- 889 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÜĞÜN
Zeynep, annesinin gönlünü zor olsa da ikna edip arka daşları ile buluşmaya gitti. Arkadaşları, buluşma adresine erken geldiklerinden dolayı yaklaşan yaz tatilini nerede değerlendireceklerini tartışıyorlardı. Birkaç dakika sonra Zeynep de onlara katılınca, üçgen piramit tamamlanmış oldu. Arkadaşları, aralarında tartıştıkları konuyu ona da anlatarak düşüncelerini öğrenmek istediler.
Zeynep, İstanbul doğumlu olmasına rağmen, taşra kökenli bir ailenin kızıydı. Üstelik babasını küçük yaşta yitirdiği için öksüz büyümüştü. Yaz tatilini, hiç görmediği köyde oturan büyük ebeveynlerinin yanında geçirmeyi planlamışken, onlara nasıl cevap vereceğini düşünmeye başladı. Arkadaşları sorularını tekrarladılar.
Zeynep, pembeleşen gamzeler altında konuyu saptırmaya niyetlendi; fakat beceremeyeceğini anlayınca onlara dürüst davranarak tatil planını açıklamak zorunda kaldı. Arkadaşları ise onun duygularını anlayışla karşıladılar. Üç arkadaş, gün boyu derslerden yarenlik yaparak zamanlarını doldurup evlerine dağıldılar.
Zeynep, o günden sonra ders programını hiç aksatmadan dönem sonuna ulaştı. Üstelik o yıl sınıfını borçsuz geçmişti. Kısa süreç içinde okul stresinden kurtuldu. Ne var ki bu defa hiç görmediği büyük ebeveynlerini görmenin heyecanını sardı.
O sabah, erken kalkarak yol esnasında rahat giyebileceği giysilerden seçmeye başladı. Birini çıkartıp diğerini giyiyordu. Annesi, onun bu tür kararsız yapısına kızdığı halde, nedense o gün onunla takışmak istemedi. Üstelik yardımcı olabilmek için harmanladığı onca giysileri toparlayıp valizine istif yapmaya çalışıyordu.
Zeynep, nihayet spor kıyafette karar kılıp giyim faslını tamamladı. Beraberinde götüreceği eşyalarını defalarca gözden geçirdikten sonra annesi ile vedalaşıp evden ayrıldı. Annesi, okuyup üflediği su dolu tası peşinden yola dökerken, verdiği öğütleri tekrarlayarak hatırlattı.
Annesinin öğütleri hakkında fikir yürütürken, otobüs durağına ulaştı. Otobüs durağı, ender rastlanan sakinliğini koruyordu. Belli ki yazlıkçılar, semti erken terk emişlerdi. Geçen süreç içinde düşüncelerini birleştirmeye çalışıyordu ki Haydarpaşa güzergâhına gidecek otobüse geldi. Durakta, ondan başka yolcu olmadığı için onun binmesiyle birlikte rötarsız hareket etti.
Otobüs, diğer günlere nazaran oldukça serbest gözüküyordu. Hem kendisi, hem de valizleri için yer bulduğundan dolayı sevinçliydi. Çünkü şehir içi otobüslerde boş koltuk bulmak mucize sayılıyordu.
Siması oldukça yaşlı gözüken otobüs, yolunu rötarlı olarak arşınlarken, temmuz sıcağı onu da etkiledi. Pembe gamzelerinden sızan ter tanelerini kurulamaya çalışırken, arada bir omuzlarına dökülen kestane karası saçlarını parmakları ile havalandırarak serinlemeye çalışıyordu.
Nihayet, sıkıcı ortam içinde Haydarpaşa durağına ulaşarak otobüsten inip gara girdi. Gar, yurttaşlar tarafından istilaya uğramışçasına kalabalıktı. Oysa Haydarpaşa Garı, ülkenin en önemli istasyonlarından birisidir. Kalabalığın oluşması doğal sayılır. Minyon tipiyle valizini sürükleyerek gişeye yanaşıp, gideceği istikamete bir bilet istedi. Ne var ki sırada bekleyen onlarca yurttaş, onun davranışına tepki göstererek sıraya girmesini önerdiler.
Zeynep, mahcup tavrıyla yaptığı gaftan dolayı onlardan özür dileyip sıraya girdi. Aslında onun davranışı, saygısızlıktan ziyade tecrübesizlikten kaynaklanmıştı. Çünkü ilk kez, yalın halde tren yolculuğu yapacaktı. Dakikalarca mahcup bir eda içinde bekledikten sonra nihayet bilet sırası ona geldi. Mahcubiyetinden dolayı gözlerini gişe memurundan kaçırarak biletini alıp bineceği trene doğru yürüdü. Tren, tüm heybetiyle raylar üzerinde yolcularını bekliyordu. Bir müddet onun devasa yapısını seyrettikten sonra merdivenlerden yukarıya çıkarak, boş bir kompartımana yerleşti. Fakat bunaltıcı sıcak, onun peşini bırakmıyordu.
