- 577 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GÜN YETMEZ
BİR GÜN YETMEZ!...
Bir gün yetmez... Bana bir gün yetmez diyor, genç delikanlı... “Ben” diyor, “eğlenmeye başladım mı bir gün ile doymam. Kim bilir nerede yıkılırım. Kim bilir, ne zaman doyarım. Ömür bile bana, zevk vermiyor artık. Çünkü he-men her şeyde, verilen küçük bir armağan gibi, bir gün bile gelip, geçiyor ve bitiyor... O da bana yetmiyor. Çocukluğumu ve ilk gençlik yıllarımı saymazsak... henüz daha yeni gelmişim gibi, bu dünyaya... Yeni arkadaşlar, arkadaşlıklar ve öylesine sağlam dostlar tanıdım” diyor...
Ve anlatımına devam ederek, “askerden yeni geldim. Yaşım yirmi dört, nerede akşam, sabahına kadar ben, oradayım. Benim gibi bir adama, binlerce gün belki yeter... Askerde bulunduğum zamanlarda, hep kapalı kaldığım günle-rimi düşledim bir an... Ne zaman açığa, özgürlüğüme kavuşacağım diye, hesap yapar dururdum. E... artık serbestim. Artık, ne düşünceler, ne hayat ve ne de ölüm... Artık, beni hiç mi, hiç ilgilendirmiyor. Ben, bu günüme, bu geceme ba-kıyorum. Ve ben kaybedeceğim şu bir güne bakarken, ağlar gibi oluyorum. Hani, bana bir gün yetmez ya... Ama sanırım bir ömür yeter. İki ömür istemiyo-rum. Zira bu kadarı fazla olur. Çünkü ben, ömrüm kadar, ama bu ömürde eğle-nebildiğim kadar yaşarım. İşte, bunun için bana bir gün yetmez...
İşte... benim niyetim ve düşüncem bu. İsmim Ali... Ama adımın kısa oluşu, benim kısa bir adam oluşumu çağrıştırmasın. Çünkü, adımın Ali gibi kı-sa bir isimle anılmasının tersine, boyum bir hayli uzundur. Ölçüsünü tam bilmi-yorum. Ama askerde bana, kavak Ali derlerdi... Oradayken bile, günü gün et-mek için, adeta fırsat arar dururdum. Özgürlüğüme çok düşkünüm. Bu nedenle evlenmeğe de hiç niyetim yok. Bu dünyaya yaşamaya gelmişim. Strese girme-me hiç gerek yok... Hem, yıllarca özgürlüğüm için uğraşayım. Sonuçta, üzülerek, biri, iki yapayım... Hiç olur mu... yakışık alır mı... Ben, yaşamaya gelmişim bu dünyaya... Bana, elbette iki ömür fazla. Ama verilen bu bir ömrü de değerlendirmeye çalışıyorum. Yani bu ömre, insan bir kez geliyor. Bende, bana verilen bu ömrün kıymetini bilmek istiyorum... Benim gibi biri için, bir gün bile önemli... Bu nedenle her günün ayrı bir özelliği, ayrı bir güzelliği vardır, benim için. Hem bana, bir gün öncesini verin size açıktan bir milyar lira vereyim... Ya... demek ki, o bir gün ne kadar önemli... Ama ben kendi açımdan, o bir günün bile eksikliğini duyanlardanım... Bu nedenle bana bir gün yetmez!”.
Böyle demiştin...ah...böyle söylemiştin de Ali, hani nerede kaldı... bu yaptıkların elbette olumlu şeyler ama... nedense, böyle şeyleri kendine pek yakıştıramadın. Yani hemen herkes gibi değil de, sıra dışı yaşamak ve olmak istedin... Ama yaşam denilen kısır döngü, her istediğimizi maalesef vermiyor...
Şimdilerde evli olduğun gibi, üstelik, sevimli, iki de çocuğun var... Hani sana bir gün yetmezdi... Oysa bak, sen göbek salmaya bile başladın. Fakat iyi oldu be Ali... Yolunu bildiğin bir yuvan var.
