- 1613 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Masumiyet Müzesi Üzerine
Yazar Notu : Bu yazı Koç Holding, Arçelik-LG, "Ajans" aylık dergisinde yayımlanmış olup tüm hakları yazara aittir, izinsiz kullanılamaz.
Masumiyet müzesi temmuz ayı başında okuyucusu ile buluştu ve aslında –daha doğrusu bana göre- biraz hayal kırıklığı yarattı, kitap kendi içinde beklenen öğeleri taşımasına karşın biz okuyucular olarak – ben diyeyim- içerisinde başka bir hayata ait atıfların bulunduğu aynı zamanda gizleri de barındıran bir kurgu bekliyordum ama tam tersine hayatın ta kendisini belirten bir düzen ve hikaye ile karşılaştım, okurken İstanbul’da yaşamanın ne demek olduğunu bir kez daha anımsarken, bizi biz yapan öğeleri de -Orhan Pamuk’un satirik yorumunu artık kronik hale getirmesi ile- hüzünle okudum. Yazar aslında her zamanki yazım tekniği uygulamıştır, önceden yazılmış romanları, konuları, hikayeleri yeniden kurgulayarak kendine uyarlamıştır fakat bu sefer bunu fiziki dünya ile de birleştirmeye çalışmak istemekte (müze açılışı 2010’da) hiç denenmemiş bir şeyler yapmak istemektedir ki bu da roman sanatını biraz- bence- zedelemiştir.
Kitabı okurken ilginçtir iki varoluşçuyu önemle hatırladım ve alıntılarımı –varoluşçuları varoluşçu ile karşılaştırmak için bu yönde Milan KUNDERA ve Attila İLHAN’dan yaptım ve dışarıya taşmak istemedim.
Genelde biz okuyucular –artık okuyucu demek pek doğru değil sanırım yeni dünyada biz müşteriler- keşfedilmemiş bir kurgu yada ilk defa denenen bir tür bekleriz yeni çıkacak kitaplardan yada başka türlü bir anlatım yaratmasını isteriz romancının.
“Müşteri”, demiş dükkancılardan biri “sokakta her gün on binlercesini gördüğü o bıyıklı, çarpık bacaklı, kara kuru vatandaşlardan birinin sırtındaki paltoyu değil, uzak ve bilinmeyen bir diyardan gelen yeni ve ‘güzel’ bir insanın giydiği ceketi sırtına geçirmek ister ki, bu ceketle birlikte kendi de değişeceğine, başka biri olabildiğine inanabilsin”. (Kara Kitap –Bedii Ustanın Evlatları sf 64). Aslında kurgu bilindik bir aşk hikayesi olup, çoğumuzun çevresinde yaşanmış- yaşanan- yaşanabilecek- bir kurgu olup bizi biz yapan en önemli etmenleri –bekaretin önemi, akraba kızına aşık olmak, İstanbul’un hızla değişmesi, trafik kazaları, siyasi olayların üzerimize baskıları, yada yokmuş sayılmaları –Orhan Pamuk’a göre siyasete bulaşmamak bir erdem olarak gözükmekte- gibi hayatımızda çok fazla yeri olan ama dilendirmekte de pek hoşlanmadığımız öğeleri içermekte.
