda dön” çağrısı yapılmıştır. Yurt dışında “Türkiye aleyhinde çalıştığı suçlamasıyla, dönüp teslim olmadığı taktirde yurttaşlık haklarını yitireceği tehdidi vardır. Birkaç ay sonra konsolosluktan gelen mektupta, “yurttaşlık haklarını yitirdiği, bunun içinde Türkiye’de bir mal varlığı varsa, dökümünü yapması gerektiğini isteyen bir mektup alır! Böylece 17 Haziran 1986 tarihli Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal ve Bakanlar kurulu imzalı kararla vatandaşlık haklarını kaybettirilenler’den biri olarak onun adı da ilan edilir.
“Yurda dön” çağrısı alıp, daha sonra “yurttaşlık haklarını yitirdiği ilan edilenlerden biriside yılmaz Güney’dir. Yerli Burjuva basını’nda “kansızlar, vatan hainleri yine zehir kustu” gibi, satılık insan uslubuyla haber yapıldığı günlerdir. Yılmaz Güney, hakkında alınan kararı, her zamanki gibi, mücadele hırsına gebe acı bir gülümsemeyle karşılamıştır.
Sürgünde Nihat Behram’ın yüz yüze bulunduğu ve karşısında, gerçek bir yurtsever olmanın gereğiyle mücadele heyecanı duyduğu bir sorunda, faşizmin hemen yanı başında duran yabancı düşmanlığıdır. Yani Rasizm...
Bir gün bir televizyon programında, “Bir Türk bir çöp tenekesi bulursa, ne yapar? Tabi ki bakkal açar!”, “Afetle felaket arasındaki fark nedir? Okyanusta içi Türk dolu bir gemi batarda tüm Türkler ölürse bu afettir, bir Türk bile kıyıya ulaşırsa bu felakettir!” şeklindeki espriler duyunca yabancı düşmanlığının Avrupa’da ne boyutlara geldiğini görür.
Ataol Behramoğlu, Fransa’da yayınladığı ANKA dergisinin çıkış yazısında “İki ateş arasındayız” diye yazar “Nihat Behram Sürgünde iki ateş arasında değil, “Ateş çemberi içinde” dir...
Bundan sonrasını şairin ağzından dinleyelim:
“Yurtdışına çıkma zorunda kaldığımda 33 yaşındaydım. Şimdi 41 yaşındayım. Gurbetin ilk yıllarında bir sabah, uzun uzun öten bir horoz sesiyle uyanmıştım. Yüreğim sanki ağzımda çarpıyor gibi olmuştum. Yine rüyada, kendi ilimdeydim sanki. Pencereye dayandığımda, ağzımdaki yüreğimi dişleyerek yerine oturtmam gerekti. Horoz sesi anonstu ve yumurta satan bir münübüsten geliyordu! Gurbette, çoğu şeye zamanla alışıyorsun böyle. Alışman gerekiyor Daha önce, olmasını düşüncenden dahi geçiremeyeceğin yığınla şey, senin alıştığın bir parçan oluyor. İşte, benim, şimdi iki yaşında olan kızım Mavi böyle. Anası İsviçreli, Paris’te evlendik. Mavi Paris’te doğdu. Baba yanından “yurtsuz”. Anası onunla İsviçre Almancası, ben Türkçe konuşuyorum. Ben anasıyla İngilizce-Fransızca karışık bir dil. Dolaştığım ülkelernen Mavi’nin “kağıt sorunu” gündeme gelince bürokrasi düğümleniyor. Şimdilik, Almanya’da büyüyor. Hiçbir şeyden habersiz kaderimizi bölüşüyor. Gurbetlikte, çok şey doğal bir parçan olarak hayatına giriyor, alışıyorsun. Alışamadığın şeyler de var kuşkusuz. Nazım’ın dediği gibi, “Ancak ölümle unutulacak” şeyler... “anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü sözgelimi...
Halkının özgürlüğü en yüce isteğinse eğer, yurdundan ayrıldığın bu kez yeni bir anlam kazanıyor. Düşüncenin çeliğine su veren şeylerden biri de bu ayrılık oluyor o zaman. Yeter ki insan, acılarından biri olarak ayrılığı da silah gibi kuşanmayı bilebilsin!’
Bence de ayrılığı silah gibi kuşanan bir ozan Nihat Behram... Aşağıdaki dizeler bunu göstermiyor mu?
Bir yanında gürgen sesi
gürzü neşter öfkenin
bir yanında hüzün tüten yanışıyla
gönül ateşi
Bugün dünden beter! diyen
Kara güne yeter! diyen
gürültüsü gürleştikçe gürbüzleşen bir hınçla
hünkârın hükmüne bin küfür kükreyip gelir
Aşklarımı
açmamış tomurcuğun yarası
düşlerimi
göçmen kuşların rüzgârı tutuşturmuş
Uçurumlarla bıçaklanmış bile olsak ey halk
bu tutku bizi kavuşturur
Acılarmış... Çaresine bakılır!
Düsman çokmuş... Topu birden yakılır!
Yol uzunmuş... Bir canım var
borcum olsun halkıma...
Ayrılıkmış... Kuşanınca o da yakışıklıdır
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.