A... neden gözlerin yaşarıyor? Yoksa, yanlış bir söz, ters bir söz mü söy-ledim!...Öyle bir hata yaptıysam... inan bilmeden kırdıysam, kusurumu bağışla... Biliyorum, bu halinden pek memnun değilsin. E... ne yapacaksın... Hem bir gün nasıl olsa, başına böyle bir durum gelecekti... Öyle değil mi...
Uzun süredir anneni, babanı göremiyorum. Onlar nasıllar? Ne oldu Ali, neden boynunu büktün?
Gözü yaşlanan Ali, derinden bir nefes çekerek, hüzünlü bir şekilde anla-tımına, devam etti...
“Evet... evlendikte iyi halt ettik...”. “Hayrola Ali? Böyle birden bire...”. “Baksana, boyumuz biraz daha uzadı sanki...”. “Anlaşılan çok dertlisin...”. “Na-sıl olmam. Ben, derdi evlendikten sonra aldım. Daha önce bana yetmeyen bir gün bile... sanki, şimdilerde bir ömür gibi uzadı ve yetti...”. “Peki... sonra?” “Sonrası belli, evlenmeden önce eve geç geldiğimde, zavallı anamı bir köşede ağlar bulurdum. Hatta kadın, kapının önüne çıkar, nöbet tutar gibi beklerdi... Eve geldiğimi görünce de, kızgınlığını iyice belli edercesine birkaç yerimi ısırır, kendince döverdi. Ah...anam... Boşuna demiyorlar, ağlarsa anam ağlar diye... Neyse, bu kızgınlığının yanında ise, gelirken ona aldığım küçük bir hediye bizi barıştırırdı. Gerçi hediye almayı unutsam, yanağına kondurduğum bir öpücük bile, bu kızgınlığına karşı, gönlünü almaya yeterdi... Adeta çocuklar gibi mutlu olur, sevinirdi... Ve beni de böylece affederdi... İşte... onun için, o zaman der-dim ki, bana, benim gibisine bir gün yetmez... Çünkü, hemen her gece bir tür alemdeydim... ve o gecenin hiç bitmesini istemezdim... Ve anam... benim güzel anam... hâlâ karşımda, bana gülüyor sanki...”.
“Ali, anladığım kadarıyla bir hayli dertlisin. Peki... bu karın ne yaptı da, bu kadar strestesin... Neden ona karşı bu kadar kötümser olabiliyorsun!... Bu kızgınlığının sebebi ne?...”. “Ah... ah, sen, sen bilmediğin için böyle diyorsun. İşin aslını bir bilsen...”. “Anlat ta bileyim be Ali.”.
“Ben, eve geç geldiğimde, bana –neredeydin- diye sormayan zavallı anamın gönlünü, evlendikten sonra alamadım. Çünkü, gönlü kırık, zavallı ana-mın yüzünü, bir kez olsun güldüremedim.”. “Neden peki?”. “Nedeni şu, anama karşı, nedense hatun adeta bir tür düşman kesildi. Kadının her yediğine, her içti-ğine ve her hareketine bir anlam yüklüyor, bu bahaneyle, yani sudan sebeplerle ortamı gerip, tatsızlık çıkarıyordu... Haliyle bu durum, zaman ilerledikçe bana iyice dokunmaya başladı. Ve elbette bir yerde, sabır zinciri kırıldı ve benim dünyamda da patlamalar başladı. Hanımla iyi bir münakaşaya tutuşmuştuk. Bu münakaşa kavgaya dönüştü. İyice sinirlendim, bu kez sesim yükselmeye başla-ladı. Sesleri duyan anam, nihayet kavgamıza karıştı... Ben, yine de ortam bozul-masın diye, ortamın gerginliğini yumuşatmaya çalıştım. Ve ikisini de ayırabil-mek için elimden geleni yaptım, yaptığımı sanıyorum... Bilirsin anam çok hisli-dir. Daha sonra ise, ortam, biraz sakinleşti. Ama anam, kırıldığı kadar, kırılmış-tı... Günlerce süren bu kırgınlığı, zaman içinde bana da yansıdı. Ve bir müddet, benimle de konuşmadı. Daha sonra ise hastalandı. Bu hastalığında, eşim biraz olsun ilgi gösterdi... ama kırılan kâlp, kolayca tamir edilemiyormuş. Kaldı ki bana bile, eskisi gibi sıcak davranmadı. Resmen hastalığından daha çok, sanki bizlere küsmüştü. Bu küskünlüğü ve rahatsızlığı, epeyce sürdü. Daha sonra ise, uyandığımız bir sabah... Onun uyanmadığını gördüm. Ve anam, artık yaşamı-yordu. Bu dünyadan artık göçmüştü... İşte bundan sonra da, eşimle yollarımızı ayırıp, kendim de evliliğe lanet ettim... Ve artık, gördüğün gibi burada ve bu küçük şeylerle oyalanıyorum...”. “Gerçekten üzüldüm Ali. Ama ne yaparsın, bi-ri karın... öbürü ise annen...”. “Valla... arkadaş, ana gittikten sonra ötekisi masal oluyor... Kimseyi gözün görmüyor. Hal böyle olunca da... bende karım olan eşi-me yol gösterip, bohçasını eline verdim...”. “Peki, şimdi ne yapıyorsun?”. “Şim-di de kirlenen ömrümü tüketmeye çalışıyorum...”.