Zeynep, sıcak atmosferden kurtulabilmek için kompartımanın camlarını sonuna dek indirdi. Tek tesellisi boğazın esintisinden faydalanmaktı. Ne var ki trenin çelik bedenini soğutmak, tasarımdan öte bir şey değildi. Süreç devam ederken, yurttaşlar birer ikişer kompartımanı doldurmaya başladılar. Onun yanına da kalabalık bir aile oturdu. Belli ki onlar da tatile çıkmışlardı.
Tren, birkaç dakika sonra hasret çeken yürekleri, Anadolu’nun ücra köşelerine taşımak üzere zaman ile yarışa başladı. Tüketilen saatler içinde, İl ilçe, köy kasaba, düz ovalardan geçerek, dağ yamacına inşa edilmiş küçük bir istasyonda rötar yaptı. İstasyon, kapalı tutulmasına rağmen birçok yerleşim beldelerinin ulaşımını sağlıyordu. Orada, çevre köylerinde ikamet eden yurttaşlar indi. Aralarında Zeynep’te bulunuyordu. Ama nedense onunla hasbıhal edecek bir Allah kulu çıkmadı. Kendisine karşı yaban davranışlarına bir anlam veremediği için olayları akışına bırakmak zorunda kaldı. Tren, istasyondan ayrıldıktan sonra kümeleşen yurttaşlar, kendilerine bekleyen yakınları ile birer ikişer köylerine dönmeye başladılar.
Zeynep, tanımadığı bayırda yapayalnız kalarak, karşılamaya gelecek yakınlarını beklemeye başladı. Zaman durmadan geçiyordu. Ama görünürlerde henüz kimseler yoktu.
O esnada, zaman sürecinden faydalanarak, çevreyi tanımaya çalıştı. Arazi, fundalık yaban ağaçlar ile kaplıydı. Ci-ğerine yeterince oksijen depoladıktan sonra şimdiye dek hiç görmediği yaban ormanlarını, yakından görmekle göz zevkine, temas neticesinde de dokularının doyumuna ulaşırken, rakım yüksekliğinden bitkin düşerek ağaçların gölgesine uzanıp hareketsiz kaldı. Sanki ormanı dinliyor edası vardı. Bir müddet sonra yaprak aralarından sızan güneş ışınları gözlerini rahatsız edince, topladığı yapraklar ile yüzünü örterek korunmaya çalıştı. Ne var ki yaprakların arasına gizlenmiş olmuş tırtıl böceklerinden habersizdi. Tırtıl, huzursuzluğundan olacak çareyi tepkili mekân değiştirmekte buldu. Ormanlık alana benzettiği saçlar arasına doğru yürümeye başladı. Keşfetmeye çalıştığı botanik alan, şimdiye dek hiç görmediği türden, gizemli yapıya sahipti. İçgüdüsü ile yoluna devam ederken, tanımadığı bir yığın tırtıl böceği, can siper olmuşlar üzerine doğru geldiğini gördü. Belli ki tehlikeden kaçmaya çalışıyorlardı. Engel olmamak için bir kenara ilişip onlara yol verdi. Onlara tehlike sayılan öğenin kendisine de zarar verebileceğine aklı yatınca, menzile ulaşmaktan vazgeçerek onların peşlerinden koşmaya başladı. Dakikalarca yüreğinin korkusu ile yarıştı. Fakat tanımadığı gizemli botanik orman geçit vermiyordu. Sonunda yorgunluğa yenik düşüp koşuya ara verince, korktuğu acı son başına geldi. Onlarca etobur karınca, gizlendikleri siperlerinden çıkarak, önce onu, sonra da diğer tırtıl familyasını katledip gizemli botanik ormanını onlardan temizlediler.
