- 957 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Adamın Adası
ADAMIN ADASI
Işıklar küçük pencereli evlere yürüdü, önce sarıdan bir boya çekti üstlerine. Yeryüzünün büyük aydınlıklar ve bereketler dağıtan lambası, sonradan aşağılara beyaz ve kül renkli ev yığınlarına doğru yöneldi. Yosunlu kiremitleri, küçük damları yavaş, yavaş okşadı. Işıklarını böldü, benim de sevdiğim evlerin kimini iyice sivriltti, kimine biçim vermeden tıpkı benim gibi fırlattı attı.
Bende; doğanın bize sunduğu bu manzarada, deniz kıyısında çıplak ayaklarla yürüyordum. Sular ufak ağızlarıyla ayaklarımı dişliyor, balıklarda gülüyordu. Balıkların gülmesi birden çığlığa benzer bir durum aldı. Denizin ortasından yuvarlana, yuvarlana gökyüzüne yükselen ay, ışıklarını bana çevirdi. Yalnız beni aydınlatacakmış ve benim için doğmuş gibiydi. Şaşkın suskun aya bakıyordum. Ellerim, ayaklarım ışık içindeydi. Işıktan bir kadındım. Tıpkı aphrodite (Venüs) gibiydim. Işıklar şarkı söylemek isteğimi uyarttı. Şarkıya benzer bir şeyler mi duydum çevremde derken, dağların sivrilerinden aşan, köyleri, şehirleri, beldeleri dolaşan bir büyük sesle yürümeye başladım. Ses içimde ufalır ufalmaz yukarıda tepsi gibi duran ay birden yassılaştı, uzadı, sanki ışıklarla donanmış biri büyük, diğeri küçük iki ada oldu. Bu adalar meğerse iki tane ayrı, ayrı dünyaymışlar. Birisi büyük ve karanlık diğeri ise küçük ve aydınlıkmış. Ayrı, ayrı gibi duruyorlarmış ama aralarındaki bir köprü ile bitişiklermiş. Uzaktan bu adacıklara bakınca insanların duygularına göre bu adacıklar renkten renge giriyorlarmış renk değiştiriyorlarmış. Bende; duyguların yoğunluğuna göre ışık ve karanlık saçan bu renk cümbüşlü adaların ışık kısmında doğmuş ama karanlıktaki kıyısında deli, deli dolaşıp bir türlü ışığı göremeyenlere renklerini değiştiremeyenlere bu yüzdende denize giremeyip adaya gelemeyenlere dönerek ‘Birbirinizi seviniz‘ diyormuşum.
Adalar çocukluğumdan beri bana renk cümbüşünü duygululuğu, sevgiyi hatırlatır. Bu yüzden ne zaman bir harita görsem gözüm hemen bir ada arar. Kent ve yöre adlarından hemen mavi kıyıya kayar gözlerim. Mavi boyaların üstünde bir garip ada ismi okuyunca, düşlere dalar mitolojideki kahramanlar gibi hissederim kendimi. Haritada ada görmeyeyim içimdeki dostluklar sevgiler kabarırı, her yanım karıncalanır, geçmişin karanlık yollarına doğru ağır, ağır yürürüm. Beni geçmiş yanılgılarımla baş başa kalabileceğim günlere iterler. Garip bir sevinç duyar gibi acılarımı, geçmişi, geleceği ortadan kaldırmak şimdiyi yaşamak isterim. Yalnızlık hissederim!...Çaresizlenirim!...Ne yapacağımı bilemem!... Karşıma çıkan ilk insana gereksizce fazla, fazla bakarım, uzaktan geçen bir tanıdığı görürü görmez koşup koluna girerim.
Yazlığımdaki evimden birbirinden ayrı gibi görünen ama aslında bitişik bu adalardaki yalnızlık ise daha başka etkiler beni. Adacıklara bakınca derinden duyulur bu duygu. Otururum bir sokak kanepesine kendimi dinlerim. Yalnızlık belki gelmez beklide bugün beni unutur diye sevinirim Eski yalnızlıklarımı tatmaktan korkarım. Denizi gören, adaları gören bir sıra ararım. Olasılıklarla dolu yaşamı anlatan ağaç gövdeleri altında sağa sola bakarım. Yaşamdan kopup yalnızlık olmasın diye açarım kitabımdan bir sayfa okurum. Başımı kaldırır, tekrar çevreme bakarım. Gözlerim denize ileşir, bir sandal dumanlar salar maviliğe, ufacık minicik bir dumanda olsa adaya mı gider? bu duman havasını bozar mı? diye dertlenirken ‘O duman senin içinde’ diyen bir ses duyarım. Kapkara dumanlar kaplar çevremi gene o karmakarışık duygular, geçmişin onlarca tozu, yanılmalar, rakamlar, aldanmalar, kelimeler birer kitap sayfası gibi açılıverir. Birde bakarım ki yalnızlık yanı başıma yerleşmiş, ayak, ayak üstüne atmış tıpkı bir erkek gibi karşımda durur, düşmanlığı dostluğu anlamayan bir sevgili gibidir o!... Çaresiz, umutsuz!... sıradan kalkarım. Tekrar geçmişin yollarındayımdır. Ama bu kez koşarak kaçarım. Denize girerim. Denizdeyimdir. Adalara doğru yüzerken adalar sanki beni karşılamak için ayağa kalkarlar, denizde adacıkları sarıp sarmalar, köpüklerde çırpıntılarıyla sonsuzlukta bir nokta gibi görünen beni okşardı. Adadan gelen sallanan ağaçların, savrulan dallarının yapraklarının çıkardığı seslere bende saçlarımı denizde çalkalayarak eşlik eder katıla, katıla bu adacıklarla birlikte gülerdim.
