- 985 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARKADAŞ
Mehtapsız gecelerde parıldayan yıldızlar, dünyamıza gönderdikleri ışık akımlarından mesafeleri ölçülür. İnsanlar, onlara nazaran, birbirleri ile iletişim köprüsü kurarak anlaşmaya çalışırlar.
Suat da bunlardan birisidir. Daha çocuk denecek yaşlarda, peş peşe annesi ile babasını yitirmesi, toplumdan soyutlanmasına sebep oldu. Bu durumu fırsat bilen ebeveynleri, onu bahçeye götürerek bir ırgat gibi çalışmaya mecbur kıldılar. Ağabeyi ağa, ablası ise hanım olmuştu.
O, kendisine verilen görevleri elinden geldiğince yerine getirmeye çalışıyordu. Ağabeyi, arada bir bahçeye uğradığı günlerde, hasret kaldığı ev yemeklerini buluyordu. Gelmediği günler ise bahçede yetişen meyveler ve ya zeytini katık yaparak, öğün savıyordu.
O günlere paralel olarak mahalle muhtarı, okula yeni başlayacak çocukların isimlerini tespit ederek, yetkili mercilere verdi. İsim listesinde onun da adı vardı. Ne var ki bu sürprizden ebeveynlerinin haberleri yoktu.
Muhtar, birkaç gün sonra kahvede rastladığı ağabeysine sözlü tebliğde bulundu. Ağabeyi, o an muhtara karşı bir tepki göstermedi. Ama kinini içinde gizleyerek alelacele bahçeye gitti.
Suat, o esnada kendisini işine öylesine kaptırmış ki onun gelişini görmedi. Oysa ağabeysi, onun nedenli sıkı çalıştığını uzaklardan görmüştü. Ama görmezlikten gelerek, yaptığı işleri denetleyip sert ses tonuyla:
-“Suat çabuk yanıma gel.”dedi.
Suat, gaflet içersinde onu karşısında görünce, elindeki tırmığı bir kenara fırlatarak yanına koştu:
-“Hoş geldin ağabey!”deyerek ellerine kapandı.
-“Hoş gelmedim. Muhtar, senin ismini okula vermiş. Senin anlayacağın yakında okula başlayacaksın. Sen okula gittiğinde bahçe işlerini kim yapacak? Onca koyunları kim güdecek? Beni hiç düşünen yok!”dedi. Kahırlanarak eve döndü.
Suat, beklemediği bir anda okula başlayacağını öğrenince yüreğinde buruk sevinç; dudaklarında ise acı bir tebessüm belirdi. Belli ki ilk kez tatmadığı mutluluğun zorluğunu çekiyordu. O andan sonra vücudunda oluşacak her damla ter, okul masraflarını karşılamak üzere akacaktı. Şevk içinde tekrar işi ne döndü. Gündüzleri kesilmiş ekinleri harman meydanına istif yaparken, geceleri de nadas belliyordu. Tahammül gücü tükendiği anlarda ise kepenek arasına kıvrılıp bir mevta gibi uyuyordu. Onun bu tür hırpani yaşantısı hasat mevsimiyle sona erince, eve gitmek üzere yola çıktı. Kısa zaman içinde kasabaya ulaşarak evlerinin sokağına geldi. Sokak içinde bir yığın körebe oynayan çocuklar vardı. Afacanlar, onu görünce alaycı tavırlarıyla soru yağmuruna tuttular.
Suat, onlara yanıt vermekten kaçındı. Acı tebessüm içersinde avlu kapısından içeriye girdi. Evde kimse yoktu. Birkaç defa ablasına seslendi. Cevap verebilecek birileri çıkmayınca beklemeye başladı. Zaman bir türlü tükenmek bilmiyordu. Yüreğindeki kara mizahlardan kurtulabilmek için kapı aralığından çocukları seyre koyuldu. Her şey mükemmel gözüküyordu. Biran onlara katılmak geldi içinden. Ama hırpanî görünüm içinde olduğu için vazgeçti. O sırada beklenmedik mevsim yağmuru çiselemeye başladı. An öncesi sokak içinde cıvıldaşan çocuklar, avcılardan ürkmüş kuş sürüsü gibi biranda yok oldular.
Suat, onların dağılmasıyla yalnız kalarak, üşüdüğünü hissedip kuru bir sığınak aramaya çalıştı. Ayağında, yırtık bez ayakkabı. Sırtında birkaç yerinden delik mintan, diz kapağının üzerine örtmeye çalışan yamalı pantolon içinde pejmürde görünümünü korurken, ortalık karakışa büründü. O, hâlâ yağmurdan korunmaya çalışıyordu. Diğer taraftan da “Nerede kaldı bunlar”diye hayıflanıyordu. Nihayet yağsızlıktan ti sesi çıkaran avlu kapısı açıldı. Gelen ablası idi. Saçak altında göz göze geldiler. Bir kardeşinin olduğunu unutmuş olacak ki onu hırpani görünüm içinde görünce, yabancı birisiymiş gibi:
-“Senin ne işin var burada? Çabuk bahçeye dön dedi.