Aslında bu sefer ki kurgu daha inandırıcı ve hayata daha yakındır, bu sebepten belki de daha sıkıcı ve kitap yazarın yazdığı en uzun kitaptır. Füsun’a deliler gibi aşık olan Kemal, aşıkını ömrünün sonuna kadar taşımıştır. Kara Kitap’ta ki Galip aşkını ulaşmak istediği yeni hayata bir geçiş olarak kullanmış amaçtan ziyade araç vazifesi yüklemiş sonunda Rüya’yı ortadan kaldırmış, Yeni Hayat’ta Osman ise yeni hayatı bulamayacağını anlayınca kendine bambaşka bir yön çizmiş (karşı komşunun kızı ile evlenmiş) ve hayatını idame ettirmiştir. Roman kahramanı Kemal, aşkına ulaşmak için nerede ise 9 yıl boyunca çile çekmiş ve tam ulaşacakken yine hepimize çok tanıdık bir gerçek olan trafik kazası sonucunda sevdiğinden ayrı düşmüştür, tek bir romanında, yazarın “ en iyimser romanım” dediği Benim Adım Kırmızı’da kahraman iki kitabında da bir tesadüf olamayacağı sonucuna vardığım yine 12 yaş küçük akrabasının kızı Şeküre’ye kavuşmuştur. Kahraman 9 yıl boyunca Keskin’lerin evlerine ziyartte bulunmuştur, bu ziyaretlerde Füsun dışında “ Üzüntülü ve melankolik bir anlama kadar insanı birbirlerine çabuk yaklaştıran hiçbirşey olamaz; bu yakınkaşma çoğu kez aldatıcı bile olsa” bir bağ kurulmuştur. ((sf 75 Milan KUNDERA – Şaka - Can Yayınları 1999 – 3. baskı).
Her kitabında olduğu gibi kahramanları hastalık derecesinde, hayatını karartacak derecede aşıktır ve “…bütün aşk ilişkileri birbirlerini sevenlerin aşklarının ilk haftalarında, düşüncesizce kabul ettikleri yazılı olmayan anlaşmalara dayanır. Henüz bir çeşit düş içindedirler, yanı zamanda, bilmeden, tartışma kabul etmeyen bir hukukçu gibi, szöleşmelernin en ince ayrıntılarını bile saptamaktadırlar. Ey aşıklar, bu tehlikeli ilk günlerde çok ihtiyatlı olmalısınız!...” ipleri daha ilk andan ele vermişlerdir, sf 56 Milan KUNDERA – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Can Yayınları 1998 – 5. baskı . Son kitabında belki yaşının artık kemale ermesinin verdiği hüzünler belki de bir çok şeyi başarmış olmanın vermiş olduğu gurturlar ilk defa kahramanlarının ayrıntılı birleşmelerini okuruz, bu OPA okuyucularının pek de alışık olmadıkları bir üsluptur.
Pamuk kurgudaki isimleri seçerken hüzünlü ve hem şehrine hem de insanlarına yabancı Kar romanı kahramını Ka’yı alarak bu sefer tutunabileceği bir konuma koymaya çalışmış ve Füsun’a aşık ederek, bu birleşimle KaF dağına ulaşmaya çalışmıştır. Romandaki tüm bekleme ve müze gezme rakamları toplamı bu özenin bir ifadesi olup hepsi Kabala ve Hurufiliğe göre anlamlara açık (hermenuetik yada tevil) kesinlikler taşımaktadır. Füsun’un unomastik anlamı efsun, büyü sihir’dir .aynı şekilde Kemal ‘de Bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik 2. En yüksek değerdir. (www.tdk.go.tr – Kişi adları sözlüğü). “İsim isimlendirenin özüdür, isimle isimledirilenin özdeşliği, İslam teolojisinin ana konularından birini oluşturur. Her isim Hak’ın özel bir suretidir. Bu anlamda her içim, Zat ile özdeştir. Bu sözlerden çıkan anlam; ister fiziksel, isterse düşsel ya da kavramsal olsun, adı olan her şeyin özü (ayn), doğrudan doğruya kendi adıdır. Tüm adlar da sonsuz çeşitliliklte sözcüklerden, yani seslerden ve harflerden oluşmuştur. Öyleyse var olanların tümü, öz olarak harfler vasıtası yla meta-dile bağlanmıştır. Bu düşünce tersine çalıştırıldığında da benzer sonuca götürür; bir nesnenin özünün olması için adının mevcut olması gerekir. Adın yokluğu, özün yokluğu anlamına gelir. Sonuç olarak tüm var olanlar dilsek bir kavrayıs, bir meta- dil kapsamı içindedir. “ sf 63-64 Ömer TECİMER – Hurufilik – 1. Baskı Plan B yayınları – 2008).
