- 2086 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hasret ve Özlem
Annemin, ninelerim, dedelerim ve babamın anısına.
Hasret dilbilgisinde isim olarak kullanılan ve dilimize Arapcadan asret sözcüǧünün „hasret“ biçimine dönüştürülerek uyarlanmasından aktarılan ve içeriǧine kavuşmayı ana tema olarak alan özlem sözcüǧüyle eşanlamlıdır. Özlem ise sevilen bir şey veya kimseden ayrı kalma durumu veya ayrı sevilen sayılan bir kimseden uzak kalma durumundan doǧan ve şiddetle özlenerek görme ve kavşma isteǧidir. Türkçe sözlüǧümüz bu kelimeleri hemen hemen bu yukarıdaki tanıma yakın bir içerikle açılar. Yani bir tahassürdür aslında buradaki açıklanması gereken genel durum. Kavuşmak istenen birisi için özlemden doǧan üzülmedir.
Ben kısa denemede çocukluǧuma bir yolculuk yaparak özlemini çektiǧim bir gerçeǧin duygulanımını, dugulanma olarak yazmaya çalışacaǧım. Konusu çocukluǧumn geçtiǧi köyümüzdeki güzelliklerin dışında iki dedemi, ninelerimi, annemi, babamı ve diǧer saygı duyduǧum insanların çoǧunu genel bir bakışla anlatacaǧım. Bu aynı zamanda kişisel perspektifinden baǧrından çıkan gözlem olacaktır geçmişe. Çünkü bu geçmiş benim kişiliǧime, benim farkında olmadan yapmış olduǧu etkininde bir özlem ürünü olacaktır.
Burada, yani köyümüzde yoksulluk hüküm sürdüǧü için evler öyle iki katlı güzel geniş ve uzun taşlardan örülü duvarları olan Rum evlerinden deǧildi. Yine bu evler ahşap binalarla öyle sıralanmış evler topluluǧuda olmuyordu, eǧer modern mimari yapılarla karşılaştırıldıǧında… Hamamlar, döşeme ve kepenkler, geniş mutfaklı Osmanlı evlerini ise tamamen yabancıydı. Duvarlarda öyle doǧu süsleme ve bezeme sanatının minyatür inceliklerinin izlerinin izlerine bile rastlanmazdı. Evlerin özel mutfak bölümü, oturma ve yatma odaları, çocuk odaları buradaki yapıları yapanların akıllarının ucuna bile gelmezdi. Veya insanlar bilgisizliǧin ürünü olan cahillikle eǧitildikleri için çocuklar için bırakın bir odayı, bir köşe bile yoktu. Evler genelde hep iki katlı, beton denen kimyasal karışımla çok ama çok geç tanışan, 1990’lı yıllara kadar saman, beyaz toprak karışımının bileşimindan oluşan krem rengindeki beyaz çamrlarla sıvanan evlerdi. Damlar oklava doǧruluǧundaki kavak aǧaçlarıyla dizilen ve üzerine yine kavak aǧaçlarının çalıları döşenerek toprak saman karışımının kahverengi renleriyle örtülmüşlerdi. Yaǧmurlu havalarda ve kışın bu evler bizim loǧ dediǧimiz, matematiǧin ise silindir olarak tanımladıǧı yaklaşık yüz kilo aǧırlıǧındaki taşın çekiçle yontulmasından ortaya çıkan bir nesne ile loǧlanarak sıkıştırılması sonucunda yaǧmurun içerilere girmesi önlenebilen basit evlerdi. Bu evlerde buram buram tarih kokmuyordu. Ya da Ibrahim Çallı’nın eserleri eǧri büǧrü taş duvarları süsleyerek yüzünüze de gülümseyemezdi. İnsanlarının çoǧunun mutlulukla mutsuzluk arasındaki o çizgilerde sürekli yalpalayan kamyon tekeri gibi aşındırarak sadece lastik cislavet ayakkabılarıyla sevindikleri ve yaşamak zorunda oldukları bir hayat talihsizliǧiydı buradaki yaşam.