Garip Suat, ablasının acımasız davranışının karşısında göz yaşlarını tutamadı. Aklında bir yığın sorular üreterek:
-“Keşke gelmeseydim. Onun bu çirkin niyetini bilmemiş olurdum. Ağabeyim ise başka bir alem. Beni üvey kardeş yerine bile koymuyor. Sanki yaban bir ırgatmışım gibi çalıştırıyor. Neredesiniz kınalı parmaklı anacığım? Tatlı dilli kartal bakışlı babacığım? Gittiğiniz yerden dönün gayrı. Ölmeden önce emanet bıraktığınız ebeveynlerimin riyakar kişiliklerini görmenizi istiyorum.”diyerek nemli gözler ile evden ayrıldı.
Onun gidişinden haberi olmayan ablası, saatler sonra vicdanı esenliğe kavuşunca:
-“Suat gir içeriye, hava oldukça soğudu!”dedi. Fakat giren olmadı. Çağrısını birkaç kez daha tekrarladı. Onun içeriye girmediğini görünce, hışımla dışarıya çıktı. Ama o görünürlerde yoktu. Onun avlu dışında olabileceğine kanaat getirip sokağa çıktı. Oysa o, bahçenin yolunu yarılamıştı bile. O sırada ağabeysi, kahvehaneden dönüyordu ki sokakta kız kardeşini gördü:
-“Hayırdır bacım, akşam vakti bu telaş niye?”
-“Ne olsun ki, ben evde yoktum Suat gelmiş. Onu saçak altında bir sıçan gibi büzülmüş vaziyette görünce kan beynime çıktı. Bahçeden niçin ayrıldığını sordum. Galiba davranışım küçük beyin ağrına gitmiş olmalı ki içeriye girmeden sessiz sedasız geldiği gibi gitmiş.”
-“Gideceği yeri söyledi mi?”
-“Yüzünü gören kim?”dedi.
Ağabeysi, onu eve bıraktıktan sonra öfkeli bir vaziyette bahçeye gitti.
Aynı dakikalarda aynı kanı taşıyan, üstelik ebeveynlerinin haksızlıklarına uğramasına rağmen, haline şükrederek yatak diye kullandığı kepenek arasında ısınmaya çalışırken, akşamın karanlığında dehşet saçan bıçkın bir ses duyuldu. Suat, sesi tanıdı. Gelen ağabeysi idi. Yattığı yerden bir mermi gibi fırlayarak gemici fenerini yakıp onu beklemeye başladı. Ağabeysi, kısa yürüyüşten sonra nadası geçerek dam evine geldi. Onu ayakta görünce:
-“Senin yaptığını el oğlu yapmaz!”diye gürledi.
Bahçeye dönüşünden beri hırçınlaşıp kabuğuna sığmayan Suat, üslubunu bozarak:
-“Sizin davranışınıza ne demeli? Beni, üvey kardeşten öte bir yaban ırgat gibi bahçeye götürüp hapsettiniz. Hiçbir zaman, yediğimi içtiğimi sormadınız!”diye karşılık verdi.
İki kardeş, karşılıklı sükunet içinde otururlarken, ağa beysi, tekrar söze başladı:
-“Yerine iyi bir çoban bulduktan sonra okula başlarsın anlaştık mı?”
-“Anlaştık ”dedi.
Ağabeysi, kardeşinin isyankar davranışına daha fazla tahammül edemeyince, öfkeli bir hâlde eve döndü. Çünkü ondan böyle bir davranış beklemiyordu. Suat, istemeden de olsa ilk kez ağabeysine karşı kendisini savundu. Üstelik davranışından dolayı da müteessir olmadı.
O gecenin üzerinden nice günler geçti. Ama nedense ağabeysi verdiği sözü unutarak bahçe işlerine ve koyunlara bakabilecek bir çoban bulmadı. Suat, onun unutturma taktiğini çok iyi biliyordu. Eğer bahçeye bir çoban bulsaydı bir yığın para ödemek zorunda kalacaktı. Vermemek için çeşitli mazeretler uydurarak haftalarca bahçeye uğramadı. Üstelik ihtiyaç çıkınını bile rast gele kişiler ile gönderiyordu.
Suat, ebeveynlerinin elinde tutsak hayatı yaşamasını, yaşıtları ile okula gidememenin ezikliğini, çevresinden soyutlanarak intikam aldığını sanıyor. Beklemediği biran, bahçe komşularının oğlu Mustafa, yanına geldi.
-“Kolay gelsin Suat!”dedi.
Suat, onun elindeki okul kitaplarını görünce, kendisine nispet yapılıyormuş duygusuna kapılarak, ona yanıt vermeden koyunlar ile oradan uzaklaştı.