Ali’nin gözleri iyice doldu. Dokunsam, ağlayacak gibiydi. Artık, oradan ayrılmam gerekliliğinin farkındaydım. Çünkü, kendi kendime düşündüm. Ve bu kısa olan düşünmem de usum, onu, rahatça ağlayabilmesi için, yalnız bırakma-mın gerekliliğini söylüyordu...
Ondan ayrılalı henüz birkaç ay olmuştu. Eve, posta kutuma bir mektup bırakılmıştı. Posta memuru aracılığı ile olduğunu sandığım mektubu, açtım ve okudum. Ali yazmış. Fena halde hasta olduğunu belirtiyor. Mektubunun deva-mında ise, beni yanına çağırıyor. Mektubu elimden bir kenara bırakıp, hazırlan-dım ve acilen Ali’nin yanına gittim. Eve gelip, daha önceden vermiş olduğu bir yedek anahtarla, kapıyı açtım ve içeriye girdim. Yatakta öylece yatıyordu. Yanı-na yaklaştım. Hasta insan, gözü sağlam bile olsa uzaktan pek tanıyamıyor. Biraz yaklaşınca hemen tanıdı. “Gel”, kardeşim dedi. Telaşla, ne oldu böyle sana... deyince, “yalnızlık” diye beni yanıtladı. Sonra da gülerek, “salt, bir günün değil... yılların verdiği yalnızlık... Oysa ben, yaşamımda hiç yalnızlık çekmez-dim. Gerçi... şimdi de çekmiyorum ya...”. Öyle deyince, şaşırdım bir an!... “Kim var yanında?...”. “Kim olacak, melekler...”.
Evet, Ali, sanırım artık ölüme yaklaşıyordu. Bunu sanki hisseder gibiy-dim... Böyle biri nasıl olurda ölebilirdi... Düşünmeden de yapamadım doğrusu... Ve düşünceme, bana, bir gün yetmez diyen bu adamın ölüme kucak açacağı, kim bilir... kimin aklına gelebilirdi ki... Ve bir günün yetmezliğini anlatan, algı-layan bu adam, nasıl olurdu da bir günü yetirirdi kendine...
Kendisine adeta yalvardım. Kalk, hastaneye gidelim diye... Çünkü, ger-çekten çok kötü durumdaydı.
Fakat, Ali yaşamak istemiyordu... Ve sitemli bir halde, “güzel kardeşim, bana hastane ne yapacak... sanki acılarımı mı dindirecek... ha... söyle ne yapa-cak...” diyordu. Ne desem onu ikna edemiyor, evden çıkarmaya bile razı edemi-yordum. Hatta zamanla, dalıp gidiyor ve şöyle bir baktığımda ise, hüzünlenip, yaptığı el-kol hareketlerine, bir anlam veremeden, şaşarak öylece bakıyordum. Çünkü, en çok bana güvendiği ve hayatta, hemen tek bir dostu olarak, bana gü-vendiğini biliyordum. Boşluğa bakarak yaptığı bu hareketlere anlam veremiyor-dum ama, yaşamının sonuna da yaklaştığını anlıyordum... Üstelik, zaman içeri-sinde de gördüklerini, benimle paylaşıyordu da... Ben de bildiğim duaları oku-yor, akmakta olan ve yanağından, adeta yağmur yağarcasına boşalan gözyaşları-nı siliyordum.