Evet, burada herkesde en çok olan ortak şey iyi kötü hayvanlarının olmasıydı. Hele tavuklar, öbek öbek bir horozun peşinde giden horozlar. O kırmızi ve kocaman yaǧli ibikleriyle şaşalı bir şekilde tavuklarıkontrol etmenin hazin gururunu yaşadıǧını sanan horozlar. Her tavuǧa istediǧi saate tecavüz eden komşu evlerin horozlarına caka atan, böbürlenerek baǧıra baǧıra öten horozlar. Tavuklar ise aǧırbaşlı sürekli ayaklarıyla yerleri eşeleyip, solucan böcek, yılın nemli aylarından başka bir canlı gördümü bezelye yuvarlaǧına dönüşen küçücük ve onlarca mini ayakları olan bilimsel ismini bilmediǧim bir hayvan. Ve hayvan dışkılarının bir kış evlerin dışında yıǧılarak öbeklendiǧi ve baharda gübre olarak, bhçe ve bostanlara taşınırken geride bıraktıkları kurtçklar tavuklar için bayram havasını başlanǧıcı olurlardı. Bunları adeta kapışarak gagalayan, birbirlerini kovalayan zavallı hayvanlar horozun bir kanat çırpışıyla keklik sürüsü gibi daǧılarak meydanın şefi olmalarıydı. Ben yumurtayı sevdiǧım halde bu hayvanları hiç sevmezdim, çünkü gözlemlediǧimde gagalarını her pisliǧe sokan bu hayvanların domuzdan pekte farklı olmadıklarına kaat getirmem olmuştu. Ama nedense yinede yumurtayı çk severdim ve kendi iç tezatlarımla mücadele ederdim. Bir kümeste bazen onbeş ya da yirmi hayvanın birlikte yatmasını ortakul yıllarından sonra nedense kabul edemiyordum. Ama gelgörkü benim cahil ve segili ve iyi niyetli insanlarıma bunu anlat ve onları ikna et. V eben böyle yıllarca uǧraşarak sonuçsz bir vazgeçişle kopup gittim, dünyaya kök saldıǧım bu cennet yerden.
Çocukluǧumun en mutlu ve mutsuz anılarını ben burada bu ev olmayan evlerde yaşayarak geçirdim. Abilerimin eşek sudan gelinceye kadar attıkları dayakla büyüp çevresindeki örenlerde, maǧaralarda gericiliǧe inat eski tarihlerin bıraktıǧı ve bizim hangi millet tarafından yapıldıǧını bilmediǧımiz bu eserler, koyunlar ve keçiler için yaǧmurlarad yurtluk olan. Uçsuz bucaksız üzüm baǧları, kaysılar, incirler, Antep fıstıǧı bahçeleri, narlar, can erikleri, dutlar, şırıl şırıl akan dereler, meleyen kuzular ve oǧlaklar, yani kısacası baharda eylül sonlarına kadar binbir rengin hakim olduǧu tondaki renkler adeta hergün doǧanın kendi kendine yaşamak istediǧi romantizi. Ha, yeri gelmişken şunu da inkar etmemeliyim. Benim bu insanlarımın romantizmin „r“sinden bile haberlerinin olmadıǧından yüzde yüz eminim. Burada herkes eşine gizlice tecavüz ederek doǧançocklardır dünyaya gelen çocuklar ve erken evlilikler. Kocaman çalılıklar arasında… Bahçelerde göze çarpan en güzel güzellik ise kuyuların olmayışıydı. Çünkü hemen hemen herkesin baçesinde doǧal kaynak suyu mevcuttu. Bu az da olsa kendi bahçesini idare edecek biçimde olan doǧal kaynak suları hem bahçelerin sulanmasında hem içme ve yemek için kullanılmasında ailesel ihtiyaçları karşılamaǧa yetecek kadar olması kuraklık yıllarında bile ihtiyaca cevap vermeleriydi. .
Burada yaşayan insanlardan sadece benim annem ve babam hoş insanlar deǧillerdi. Herkesin yaşam ve kültür seviyesi aynı düzeyde olduǧu için hoşluk ve beǧenilme bakımından birbirinin eşdeǧeri olan insanlardı. Ama rahmetli annemin dedeme karşı (bababama) beslemiş olduǧu saygıyı hürmeti hiç bir zaman, hiç bir yerde görmedim. O yaşına raǧmen tabaǧın en temizi, yemeǧin en güzel yerinden ona sunuş bana bir insanın yüce deǧeri olan „saygıyı“ asla kaybetmemesini öǧretti ve öǧretiyor. Yaşlılıktan başı pikmentlerle kelebek rengine dönen dedem kulaklarının aǧır duyup geç anlamasına raǧmen onun ne istediǧini gözlerinden anlayan dünyaların en güzeli çileler içinde yaşayıp ölen annem, dedemden daha zor bir hayat yaşadıǧı için peşpeşe ölümleri bir elzemdi. Evet, bu ilişkilerde yalan yoktu, ya da başka bir deyişle yalan söylemeyi gerektirecek bir ortamda gerekli deǧildi zaten. Tüm dertler ve konuşmalar mevsimine göre; tarla, baǧ, bahçe, bostan, kavak, fıstık, incir üzüm, badem gibi küçük gelirlere endeksli kendi hallerinde karınlarını doyuracak bir eksene kilitlenerek yürütülür ve yaşanıdı… Hele aldatmak ve hile televizyon köylere girerek dallas kültürünü yayana kadar yabancı kavramlardı genelde yöre insanı için.