Aslında yazar açık açık “Bütün iddialarına, bütün çabalarına rağmen, onlardan olmadığını olamayacağını fark ediyor. Onların da kendinden olmadığını, olmayacağını! Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hep uzak ve yabancı kalıyor, umutları kıracak kadar uzak, bir o kadar da yabancı.” (Sf 123 Attila İLHAN Bıçağın UCU– Bilgi Basım Evi – Birinci Basım 1973) ve bize bunu çekinmeden her kitabında yaptığı samimiyetle paylaşmaktadır, ne Fransa da okumuş Sibel’le mutlu olabilecek kadar Batılı, ne de fakir ve okumamış akraba kızını sevgiyle koluna takabilecek, elalem-nederleri kendine en büyük sorun olarak atayacak kadar Doğuludur.
İki kültür arasında kalmış (Doğu’ya giden gemide Batıya bakan talihsiz yolcu) tek şansı zengin bir aileden gelen ve hayati hiçbir çabaya bulaşmak zorunluluğunda olmayan biridir. Hayatlarını kazanmak için çalışmak zorunda değildir yada aynı şekilde hayatını daha iyi idame ettire bilmek için herhangi bir ideolojiyi taşımak ihtiyacı duymamıştır, ailesinin serveti onu bu tip etmenlere uzak ve dolayısı ile ülkesine de uzak kalmasını sağlamakla sonuçlanmıştır. Edebiyatımızda ve hayatımızda bunun tam tersi örnekleri de görürüz. Bu örneklerde bazı idealler uğruna hayatlarını normal vatandaş gibi idame ettirememişler ayrı – Uzak- kalmışlardır. Aslında kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak, evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Daha büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük gündelik sorumluluklardan kaçmak…(Yol Ayrımı Kemal Tahir, Nazım Hikmet’i kast ederek) (Kemal Tahir’in yaklaşımı bir toplum bilimci yaklaşımı, üstelik nesnel davranmayan bir toplum bilimci yaklaşımı.). Milan Kundera’nın kendi ülkesi için de dediği gibi “ Belli tarihlerin herkesin hayatına bu kadar gözü doymazca saldırması ancak bizim yüzyılımızda yaşandı.”ve aynı şekilde “ Sığınmacılık rüyası : 20.y.y ikinci yarısının en tuhaf duygularından biridir – ki olayın kahramını Kemal kendi ülkesinde, kendi toplumunda, kendi arkadaşları arasında bir sığınmacı, bir göçmendir adeta. Orhan Pamuk da aslında birine karşı çıkarak yada örtbas ederek başka bir açığını kapamak istemektedir adeta: “Yıkılan bir değer ve maskesi kaldırılan bir hayal aynı acınacak niteliktedir., birbirlerine benzerler; onları karıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur” (sf 15 Milan KUNDERA – Şaka - Can Yayınları 1999 – 3. baskı).
Yazara göre yada İstanbul’lu eski zenginlere göre politika; “bir takım taşralı tüccarların şeçim fırıldaklarından ibaretti, iyi politikacılarsa bu fırıldakların getireceği kârı cebine atabilen adam” (sf 126 Attila İLHAN – Fena Halde Leman – Karacan Yayınları 1983).
