- 720 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
YANLIZ ÇERÇEVE
Üç çerçeve yan yana duruyor konsolda. Mutfağın hemen yanında. Gülen yüzler ve mutlu anılar. Çerçevelemiş.Onunla olan mutlu bir akşamın son saniyelerini büyütmüş.
Atın varaklı süslü bir çerçeveye özenle yerleştirmiş,Çok sevilen annenin babanın ablanın ve küçük tatlı yeğeninin yanına oturtmuş. Hak ettiğinden değil. Öyle istediğinden.
İlk ziyaretimde Şimdi anlatacağım çerçeve oradaydı işte. Sonra ki ziyaretim de de malum yerde. Ama değişik bir şekilde. İkinci ziyaret sonrası eve gelince Çerçevenin anlamına baktım sözlükte.
‘Resim, yazı, ayna vb. şeyleri süslemek veya bir yere asılabilecek duruma getirmek için bunlara geçirilen kenarlık’’ diyor.
Bir başkası ‘’sınırlandırılan şey ‘ diye tanımlamış.
Gerçekten de öyle galiba. Sanki kaçmasın diye etrafına sınır çektiği, ‘’Benim ‘’ demek için sınırlandırdığı o resim. O kenarlık. O çerçeve. Boş şimdi. Bomboş.
Yan yana duran üç çerçevenin tam ortasında yapayalnız. Kendi başına.
İlla giden mi terk eder?
Kalan da böyle terk eder işte.
Son mutlu saniyeler de en fazla bir dakikada küçük küçük parçalanıp mutlu sığınağın çöp kovasını boyluyor böylelikle.
Hatırlamak istedikçe eski hatıralar saklandıkları çekmecelerden biz hiçbir şey yapmasak da çıkıyorlar. Saldırıya hazır tam teçhizatlı ordu gibi.
Evin her köşesine dağılmaya and içmiş gibiler.
Ve istediğimiz zaman hepsini tek bir düşüncemizle alt edebiliyoruz.
Ve yine zaten bizim olan huzurlu ülkemizi ele geçirip en tepesine zafer bayrağını dikebiliyoruz.
Psikolojik olarak hazır olmak böyle bir şey olmalı.
Fakat düşünüyorum da kim bu kadar hazır olabilir birden bire terk edilmeye. Kim aynı evde daha 3 gün öncesine kadar mutlu mesut yaşarken ıssız dört duvarda televizyonun karşısında hiçbir şey olmamış gibi havadan sudan bahsedebilir.
O bahsediyordu işte. O hazırdı her şeye.
Her başlangıca ve her bitişe.
Neler bitmişti. Neler gitmişti. Sadece zaten kalitesiz olan ve birkaç oyun için tasarlanmış küçük oyuncağı bozulmuş ve onu çöpe atmış gibiydi.
‘’ Artık gömüp gömülen her şeye yapıldığı gibi ‘’iyi bilirdik’’ diyeceksin ‘’ dedi. Ucuz birasından bir bardak daha koyarken kendine. Gözlerinde biraz olsun ıslaklık aradım. Biraz hüzün olmalıydı yüzünde. Derken… Konuşmaya başladı. Oldukça hızlı ondan beklenmeyecek kadar seri.
‘’Bileceksin ki dedi. O öbür tarafta yaşıyor, hem de gayet iyi... Olması gerektiği gibi. Çünkü o da beni gömdü, günahımı gömdü. Hoş, iyi, zararsız olsaydı eğer, taşınabilirdi, ama her an yok sayılabilir bir günahtı, değişmezdi. Ben artık görmeliyim, artık uyanmalı, artık sadece kendimi affetmeliyim. Kimseye borçlu değilim, Kendime borçluyum. Çoook cepten yedim. Yerine koymadım. Denendim, ölçüldüm ve hiç değişmedi, ilk vazgeçilen oldum. Vazgeçilip rahatlanan... Hep... Susacak sandım ama susmadı.
Hesap sorarcasına döndü. Bana baktı.
‘’Şimdi sen, neyi soruyor, neyi tartışıyorsun? Sevmek ne diye mi soruyorsun? ‘’
Nefes almak için mola verdiğinde, ben yüzümdeki şaşkınlığı gizleyememiştim. Hatta deyim yerinde kullanılırsa ‘’ağzım açık bakakalmıştım. Acıydı bu. Tamam, işte vardı. Biraz da olsa vardı. Derindeydi. Çok dipteydi. Bulup çıkarmak gerekiyordu. Ama hala ‘’ ben çok güçlüyüm ‘’ görüntüsünden de ödün vermek istemiyordu. Çünkü güçlüydü. Kendinin bile bilmediği bir sabır, bir dayanma inadı. Ve ayakta kalabilme yeteneği vardı onun.