Zeynep, yaban otların üzerine hoyratça bıraktığı kestane karası saçlarının derinliklerinde meydana gelen muharebeden habersiz direncini toplamaya çalışırken, güneş guruba dönüşmek üzereydi; beygir kişnemesi duydu. Ani refleks göstererek yatmakta olduğu zeminden kalkıp yol kavşağında beklemeye başladı. Gelen sesleri duyuyordu ama görünürlerde kimseler yoktu. Belli ki zirveye tırmanan ulu ağaçlar, görüntülerini gizliyordu. Sevinçten yüzü gülmeye başladı. Çünkü yalnızlık korkusu benliğine sinmişti. Kolundaki saat bile zamana isyan ederek ilerlemek istemiyordu. Nerede kaldı bunlar diyecekti ki fundalıklar arasında at arabası gözüktü. İçinde yaşlı bir adam ile yaşı ona yakın olan bir bayan vardı. Gelenler mutlak benim atalarım diye iç geçirirken, at arabası, fundalıklar arasında zikzak çizerek onun önünde durdu.
Zeynep’in heyecandan nutku tutulmuş gibiydi. Yıllardan beri varlıklarından sözü bile edilmeyen, üstelik kendisinden gizlenen büyük ebeveynleri, karşısında duruyorlardı. Karşılıklı bakışmalardan sonra bayan:
-Zeynep sen misin kızım?”dedi.
Onun sorusuna karşın, ellerinden öperek yanıt verince, üç yürek birleşip kenetlendi. Akan sevinç gözyaşları, gamzelerinden sızan ter tanelerine karışarak yok oldular.
Ayaküstü hasbıhalden sonra arabaya binerek köye ulaşmak üzere yola arşınlamaya başladılar.
Zeynep, tren yolculuğundan sonra nostalji saydığı at arabasına binince çocuklar gibi sevindi. Üstelik yol boyu gördüğü ilginç görüntüleri sorup durdu. Nedeni ise taşra kültüründen yoksun büyümüş olmasıydı. Yol uzadıkça soruları da sekteye uğramaya başladı. Yaşadığı onca streslerden dolayı yorgunluk gafletinin bir ahtapot gibi tüm benliğini sardığını hissetti. Onların dikkatlerini çekmemek için ellinden geldiğince direnmeye çalıştı. Ama nedense gözkapakları ona ihanet ederek, kendiliğinden kapanıp uykuya daldı. Babaannesi, karanlığın karabasan gibi çöktüğü orman yolunda, onun rahat uyuması için elinden geldiğince itina gösterirken, kestane karası saçlarını okşayarak kaybolan yılların özlemini gideriyordu.
Ali Bey ise vahşi hayvanlarla karşılaşmamak için bey-giri devamlı ikazda bulunuyordu ama nafile idi. O yürüyüşünden ödün vermeden yoluna devam ederek, ürkütücü karanlık yolu geride bırakıp aydınlık alana çıktılar. Çevre, dolunay sayesinde rahat seçiliyordu. Uzakta köyün bariz ışıkları göründü. Mehtap altında dakikalarca yol gittikten sonra köyün girişinde bulunan yüksek duvar ile çevrili devasa ahşap kapının önünde durdular. Belli ki orası Ali Bey’in malik hanesi idi. Ali Bey, arabadan inip iki kanatlı avlu kapısını açarak arabayı içeriye aldı. Eve vukuatsız ulaşmanın huzuru içinde valizleri içeriye taşırken, peşinden onlar da girdiler. O gece, geç vakitlere kadar söyleşip hasret giderdikten sonra, yorgun yüreklerini dinlendirmek üzere istirahata çekildiler. Ali Bey, kendi odasına çekildikten sonra babaannesi ile üst kata çıktılar. Kalacağı odaya girince, gözlerine inanamadı. Odanın dekorasyonu, saray odasını anımsatan gizemli bir görünüme sahip idi. El ürünü asırlık bir karyola, onu gizleyen tülden yapılmış cibinlik. Yanında da kristal aynası siluet gösteren konsol bir dolap. Onlar ile aynı kaderi paylaşan, atlas kumaştan imal edilmiş sandalyeler. Duvara monte edilmiş çapraz kılıçlar ile tüfekler. Tabanı örten el dokuması halılar. Bunlar, aksesuarı tamamlayan parçalardan bazıları idi. O, tarih sayfalarında gezerken, babaannesinin bariz sesi ile kendisine geldi. Öpüşerek ayrıldılar.
Zeynep, babaannesi gittikten sonra valizindeki eşyaları konsolun içine yerleştirip ışığı kapattı. Gece lambası ışığı al-tında üzerindeki giysilerini değiştirirken, tesadüfen konsol aynasında siluet halinde yarı çıplak birisini gördü. İlk an yabancı birisi varmış gibi refleks gösterdi. Fakat aynadaki görüntünün kendisine ait olduğunu anlayınca, vücudunu tahlil etmeye başladı. Belli ki ilk kez kendi vücuduna böylesine dikkatli bakıyordu. Dakikalarca irdeledikten sonra anladı ki çocukluk bedeninden çıkarak, genç kız bünyesine bürünmüş olduğunu gördü. O an bazı gerçekleri anımsar oldu. Çünkü sınıf arkadaşlarından bazı delikanlılar, ona arkadaşlık teklifinde bulunmuşlardı. Ama o nedense devamlı ret etmişti. Sabah, erken kalkıp mutfağa indi. Büyük ebeveynlerine kahvaltı hazırlayıp sürpriz yapacaktı. Ne var ki babaannesi ondan önce davranarak, sofrayı hazırlamış olduğunu görünce, ukdesi içinde kaldı. Lakin sofrada büyükbabasını göremedi:
-“Babaanne, büyükbabam sofrada niçin yok?”