Obsesif ve kompalsif bir ruh halindeki kahramanın ana kurgusu “her şeyi tasarlamak gerçeğine yaşamaktan kolay değil miydi?dir …sf 149 (Attila İLHAN Bıçağın UCU– Bilgi Basım Evi – Birinci Basım 1973). Bu ana tema ile hiçbir şeye cesaret edemeden 9 yıl boyunca aşkına ulaşılması güç ama dile getirmesi bir o kadar da kolay hedefini açıklamamış açıklayamamıştır. Bu özlemini saplantılı biçimde eşya toplayarak tekrardan yaşamaya çalışmıştır. “Bellek de matematik bir yaklaşımla anlaşılamaz. Temel veri, yaşanan hayat zamanı ile bellekte stoklanan hayat zamanı arasındaki sayısal ilişkidi. Bu ilişki asla hesaplanmaya kalkışılmamıştır ve zaten bunu yapmanın teknik bir yolu da yoktur; gene de, büyük bir yanılma riskine girmeden, belleüin yaşanan hayatın sadece milyonda birini, milyarda birini kısaca, son derece küçük bir parçacığını sakladığı ileri sürebilirim. Bu da insanın önzüne ait bir şeydir. Eğer biri, yaşadığı her şeyi belleğinde tutabilseydi, herhangi bir anda geçmişinden herhangi bir bölümü hatıtlayabilseydi, insanlarla hiçbir ilşgisi olmazdı: ne aşkları, ne dostlukları, ne öfkeleri, ne bağışlama ya da öç alma özellikleri bizimkilere benzemezdi.” (sf 851 Bilmemek – Milan Kundera – Can Yayınları 3. baskı 2002). Kemal müzesi sayesinde en baştan kurguladığı hayata yani yalnızlığa ve zamana karşı koymaya kavuşmuştur.
Bunun tam aksine Milan KUNDERA Bilmemek romanı kahramanlarından Josef ‘te “Nostalji yetersizliği ona göre geçmişteki hayatının değersizliğinin bir kanıtı. Ben teşhisimi düzeltiyorum: “Hasta belleğinin mazoşist deformasyonundan rahatsız” şeklinde öyküsünu kurgulamış ve geçmişini bir şekilde unutmaya çalışan bir bireyi öykülemiştir.
Dönüş, Yunanca’da nostos demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder….Çekçe’de en dokunaklı aşk cümlesi: styska se mi potobe : sana hasretim; yokluğunun acısına dayanamıyorum.”dur, ve geri dönüşleri adeta Odeyssesia gibi yaşamak istemektedir. “ Odysseus, sabah İthaka kıyısında uyandığında, yalı zeytin ağacı kesilmiş olsaydı ve etrafındaki hiçbirşeyi tanımasaydı Büyük Dönüş’ün müziği kendinden geçerek dinleyebilir miydi? . (sf 8-9- 41 Bilmemek – Milan Kundera – Can Yayınları 3. baskı 2002).
Olay kahramını Kemal tedrici intihar etmiştir, ne aşkını unutabilmiş ne de ona ulaşabilecekken dahi tüm hayatını ve servetini bu uğurda yok olmaya sürüklemiştir. “İntihar, ne insanın kendini aşmasıdır, ne korkaklıktan ileri gelen bir kaçış! Hayvanımsı bir yanı var, burası açık, çünkü toplumsal değil. Ayrıca tembel işi, evet bir an için yoğun çaba, üstelik olumsuz. İnsanın hayatına son vermesi, bir anlamda, kendisinden soyutlanması demek olmuyor mu? Sf295 (Attila İLHAN Bıçağın UCU– Bilgi Basım Evi – Birinci Basım 1973)” Başarısız bir intiharın, utanılacak anıları ile; tüm olaylardan kendini yüce bir ideali varmış gibi soyutlamış ve o idealin isteklerini umarsızca geri çevirerek (Füsun hep sinema yıldızı olmak istemektedir ama yıldız olunca kendisini beğenmez bırakır diye onu eve hapsetmiştir) idealine de aslında yüz çevirmiştir. Kahrolarak da aslında şunun da farkına varmıştır “ korkunç olan da bu; hatırlanan geçmiş, zamandan yoksundur bir aşkı, bir kitabı yeni baştan okur ya da filmi tekrar seyreder gibi yeniden yaşayamazsınız.”, bunun için o eski anları –dokunuşların dokunuş, tatların tat, olduğu anları yeni baştan kurgulamanız gerekmektedir, günümüzde bu iki şekilde olur biri yazı yani şimdiki zamanda sadece kişinin kendisine ait bir özelle ya da (“Şimdiki Zamanda Çok Özel” Nezihe ALTUĞ’a –anneme- ait ödüllü bir öykü) fiziksel olarak kendisine ait veya hatıraları, anlamları, tevilleri bulunanan eşyaların bir müzede sergilenmesidir..