‘’ Fazla depresif olduk. Şu konu değişsin ya da susalım’’ dedi. Belki okuduğum kadar ‘’Kişisel gelişim ‘’ kitaplarından okumamıştı. Sıkılırdı çünkü. Eğlenceli değildi onlar. Terk edilince ne yapmalı sorusuna yanıt aramamıştı hiç. Ama deneyim bütün kitaplardan ya da bütün öğretmenlerden daha iyi öğretmendi. Yaşayarak öğrenmek kalıcı öğretiyor, bir sonrakinde de seni biraz daha fazla kuyruğu dik hale getiriyordu. Öğretilere bu kadar meraklı, her türlü kuantum felsefesini yutmuş ben, ağzım açık bu dik duruşa hayran bakıyordum sadece. O, huzurla battaniyeyi üstüne çekmiş, rahat koltuğunda sakince demlenirken muhtemel empati sorusunu ( ‘’ Ben olsaydım ne yapardım?’’) sorup, cevap kağıdımı hazırlıyordum. Tam bu sırada içimdeki hırslı, çok yenilmiş ama hala ne yapacağı çok belirsiz küçük kadın sorumu cevaplayıveriyor ‘’ Ne yapardın ki? Koskoca beş seneni bir serseriye feda ederdin. O çamaşırlarını yıkatır karnını doyurur kendine baktıracak yeni bir kadın bulurken sen hala. O benim ilk aşkım yeri başka der. Yine içmeden en beter sarhoşluğun içine düşüverirdin ‘’ Haklı tabi. Onca seneden sonra hala aklıma geldiğinde sol yanımın kesik kesik sancımasına hala engel olamazken biliyorum ,yine olsa yine aynı çaresizliğe bürünürdüm.
Ben içimdeki yolcuktan yorgun hesaplaşma içindeyken, O’nun ani bir hareketi ile irkildim. Doğruldu. Konsolun üstündeki boş çerçeveyi aldı eline.’’Bak dedi. Bunun artık bir misyonu var. Artık her baktığımda bu çerçeve bana ‘’Kime değer verdiğimi, kimi en değerlilerimin yanına koyacağımı anlatacak bana.’’ Biliyorum içindekinin en canlı halinin bile bir misyonu vardı. Bu çerçevenin görevi daha fazla. Evet, elimi bıraktı gitti ama yolun karşısında geçmem için cesaret verdi. Yalnızlığımı paylaştı. Koca bir yazı mutlu geçirmem için çalıştı. Onun da görevi buydu. Görevi bitti. Ve gitti.’’
Benle değil, kendiyle konuşuyordu. Ve aslında ne yapması gerektiğini de iyi biliyordu. Gece olacak, yatacak uyuyacak, sabah olacak, işe gidecek ve bu konuyu artık daha fazla didiklemeyecekti. İşin garip tarafı bu kadar iyi tanıdığımı sandığım insanı teselli etmem gerektiğini düşünürken onun karnı, boş teselli cümlelerine gerçekten toktu.
Kalktı. Boş çerçeveyi özenle yerine koydu. Önünden hafif bir gülümseme ile mutfağa geçti. Her zamanki düzenli tavırları ile küçük küçük tabaklara çerezleri koydu. Rahat koltuğuna kuruldu. Kısa vadede yapmak istediklerinde bahsetti. Daha önemsiz daha eğlenceli konulardan bahsettik. Tavla oynadık. Güldük. Eğlenir gibi yaptık. Biraz magazin seyrettik. Biraz dedikodu çevirdik. Sonra uyku bastırdı. O, yepyeni, kocaman, uyku kaçamaklarını henüz kimseyle paylaşmadığı yatağına yattı. Ben misafir odama geçtim. Mis kokan çarşaflarda pembe rüyalara daldım. Uyandığımda çok erkendi. Sabah ayazı alt kata inmiş, burnumu dondurmuştu. Akşamdan üstüme örttüğüm polarlardan birini montumun üstüne doladım. Yarı uykulu mutlu sığınağa dönüp bir daha baktım. Boş çerçeveye takıldı gözlerim. Gecikmiş günaydınımı vermek üzere, konsolun önünde misyonu olan boş çerçeveye doğru eğildim. Arkadaşımı bu kadar güçlü kılan bu kadar küçük objeye duyduğum saygıyı belirttim. Kapıyı açtım . Yeni gelen günü de selamladım .’’
’Hoş geldin yeni gelen gün. Sürprizlerinle gel. Gelecek olanı gönder. Gidecek olanı yolla. Biz ayaktayız.’’