Eski aşklardandı onlarınki… Dedemin tüm derdi yetiştirdiǧi meşe koruluklarının korunması, yani bunların kesilerek odun olarak satılıp yok edilmemesiydi. O kırkelli torun içinde kimseyi ayırtetmeden seven ama, sevgisini göstermeyen dedem, annemden ayırldıǧı tek noktaydı belkide… Tüm dertleri sahip oldukları torunlarının ve çocuklarının gelecekte mutlu bir yaşam sürmeleriydı. Burada ben kendimi merkeze koymak istersem hem yalan söylemiş hemde yanılmış olurum. Bu gerçeǧin altınıda burada yeri gelmişken çizmeliyim. Ama ne babannem, nede büyükbabam beni de diǧer torunları gibi gördükleri için ayırmazlardı evlatlarından. Yani evin ekstra çocukları torunlardı… Annem, babam da çok değerlidir benim için ama bilirler, anneannem ve dedemin yeri apayrıdır. Hani insanlar olgun yaşta çocuk sahibi olurlar da, daha bir özenerek bakar büyütürler ya, pamuklara sara sara, işte ben bunlardan deǧildim, ama yaşadım onlarda derin bir mutluluǧun hazin gölgesinde büyümeyi. Rahmetli dedemin bana ikide bir çıkıştıǧı tek nokta; ikide bir köyden kaçıp gitmem ve kitap okumalarımdı. O hep, „bırak bu macerayı, al kazmanı eline git fıstıkları belle, baǧa bahçeye bak, uzaklara gitme, al şu dayının kızını evlende böyle gezme“ diyerek beni sürekli tatlı sevecen bir şekilde telkin etmesiydı. O’nun bu sözleri Almanya’nın en ünlü metropollerinde, yürüyen elektrikli merdivenlerde, okuduǧum yüksek okul ve üniversitelerde hep kulaǧımı çınlatmıştır. Ey, yüce insanlar size minnettarım! Bunu ruhlarınızin bilmesini isteyerek yazıyorum bu yazımı sizlerin yüce anısına. Yine annemin babasıyla dedem kardeş oldukları için, annebabam da dedem kadar deǧerli ama, daha uysal kendi halinde nenemi yıllar önce kaybettiǧi için Cuma dayımlarda yaşayan yeryüzünün erkek olarak meleklerinden birisiydi. Bunu hiç abartmıyorum ve zaten onun bunada ihtiyacı yok. Ruhu şad olsun diyerek Mustafa dedemi de hakkettiǧi yere koyuyorum.
Ben bu büyük insanları çok sevdiǧim ve saygı duymama raǧmen çocukluǧun vermiş olduǧu haylazlık ve afacanlıklardan dolayı kesinlikle kırdıǧıma inanıyorum. Benim acım yurtdışına çıkmak ve orada yaşamak zorunda olduǧum için son vedayı yapamadan dünyadan göçüp gitmeleri… Bu duruma bazen aǧlayarak anıyor ve her seferinde hakkettikleri deǧeri beynimle onlara vermeǧe çalışıyorum. Bu insanları çok sevmem otoriter bir sevgiden de kaynaklanmıyordu. Sadece inasanın insan olarak doǧasından zuhureden bir saygıyla bütünleşen tarifi zor ama yumuşak pamuk özelliǧinde ve yün yumuşaklıǧinda kadife bir saygı ve sevginin tecelli etmesiydi bizimki. Bu feodal toplum yapısının hüküm sürdüǧü gericiliǧin gırtlaklara kadar doldurulduǧu, taasubun hüküm sürdüǧü, dinin en gerici yönlerinin hamuruyla yoǧrulan böyle bir mahalde, böyle bir sevgi ve saygının nasıl becerildiǧini bilmem ama saygı, sevgi ve çekinme duygularını bütün halinde vermek epey maharet ister sanırım.