Son olarak da tüm bu yitik hayatını bir Batılı gibi yaparak gururla herkese sergilemek istemiş ve bir müze kurmuştur. Aslında müzede sergilenen herkesin unutarak bir kenara attığı, kolaylıkla hafızasından sildiği eşyaları bulup o eski anlara döndürmektir, bunun büyük bir iş olduğunu ve saygıya değer buluyorum fakat hangi büyük sıkıntı yada dert insanları bu tip bir müze kurmaya itmişse o müzeye gelen her gezgin bu derdi maalesef ki alaycılıkla sorgulayacaktır bilhassa sadece öpüşmek için tenha bir yer arayan kaçak sevgililer. Bizde müzecilik sadece tarihe yön verenlerin unutulmaması ve yön verirken yanlarında hangi günlük gereçleri bulundurduklarını biz gezginlere göstermek amaçlıdır. Doğal olarak Kemal’in Füsun için yaptırdığı türden bir müze yani normal vatandaşın kendini sergilemesi ilk aşamasından itibaren bizlere ilginç, karamsar ve uzak durulması gereken bir hastalığı hatırlatırmışçasına aykırı kalacaktır.
Kemal aslında kendi kaderinden başka hiçbir şeyi umursamamıştır. Ne Sibel’den vazgeçebilmiş ne de Füsun’u sahiplenebilmiştir tek derdi kendini mutlu etmek olan garip zengin rolündedir, bu esnada herkesi mutsuz etmiştir, kendisine bekaretlerini veren önce Sibel ve sonra Füsun’u, annesini, ağabeyini, şirket çalışanlarını, arkadaşlarını...
Romanın hemen hemen her bölümünde alkolü buluruz “Irena’nın kafasında alkolün iki rolü var: fantezilerini özgür kılıyor, cüretini cesaretlendiriyor, cinselliğini artırıyor ve aynı zamanda belleğini perdeliyor. Vahşice, şehvetle sevişiyor ve aynı zamanda unutuşun perdesin kösnüllüklerini her şeyi silen bir geceyle gizliyor. Bir şairin en büyük şiirini anında silinen bir mürekkeple yazması gibi.” (sf 123 Bilmemek – Milan Kundera – Can Yayınları 3. baskı 2002).
Kemal şehir şehir gezerek aslında kendini aramaktadır, “Kentler, birbirlerinin bir ayna gibi yararlanmasını bilirler” bu sayede kendine bir yoldaş yada kendi gibi aynı acıları çekmiş birileri var mı diye bakmaktadır. (sf 31 Milan KUNDERA – Şaka - Can Yayınları 1999 – 3. baskı). Aynı zamanda artık ömrünün de sonuna gelmektedir “ yazgısı, büyük adımlarla sonuna doğru yaklaşmaktadır; bu sonun güzel ve kusursuz olması için her şeyi yapması gerekmektedir.” sf 21 Milan KUNDERA – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Can Yayınları 1998 – 5. baskı. Ve umutsuzce Kemal şunu da anlamıştır “ Yazdıkları şeylere anlam ve değer verenin, o anıların yalnız kendisine ait oluşları olduğunu anlıyordu” sf 142 Milan KUNDERA – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Can Yayınları 1998 – 5. baskı).” Ölünün iki görünüşü vardır. Bir yandan yokluktur, öte yandan bir kadavranın feci bir biçimde somut görünşüdür. (a.g.e sf 235).