-“Kızım, büyükbaban erken kalktığı için kahvaltısını yapıp çiftliğe gitti.”dedi.
Zeynep, masaya oturdu. Ama sabaha dek çözemediği odanın muammalı sırını öğrenmek istiyordu. Fakat soruya nereden başlayacağını bulamıyordu. Nihayet sonunda kararını ver ip:
-“Babaanne, kaldığım oda kime ait? Üstelik şehzade odasını anımsatan görünüme sahip?”dedi.
Babaannesi, gözlerini ondan kaçırarak:
-“Orası, babanın odası. Kendi elleri ile döşemişti. Buraya her gelişinde, o odada kalırdı. Ne var ki Azrail, onu bizden genç yaşta aldı. Onun tek varisi sen olduğun için bunca yıl senin gelmeni bekledik.”dedi.
Onlar, söyleyişlerini sürdürürken, avlu dışından gelen sesler dikkatlerini çekince göz göze geldiler. An geçmedi kapının tokmağı dövülmeye başladı.
Zeynep, babaannesine fırsat tanımadan avluya fırlayıp devasa görünüşlü sokak kapısını açtı. Kapının önünde kümeleşen kadınları görünce içeriye buyur etti. Ziyaretçiler, yaşlı bayanın öncülüğünde içeriye girdiler.
Babaannesi, onlar ile meşgul olurken, o sessizce odasına çekildi. Belli ki kalabalıktan sıkılmışa benziyordu. Beraberinde getirdiği kitapları karıştırmaya başladı. Ama nedense o an içinden okuma dürtüsü gelmedi. Kitapları bir kenara iterek pencereden dışarıyı seyre koyuldu.
Köy, yeşile bezenmiş zirvesi karla kaplı ulu dağlar ile çevrili idi. Yerleşim merkezi ise ağaçların sık oluşundan evler zor seçiliyordu. Gördüğü tabiat harikası karşısında adeta şaşkına döndü. Yaşadığı kent ile köyün yapısal farklı yanlarını değerlendirmeye çalıştı. Ulaştığı sonuç, aynı zaman diliminde yaşayan insanların mücadeleleri ortaya çıktı.
Çağdaş olmaya çalışan, tüketen kentli insanlar. Tabiat ile özleşerek yaşamlarını sürdüren, kaya gibi sert, toprak gibi üretken taşralı yurttaşlar.
Günlüğünün sayfalarına bunları karalarken, misafirler ayaklanıp evlerine dağıldılar. Onlar gidince, babaannesini zorlayarak çok merak ettiği çiftliye gittiler.
Yakıcı güneş altında saatlerce yol arşınladıktan sonra çiftliğe ulaştılar. Onları büyükbabası karşıladı. Babaannesi, onla rı baş başa bırakarak malik haneye girdi. Onlar ise beraberce gezintiye çıktılar.
Çiftlik, çeşitli meyve ağaçlarının yanı sıra onlarca besi hayvanı bulunuyordu. Büyükbabası, onu araziyi gezdirirken, bir gün bu dünyadan ayrıldıkları zaman, bütün mal varlığı kendisine kalacağını hatırlatınca çok üzüldü. Onca mal yerine, halası ve ya amcası olsaydı daha çok mutlu olabileceğini ima etti. Ne var ki dileği imkânsızdı. Oysa bazı insanlar, para ile şöhret için kendilerinden nice diyetler ödediklerini henüz o bilmiyordu.
Zeynep, karmaşık duygular içinde yeni doğmuş buzağıları seyrederken, davul sesi duydu. Aklına ilk gelen milli bayramlar oldu ama hiçbiri değildi. Aslını öğrenebilmek için büyük ebeveynlerine sordu. Aldığı yanıt sevindirici idi. Seslerin köyde kurulan düğün evinden geldiğini öğrendi. Dolayısıyla ilk kez köy düğününü görerek yaşayacaktı. O gün çiftlikten erken döndüler.
