SÜPER BABAANNE
Devir tamamen değişti. Bambaşka bir çığır açıldı âlemde. Yeni nesli anlamakta o kadar zorlanıyorum ki, kendimi adeta Yedi Uyurlardan biri gibi hissediyorum. Yüzyıllarca uyumuşum ve uyandığımda gözlerimi bambaşka bir medeniyete açmışım gibi…
Çok şükür babam rahmetli, orta mektebe kadar okumama razı olmuştu da az biraz okuryazarlığım var. Ya o kadarı da olmasaydı!
İlerleyen yaşıma ve kıt denilebilecek tahsilime rağmen, bir ara ben de merak sardım bu teknoloji denen yaramazlığa…
Bizim ufaklık, Ahmet’imin yavrusu Ömer, kurdudur bu işlerin… Ömer henüz anaokuluna gidiyor fakat buna rağmen o bir bilgisayar dâhisi sayılır… Bilmediği yok gibi maşallah!
Bilmemeyi değil, öğrenmemeyi ayıp sayarak ve akıl yaşta değil baştadır atasözünden yola çıkarak başvuruyorum Ömer’in hocalığına…
Ömer beni bilgisayar koltuğuna buyur edip, kendisi de, yandaki sandalyeye çekiliyor. Bilgisayar ne kadar da çok televizyona benziyor! Yanında duran zımbırtıdaki tuşu gösteriyor.”Buradan açılır babaanne” diyerek… Ben de kafamı sallıyorum. “ Sonra burası tıklanır bak!” diye ekliyor göstererek…
Ve bilgisayar açılıveriyor bir dokunuşuyla. Önce, resim yapılan bir yer açıyor. Maşallah, şahane şeyler çiziyor burada. İçimden acaba diye geçiriyorum, “acaba bu artık ressamlığın sonunun geldiği manasını mı taşıyor?” Bu, çok da benim işime yarayacak bir şey olmadığından sıkıldığım belli olsun diye az geri durup, “Off”, “puff” sesleri çıkarıyorum.
—Sıkıldın mı babaanne, diyor Ömer.
Ben de “hı hı” diyorum,
—Çok sıkıldım yavrucuk!
Hemen başka bir şey açıyor Ömer, “Bak babaanne” diyor, “Bu Spiderman”
“Efendim?” diyorum.
—Ömürcek adam babaanne, oyun bu! Hiç sıkılmazsın işte!
O dakika, bu işin pek de bana uygun olmadığına ve bu cihazın sadece, gelişmiş bir oyuncak olduğuna kanaat getiriyorum.
Ömer koltuktan kalktığımın bile farkında değil, yavrucak kendini oyuna öyle kaptırmış ki! O heyecan çığlıkları atarak oyuna devam ederken, ben de canım sıkılmasın diye neredeyse yarım asırlık arkadaşım, komşum, yoldaşım, ahiretliğim Hüsniye Hanım’ı bir ziyaret edeyim diyorum.
Geçen gün tatlı getirdiği tabağı da birkaç dilim kekle doldurup çalıyorum kapısını Hüsniye Hanım’ın.
—Hoş geldin Havva Hanım, diyerek karşılıyor beni sevinçle…
Biraz hoşbeş ettikten sonra ona bilgisayar maceramı anlatıyorum. Epeyce bir, gülmesini durduramıyor Hüsniye... “Yahu” diyor,
—Bilgisayar hiç küçücük oğlandan öğrenilir mi Havva!
—Ne bileyim diyorum, ama zaten hiç de bana göre bir şey değilmiş!
O da başlıyor geçen yıl torunu ziyaretine geldiğinde vergi iade zarfını nasıl bilgisayarla bir çırpıda dolduruverdiğini, onca hesabı saniyesinde yapıverdiğini anlatmaya…
—Bu diyor, çok müthiş bir alet ama çocuktan öğrenilmez tabi!
—Ya kimden öğrenilir, diyorum.
—Ne bileyim kurs al işte bir yerlerden, diyor.
O gün kafama bu bilgisayar öğrenme işini iyice yerleştiriyorum. Gece bu düşüncelerden, gözüme uyku bile zor giriyor, sabahı zor ediyorum. Sabah da kahvaltıdan sonra gelinime anlatıyorum derdimi.
Gelinim de gülüyor herkes gibi, ama benim ciddiyetimi kavrayınca,
—Akşam Ahmetle de bir konuşalım anne, diyor.