Son söz; aslında son dönemde benim için iki önemli şahsiyetin ülkelerine karşı takındıkları tavır nedeni ile biri beğeni kazanırken birisi büyük yara almasına karşın, ikisini de bilhassa yara alanı, bir anda silip atmamak gerektiğine karar kılamamamla sonuçlandı. Nuri Bilge Ceylan Cannes Film festivalinde 3 Maymun filmi ile (bizi biz yapan görmezden geldiğimi küçük yalanların konu edildiği) filme verilen ödülü alırken ödülü ülkesini “My beatiuful and lonely country” şeklinde kabul ederken Orhan Pamuk’un yaşadığı hayatı son 5 yıldır her seferinde eleştirmesi ve çekiştirilmesi gereken illetmiş gibi davranmasıdır. Yaşadığımız hayatların, ülkelerin, toplumların, kişi olarak bizlerin birçok kusur ve hataları olabilir ama sırf bu yüzden onları yargılamak, onları yok saymak yada bizim gizli saklı foyalarımızı öğrenir diye etrafımızda yada bize yakın olabilecek yerlerde istememek pek de mantıklı olmasa gerek yoksa bu gizler kimimiz de içimizi kemiren bir hastalığa kimimizde de garip ve hastalıklı gözüken müzeler kurmaya sürüklemekte sanırım. Orhan Pamuk “İnsan, kendisi ölümlü bile olsa, ne evrenin sonunu, ne zamanın sonunu, ne tarihin sonunu, ne bir halkın sonunu temsil edemez, o aldatıcı bir sonsuzluk içinde yaşar durur” sf 245 Milan KUNDERA – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Can Yayınları 1998 – 5. baskı kendi müzesini, kendi hayatını müzeye çevirerek kurarken aslında bir yandan da bizlere meydan okumaktadır. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? Demektedir. (Oğuz ATAY – Demiryolu Hikayecileri).
Ekonomide politika iktidarsızlığı diye bir kavram var, en bilinen biçimi yeni klasik okul üyeleri tarafından ortaya atılan rasyonel bekleyişler teorisiyle gündeme geldi. Kısaca ‘herkesin her şeyi bildiği ve önlemlerini önceden aldığı bir ortamda ekonomi politikası iktidarsız hale gelir’ biçiminde özetlemek mümkün sanırım bundan mütevellit çelişen müzelerin kurması yerine bizi biz yapan etmenlere önem verilmesi dileği ile…
BrŞ
Şehirler Şehri Eylül 2008
Not: Açıkçası roman beni hiç denenmemiş bir şeyin denenmeye çalışılmasından dolayı ve bilhassa son dönemde ki OPA’nın her şeyi eleştiren tutumu hayatı olduğu gibi kabul etmeyi öğütleyen birinin (Yeni Hayat, Sessiz ev, Cevdet bey ve oğulları, Beyaz Kale) bu hayata her seferinde itiraz etmesi dolayısı ile beni hayal kırıklığına uğrattı. Şu da bir gerçek ki 2010 yılı geldiğinden müzenin açılışında o ilk günde benim kesin Çukurcuma’da olacağımdır.
Kaynakça
Ömer TECİMER – Hurufilik – 1. Baskı Plan B yayınları – 2008
Milan Kundera – Bilmemek - Can Yayınları 3. baskı 2002
Milan KUNDERA – Şaka - Can Yayınları 1999 – 3. bask.
Milan KUNDERA – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı - Can Yayınları 1998 – 5. baskı
Attila İLHAN Bıçağın UCU– Bilgi Basım Evi – Birinci Basım 1973
Attila İLHAN – Fena Halde Leman – Karacan Yayınları 1983
Orhan PAMUK Kara Kitap –İletişim Yayınları 10. Baskı 1999
Oğuz ATAY (Demiryolu Hikayecileri)