Buralarda kutlanan bayramlarda bir başkaydı başkaydı. İlk iki gün evde kalınır, şehirden köye gelenler aǧırlanır, hele bizim evden hiç misafir eksik olmazdı. Küçük ticaretle uǧraşan, halı satan, zerzevatçı çerçiler çoǧunlukla babam evde olsun olmasın bize uǧranır, eǧri büǧrü çardaǧımızda oturulur, akşam serinliǧinde yemekler yenilir sohbetler edilir ve zavallı annem bunları bazende halamın yardımıyla yapardı. Bir başkaydı babam annem ve dedemle günler. Kocaman ailenin buluşma noktası bu evdi. Eş, dost, akraba bu evde toplanır, bayram en güzel şekliyle yaşanır ve yaşatılırdı. Kurban Bayramları ayrı hoşluktu. Bahçede kurban kesilir, etler zaten bir kaç adım ötedeki akrabalara da verilir ve payaşım böyle tatlı tatlı söǧüt ve dut aǧaçlarının gölgelerinde sineklere inat yaşanırdı. Ben çoǧunlukla şehirden gelen Ahmet abimle sohbet eder onun gördüklerini anlatırken onu kulaklarımı dört açarak dinlememdi. O sinemada gördüǧü filimlerden kesitler anlattıǧında sinemaya gitmiş gibi anları yaşardım. Bu benim için en mutlu anlar olsa gerek çockluǧumdaki.
Ama ben bütün bunlara raǧmen hayvanların vahşice kesilmelerine içimden isyan ederek cevap arardım kendi çocukluk ve gençlik dünyamda. Hep Boccaccio’nun „acaba şu tepelerin, daǧların gerisinde nasıl bir dünya var“ diye sorguladıǧı dünyayı bulmaya çalışarak avuturdum geceleri yıldızlrı saymaya uǧraşırken ay ışıǧında … Şimdilerdeyse tat yok gibi geliyor oralar bana… Sevgi vardı o yemeklerde o zamanlar, sıcaklık vardı, kalabalık vardı, bütünlük vardı, içtenlik vardı… Belki yemek aynı yemek, kavurma aynı kavurmadıra, insanların içinde yaşadıkları dünya, bu atmosfer hemde iki anlamıyla beraber tamamen deǧişmiş ve yok olmuş, ya da benim değişen, eksik kalan, yalnız olan… uzaklarda gündüze inat geceleri içinde yaşayan, Almanya’nın orta yerinde, kırküçünde bütün güçleri bitmiş gibi sanki kendi kendini sürükleyen bir sürüngen!
Evet, şimdi düşnüyorum da bugün, iyi ki yaşanmış ve tadılmış azda olsa bu güzellikler. Artık istesek de ne o ev var, ne de yaşayanları… Öyle bir gidişti ki onlarınki, bıktırmadan, usandırmadan, „aman dedirtmeden“, özletircesine ve acıyı hissettirerek yürekte. Hala özlüyorsam anneannemi o kafasındaki üç dört kiloluk sarılı sarıǧıyla sarı puşusunu, belindeki kocamak kuşaǧı (bu kuşak deyim yerindeyse tam bir kilerdi), dedelerimi, düşünmek gerek “Neden?” diye. Bunun kesin cevabını ben de bilmiyorum. Bu nasıl sevgidir ki, bu nasıl veriştir ki hala eksik bir yanım ve biliyorum ki asla dolmayacak, doldurulmayacak yerleri. Gidişleriyle eksik kalan şu sol tarafımdaki aşk acısı gibi açitan bir acı. Anneannemi kaybedişimizi hayal meyal hatırlıyorum, dayımın evinde aǧlama figanlarının kopuşuyla beraber bir ikindi vakti cenazesinin köy mezarlıǧına omuzlarda taşınışıyla beraber. Annemin babası daha bundan sonra ömrüne bereket uzun yıllar yaşadı, ama ölene kadar kazme ve dehresiyle sürekli çalışarak. Tam bir şok yaşamıştım anneannemin ölümüyle. Alışmaya alışırken yokluğuna bu zar zor tanıdıǧım insanın…
Buradan hepisine de sevgi ve saygıyla anıyorum ve sonsuz kere teşekkür ediyorum. Borçluyum onlara karşı ama huzurluyum! Ben onlarla hiç Akdeniz kıyılarında ve Ege sahillerinde tatil yapıp, lüks restoranlarda ve piyano eşliǧinde yemek yiyerek vakit geçirmedim. Ama daǧlardan rüzgarla gelen kekik kokuları, kuzu melemeleri, oǧlakların bayırlardan ve kayalardan zıplayarak atlayışlarıyla beraber iǧde kokularının büyüsüyle büyüdüǧüm için biraz olsun huzurluyum. Onları görmek, nene, dede diyebilmek bile milyonların bana veremeyeceǧi manevi deǧerlerin aşılayıcsıdırlar. Şu anda onlar benden tam üçbinsekiyüz kilometre uzakta bir daǧın eteǧindeki köy mezarlıǧında huzuru saadetlerini ebediyette yaşarken ben onların anısına bu satırları kaleme almanın derin burukluǧunu içimdeki elzemle beraber yaşıyorum. Önemli olan mesafelerin ölçüsü deǧil, ölçünün yüreklerde birbirlerine kavuşarak sevgi ve saygıyla birbirlerine sarılmalarıdır.