O geçmek bilmeyen gecenin ardından, şimdi de Ahmet’imin eve gelme vaktini bekliyorum.
İçimden bir çocuk gibi muzurluklar geçiyor. Ömer’in odasına girip bilgisayarını kurcaladığımı hayal ediyorum. Nedense çok geçmeden kendimi bu hayali gerçekleştirmeye koyulmuş buluyorum.
Aslında tam da gerçekleştiriyorum sayılmaz. Sadece Ömer’in gösterdiği düğmeye dokunuyorum. Bilgisayar açılıveriyor işte! Bunu ben mi yaptım! Açılırken beni “hoşgeldiniz”lerle falan karşılıyor, kendimi çok mühimsiyorum birden bire. Ama yine de başka hiçbir şeye dokunma cesareti gösteremiyorum. Uzun süre bilgisayarı öylece izledikten sonra, aniden ekran kararıveriyor. Ekranın kararmasıyla gözlerim de kararıyor sanki. “Bozdum mu yoksa, hay girmez olaydım” diye hayıflanarak kaçarcasına ayrılıyorum odadan.
Kendimi derin bir suçluluk duygusu içerisinde odama kapatıyorum. Gece uyumadığımdan olacak, bünyem bu yorgunluğu ve heyecanı daha fazla kaldıramıyor ve öylece uyuyakalıyorum.
Rüyamda Ömer’in bana çok kızdığını, beni hiç affetmeyeceğini söylediğini görüyorum. Ömer bağırarak üzerime üzerime geliyor ve beni öyle bir tartaklıyor ki terler boşalıyor üzerimden. O anda gözlerimi açıyorum ve Ömer’i beni dürtüklerken buluyorum.
—Babaanne, hadi ama! Seni yemeğe bekliyoruz, diyor Ömer.
—Gördün mü oğlum, diyorum ağlamaklı bir sesle.
—Neyi babaanne, diyor şaşkın şaşkın, “hadi, annemle babam bizi bekliyor!”
Hep birlikte yemek masasına oturuyoruz. Ahmet bana gülümseyerek,
—Uykucu Valide Sultan nasıllarmış bakalım, diyor.
Bense tüm ciddiyetim üzerimde,
—Söylemem gereken bir şey var, diyorum.
O sırada tüm gözleri biraz daha açılmış vaziyette üzerimde buluyorum.
—Ben diyorum, bozdum galiba…
Bir süre onlar da gayet ciddi bir ifadeyle bana bakıyorlar. Sonra birbirlerine bakmaları ve gülme krizine yakalanmışçasına kahkahalar savurmaları bir oluyor. İçimden “Kurt kocayınca kuzuların maskarası olurmuş” diye geçiriyorum. Ahmet yüzümdeki kırılmış ifadenin farkına varmış olacak ki,
—Olur mu anneciğim, diyor. “ Sen zekâca hepimize taş çıkarırsın”
Artık dayanamıyorum,
—Yahu bozduğum o değil, bilgisayarı bozdum galiba, diye bağırıyorum. Ömer’in o dudaklarını büzmüş halini görünce, içimden “Eh, bunu yaptığıma göre kafayı da bozmuş olabilirim” diyorum! Ömer fırlayıp bilgisayarına bakmaya gidiyor. Bu sırada gelinim de tüm macerayı Ahmet’e anlatıyor. Oğlan şaşkın, ben üzgün ve süzgün…
—Ödeyeceğim borcumu diyorum oğluma, “ üç aylığım durumu kurtarır mı bilmiyorum ama!”
Ahmet yine gülüyor… O sırada Ömer koşa koşa geri dönüyor.
—Of babaanne ya diyor, “nasıl korkuttun beni! Bilgisayar sadece dinlenme moduna geçmiş, bozulmamış ki!”
Ahmet,
—Ee anneciğim diyor, “bilgisayar borcundan kurtulduğuna göre, o üç aylığınla seni bir bilgisayar kursuna mı yazdırsak?”
Rahatlamış ve sonunda gülebilenler kervanına katılmış olarak,
—Dalga geçme be oğlum, diyorum. Ama çok geçmeden dalga geçmediğini anlıyorum. Eee, dalga olsaydı size kendi hikâyemi Office’in Word programını kullanarak yazıyor olabilir miydim!
ŞERİFE KORKMAZ…