Yanında üç gün geçirdim. Üç koca gün... Benim için uzunca olan yetmiş iki saat... Hasta ve ölüm döşeğinde olan, ecel terleri döken bir insanla...
Ali’den zaman içinde ses çıkıyor ve durmadan çocuklarını sayıklıyordu. Gözlerini açmadan, baygın bir şekilde yatar gibi... Ben, yine de, ayrıldığı eşini acaba ister mi diye sordum. Verdiği cevap karşısında, suskunluğuma yenik dü-şüp, çaresiz bir şekilde, çağıramadım.
Bir aralık gözlerini açtı. Beni yanı başında bulunca rahatladı. Gözlerinin içi güldü. Ve bana bıyık altı gülerek, “biliyor musun...” dedi. “Neyi” diye yanıt-ladım kendisini. Ve sözlerine yavaşça, ama tekleyerek devam etti.
“Rüyamda, bir sahil kenarındaydım. Denize baktım. Bir ses... Sesin gel-diği yönde ise, bir kız... Ama gerçekten güzel ha... Üstelik beni çağırıyor... Ken-disini bir görsen, inan balık gibi yüzüyordu... Bende yanına gidip, beraber yüz-mek istediğimi söyledim.”. Bu olanları gülerek anlattı. Oysa ben, anlamasın ve alınmasın diye, ağlamakla karışık, gülmeye çalışıyordum. Gerçi, numara yaptı-ğımı çok iyi biliyordu. Ve esef içerisinde, -neden gitmedin- dedim. Güldü ve başını, benden tarafa usulca çevirdi. “Üstümde elbiselerim vardı. Bu nedenle, bende mayomu giymem gerektiğini söyleyip, yanından ayrıldım. Demek ki bu-raya, senin yanına gelmişim. Sende iyisin ama, bu güzel kızın yanına dönmem gerekir...”. “Peki... Ali, seni bekleyecek miydi...”. “Tabi bekleyecek... hem beni beğenmiş,”. “Beğendiğini nereden anladın...”. Yine o tatlı gülümsemesi yüzüne oturdu. Sonra bir şey demeden yattığı yerden biraz doğruldu. Kendisine yardım-cı olmaya çalıştım. Ama arkadaşım, “bana, biraz yardımcı olursan...”. “Ne yapa-caksın Ali?...”. “Deminden beri izah etmeye çalıştım, anlamadın mı...kız bekli-yor. Şu dolapta mayom bulunmakta. Hemen, al getir bana da...giyeyim, daha fazla bekletmemeli, öyle görgüsüz gibi...ayıp olur sonra.”.
Peki diyerek, yerimden kalkıp, elbise dolabına doğru gidecektim ki... Ali yeniden az önceki gibi, derin bir uykuya dalmıştı. Ama bu kez herhalde iyice derine, çok derine dalmıştı ki... bu sefer nefes bile almıyordu. Ve şimdi Ali, kim bilir hangi derinliklerdeydi. Kim bilir... belki de o derinlikten bir daha hiç çıkmamacasına...
Ve bana bir gün yetmez diyen Ali, bir ömrü ne kadar doyasıya yaşamış-tı, bilinmez ama, ona, bir ömrün yettiği bilinirdi. Kısa bir ömürle, kendi istediği gibi özgürce ve anlamlı bir şekilde yaşadı. Oysa, sürekli kapısını adeta aşındıran arkadaşlarından pek kimse yoktu, yıllar sonra ve benim dışında...
Bana, bir gün yetmez diyen Ali’ye bir ömür yetmişti. Oysa, ona, denizde karşılaştığı melekle, gerçekten bir ömür yetmezdi...
Mustafa GÖKÇEK