Ne var ki kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi adacıklarda kendi neşelerinin parlayışı içinde kaybolur, koca enginlerde ufuktan ufuğa çınlayan bir kahkaha ve mitolojisi kalırdı geride. Mitolojiye göre ‘ Göz kamaştıran bir güzelliğe sahip olan Aphrodite güzellik tanrıçasıdır. Dalgaların köpüğünden doğmuştur. Bir İlkbahar sabahı ada kıyılarında kıpırtısız olan deniz biden bire köpüklü bir dalga ile hareketlendi. Bu dalga ile birlikte bir sedef kabuğu kıyıya vurdu. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli Aphrodite çıkmıştı. Yanında aşk tanrısı olan oğlu Eros’ta vardı. Kumsalda yürüdükçe astığı yerlerde güzel kokulu çiçekler açıyordu. Zaman tanrıçaları olan Horalar onları karşıladılar ve önce Aphrodite’yi güzelce yıkayıp vücudundaki tuzlu deniz suyunu temizlediler. Uzun sarı saçlarını örüp, başını altın bir taçla süslediler, üzerine tülden süslü elbiseler giydirip, boynuna kıvılcımlar saçan kolyeler taktılar. Daha sonra onu ve oğlunu alıp Olymposa çıkardılar. Olympostaki tanrılar bu güzeli görünce hayranlıklarını gizleyemediler. O günden sonra Aphrodite güzellik ve aşk tanrıçası olarak Olymposta diğer tanrı ve tanrıçalarla birlikte yaşamaya başladı. Aphrodite güzelliği ile sadece tanrıların değil insanlarında gönlünü fethetmişti. İnsanların kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpiyor onlara neşe ve sevinç veriyordu. Diğer yandan kimi zaman bu neşe ve sevinç aşk acısına da dönüşebiliyordu. Güzel tanrıça gücünü sadece insanlar ve tanrılar üzerinde göstermezdi. O tüm tabiata söz geçirebilirdi. Tek bir tatlı bakışı ile kudurmuş dalgaları sakinleştirir nefesi ile deli gibi esen rüzgarları dindirirdi. Yeryüzünde her şeyi o diriltir o canlandırırdı. Kurumuş çiçekleri ağaçları tekrar canlandırır, dünyayı süsler, güzelleştirir ve tüm kadınların hayallerini süslerdi. Bu gün benim hayalime doğmuştu sanki benim ve tanrıçanın doğum günüydü. Her taraf ışık içindeydi. Tanrıçayı doğuran köpükler denizi dalgayı ağaçları dalları, insanları, gökyüzünü, beni velhasıl her şeyi pembe camdan geçen bir bakışla aydınlatıyor, adalar ve bende onun gülüşünden geçen kahkahalarla şenleniyorduk. Arada bir kulağıma gelen fısıltılarda aşk denizinde boğulacaksın diyordu. Birden ürperişler duydum gözlerimin şulesinde. İrkildim. Gülen adacıkların ve denizin nerede başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Adanın kıyıları mağaralar ve dehlizlerle oyuk oyuktu. Ne çok sevişmişti deniz bu adacıklarla. Denizaltındaki koridor ve tünellerden giren dalgaların suları kuytu bir yerde sevişiyormuş gibi koyun, koyuna fırıl, fırıl burgaçlanır birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar, sonra birden bire çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlar gibi havaya pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş şelalesi fırlatırlardı. Sular iç içe geçerken, ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe kapılan sular kendilerinin adanın uçurumundan aşağıya atarlardı. Tüm bunlar olurken birden ada geceye kaydı. Karardı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir ışık demeti iniyordu. Sessizlik ve fısıltıdan ibaret bir duraktı burası. Adaya dinginlik serpiyordu. Titreyici bir yağmur damlası gibi duran ışıklar ay ışığında ince, ince birer gümüş tel oluyordu. Buğuya kesilmiş bu ada hakkında öykü yazarmısın? diyen denizdeki ve hayalimdeki adamla milyonlarca gümüş tellerle sarılmış, telkariden yapılmış salıncakta adayla birlikte sallanıyorduk. Işık selleri çiğ tanesi gibi denizde hemen kayboluyordu. Denize düşen çiğ tanesinin ayrılığını denizde kaybetmesi gibi bende denizden hiç çıkmak istemiyordum. Denizden çıkarken ADAMI, APRODİTE’yi kaybediyordum ama kelimelerin dili ile ‘ADAMIN ADASI’ olan öyküyü rüyalarımla birleştirerek yazıyordum.
Nezihe ALTUĞ
Çandarlı
14.7.2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.