Evet, onlar bir çınardılar ve ölmeden önce haklarını hela edenlerele görüştüǧüm için mutluyum. Ve iyi ki, ölmeden birkaç saat önce telefonla anneanneme ulaşıp, “Hakkını helal et!” diyebilmişim. Çok sevdiğiniz biriyle, öleceğini az buçuk hissederek, içiniz yana yana konuşmak nasıl bir duygudur? Anlatamam, yaşanır! Anlatmaya kalksam sözcükler susar, yetersiz kalır. Kifayetin kaybeder, yüzlerini smurturlar, buruştururlar… Ben bunları beynimde her toparlayışımda; güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, beceriksizliğimi bu denli hissetmedim hiç… o sıralar ben Almanya’daydım ve peşpeşe ölüm haberleri geldiǧinde surların, kalelerin üzerime doğru geldiğini görmüştüm.
Benim „diyarım“ diye sevdiğim Besni ve çevresi, baktıkça huzur bulduğum, işte sonsuzluk diye adlandırdığım Mezopotamya’nın batı tarafı olan Adıyaman beni yalayıp yuttuğunu düşleyerek yoksulluǧa inat yaşadıǧımı biliyorum. Hayat ve biz, karşı gelemiyoruz doǧanın kurallarına. O kendi yasalarıyla bize hüküm etti, ediyor ve edecektirde… Bu belli. Buna herkes deǧişik bir isim verse de sonucu deǧiştirmeyen bir avuntu bizimki insan olarak. Ne kadar inat etsek de, başarırız diye kandırsak da kendimizi pembe hülyalarla, mücadele etsek de, dik durmaya çabalasak da, her şey bir yere kadar… Biyolojinin doǧası topraǧa düşen tohum mevsimini yaşayarak, yeni tohum tanecikleriyle kendini yine ana doǧaya bırakmasıyla tekerrür eden hayat. Düşen, kalkan, savaşan, çalışan, çabalayan biz, bir yerden sonra yenilen, yaptıkları bir sinema filminin iki saatlik seansı gibi gelip giden biz… Rolleri oynayıp görkemli güzelliklere sahip olan ve bir anda bir nefes gibi gidip gelen“
Sizlerde eǧer böyle canları sonsuza kadar yaşatmak istiyorsanız ve sevdikleriniz hala hayattaysa kıymetlerini bilin ve sarılın onlara doyasıya… Zaman acımadan hançerleyerek geçiyor yanımızdan, yan tarafımızdan bize inat, güzelliǧimize iyiliǧimize sevimliliǧimize, yardımseverliliǧimize inat. Zaman geçiyor evet, kaçırmadan bir şeyleri, farkına vararak, farkında olarak ve tadını çıkarak yaşamaya çalışın en azından hiç bir şey yapamıyorsanız. Beraberlikler için elinize geçen her fırsatı en iyi şekilde deǧerlendirin sevdiǧiniz insanları kaybetmeden, hasretini ve özlemini çekmeden. Olmaz demeyin. Olur. Siz bana inan mıyorsanız da bir deneyin lütfen. Çünkü zaman sizin düşündüǧünüzden daha da kısa. Bunun için diyorum, yoksa sizden daha iyi bildiǧim için deǧil!
Saygılar, hasan hüseyin arslan, 10 – 12.04.2009, Frankfurt am Main/ Almanya. Bir ikindi vakti. Saygıdeǧer Hümeyram, bu yazıyı senin sevginin bana bahşettiǧi manevi bir güçle yazdım. Iyiki varsın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.