Ali Bey, alelacele tıraşını olduktan sonra takım elbise lerini giyerek düğün evine gitti. Hanımı ile torunu, komşular ile gideceklerdi.
Zeynep, kalan süreç içinde odasına çıkıp, beraberinde getirdiği narçiçeği kırmızısı elbisesini giyerek aynanın karşısına oturdu. Kendisini dakikalarca inceledikten sonra gamzelerine hafiften makyaj sürüp ayağa kalktı. Defalarca çevresinde daire çizerek eksiğini aradı, bulamayınca kendisini sabırsızlıkla bekleyen babaannesinin yanına döndü. Onu, değişik kıyafetler içinde görünce, oğlunu anımsayarak sinesine basıp dakikalarca göz yaşı döktü. Sonra evden ayrılıp komşuları ile düğün evine gittiler.
Düğün, geniş alanın üzerine kurulmasına rağmen hınca hınç kalabalıktı. Onlar yetmezmiş gibi çevreden gelen konuklar için masalar ilave edilerek donatıldı. Ahenk bütün ihtişamıyla devam ediyordu ki köy muhtarı, silahını çıkartıp gecenin karanlığında rast gele ateşlemeye başladı. Ona, konuklar ile köylüler de eşlik ettiler.
Köylü yurttaşlar, silahlarıyla özleştikleri için atışlardan haz duyuyorlardı. Ama kentlerden gelen konuklar, korkuya kapılarak kargaşa yarattılar.
Zeynep, dengeleri bir arada tutmak üzere düğün sahibi vasıtası ile muhtarı yanına çağırttı. Muhtar, oldukça alkolü olmasına rağmen, çağrıya saygı göstererek onun yanına geldi.
-“Buyur küçük hanım, bir sorununuz mu var?”dedi.
-“Elbette var. Diyeceğim o ki ortam olağan üstü kalabalık. Üstelik onca tüketilen alkolün tesiri ile her an bir cinayet işlenebilir. Şayet öyle bir durum olmasa bile namludan çıkacak bir kurşun, adres sormadan masum birilerinin canını yakabilir. Sonradan yaşanacak pişmanlık duygusu kimseye yarar sağlamaz; lütfen silahları susturun!”
-“Küçük hanım, sen şehirde doğup büyüdüğün için köy geleneklerini bilemezsin. Dediğini yapacak olursam o zaman karmaşa yaşanır. Semaya atılan kurşunlar, bu sefer canlı hedef seçerler. Dahası, görevimi öğretmeye çalışma!”
-“Yasaları sizden daha iyi bilirim. Çünkü ben bir hukuk talebesiyim. Türkiye bir hukuk devletidir. Öyle kalacaktır. Geleneklerinizden söz ediyorsunuz. Onlar, tamamen yaratıcılığımızdan gelen folklorumuzun bir dalıdır. Şu anda yapılmakta olan düğün şenliği bile onun bir parçasıdır. Ama ne yazık ki canınızı korumak için gizli taşıdığınız silahlarınızı, toplum içinde hoyratça çıkartıp ateşlediniz. Size soruyorum, silahlı eğlence geleneklerinizin hangi maddelerini kapsıyor? Üstelik bu davranışlarınızla yasaları çiğnemiş olmuyor musunuz? Hâlbuki sevinçlerde, eğlencelerde aşka gelip ateşlenen silahlardan, nice masum vatandaşlar canından olmuşlardır. Sizden ricam vazifenizi yerine getirmenizdir.”dedi.
Muhtar, hukuk talebesinin sert eleştirilerine maruz kalınca keyfi kaçtı. Şaibe altında masasına döndü. Arkadaşları onun geç kalışından şikâyetçi olurlarken, o akranları ile halay çe-kenleri seyre koyuldu. Saat, gece yarısını hayli geçmişti. Konukların önündeki şişeler boşalınca, her kafadan anlaşılmayan sözcükler dökülmeye başladı. Fakat alkolün tesiriyle, birbirlerinin söylediklerini anlayabilecek sağlıklı dimağları kalmamıştı.
O esnada damat ile arkadaşları, oynamak üzere ortaya çıktılar. Herkesin dikkati onların üzerinde yoğunlaştı. Davullar sert vuruluyordu. Damat babası, hediyesini taktıktan sonra vücutlar davulun ritmine uymaya başladı. Onlara silah sesleri eşlik etti. An geçmedi ki bayanların bulunduğu bölümden feryat sesleri yükseldi. Hep bir ağızdan,“yetişin birisi vuruldu”dediler. Davullar sustu ortalık karıştı. Herkes yakınlarına sahip çıkarken, görünürlerde Zeynep yoktu!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.