Mustafa, arkadaşının ne demek istediğini, niçin böyle davrandığını anlayamayınca peşlerinden gitti. Kısa takip sonrası sürü otlu alana girince, her biri ayrı bir yöne dağılarak yaylım savaşına girdiler.
Suat, bu kez koyunların keyiflerini kaçırmaya razı olmadı, kendi hâllerine bıraktı. Mustafa ise zamanını onunla paylaşmak istiyordu; o niyetle onun yanına gelmişti:
-“Suat okula gitmediğini biliyorum. Bu nedenle okulda öğrendiklerimi seninle paylaşmak istiyorum. İstiyorsan eğer, derslere beraber çalışabiliriz” dedi.
Onun teklifi karşısında Suat’ın aklı karıştı kekelemeye başladı:
-“Gerçekten öğrendiğini bana da öğretirmişsin?”
-“Niçin olmasın, biz arkadaş değil miyiz?”
-“Tabi ki arkadaşız. Fakat ailen müsaade eder mi?”
-“Elbette ederler. Beni onlar gönderdi. Senin okula girmediğinin sebebini biliyoruz. O nedenle bildiklerimi seninle p-aylaşmak istiyorum.”
-“Teşekkür ederim. Bilemezsin ne kadar sevindiğimi. Ne var ki benim ne yazacak bir defterim, ne de bir kalemim var. Üstelik onlara verecek param da yok.”
-“Sen onları düşünme. Sana, defter ile kalem getireceğim” dedi.
Suat, onun arkasından bir ruh gibi garipliğinin acısıyla dostluğun yüceliğini anımsamaya çalıştı. Gözlerini yummadan sabahı karşıladı.
Mustafa, söz verdiği gibi sabah erkenden onun yanına uğrayıp bir defter ile bir kalem bıraktı; sonra kendisini bekleyen arkadaşları ile okula gitti.
Suat, ilk kez kalem defter ile tanışmış oldu. Sevinçten kabuğuna sığmıyordu. Onları incelerken, defterin kapağındaki yazılar dikkatini çekti. Parmağını kalem gibi kullanarak, toprak üzerinde pratik yaptı. Çünkü arkadaşı ile okul dönüşü ders çalışmayı plânlamışlardı.
Suat, yapılması gereken işleri tamamladıktan sonra arkadaşını beklemeye başladı. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Nihayet uzaktan sesler duyulmaya başladı. Çevrede oturan talebelerin sesleriydi onlar. Suat, onları okul kıyafetleri içinde gıpta ile seyrederken, geleceği için hayıflanarak ürperdi. Kendisini sahip çıkanlar karşısında boynu eğik, borçlu hissedecekti.
Mustafa, arkadaşlarına mazeret belirterek onlardan ayrılıp kendisini bekleyen arkadaşının yanına doğru yürüdü. Nihayet iki arkadaş buluştular. Belli ki ikisinin de yürekleri heyecan içinde çarpıyordu. Suat, konuğuna yer gösterip:
-“Hoş geldin Mustafa; dersler nasıl geçti?”dedi.
-“Çok iyi geçti; ama aklımda hep sen vardın. Keşke o da yanımda olsaydı diye çok düşündüm. Biran kendimden öylesine geçmişim ki öğretmenimiz, niçin dalgın olduğumu sordu. Ben de senin bulunduğun konumu anlattım. Başta öğretmenimiz olmak üzere bütün sınıf üzüldü. Senin gibilerini örnek alarak okulun önemini saatlerce anlattı. Üstelik bütün kötülüklerin anasının cahillik olduğunu söyledi. Teneffüste de ismin ile adresini öğrenip not defterine yazdı. Belli ki durumundan öğretmenimiz de etkilemiş.
Suat, onun anlattıklarından huzursuz oldu. Çünkü yaşam hikayesini başka birileri ile paylaşmak istemiyordu. Lakin arkadaşı, durumuna üzüldüğü için sınıfta anlatmakta sakınca görmemişti. Ama Suat’ın üzüldüğünü fark edince özür dileyerek sözü kısa kesip derse davet etti. İki arkadaş geç saatlere kadar zamanlarını paylaşarak ders çalıştılar. Sonra Mustafa evine gitti. Suat, ondan öğrendiklerini defalarca tekrarlayarak kısa zaman içinde okuyup yazmasını öğrendi. Lakin arkadaşları, onun kendilerinden daha ileri seviyeye ulaştığını görünce, kıskançlık krizine saplanarak ilişkilerini kestiler. Bir daha onunla görüşmediler.
Suat, kendisine yapılan haksızlığa rağmen, arkadaşlarının evlerine defalarca giderek diyalog kurmak istedi. Ne var ki onca iyi niyet nafile çıkınca, önceki yalın hâline dönerek bahçe işlerine devam etti.
Bu meyanda Mustafa’nın eve geç saatlerde dönmesi, babasının gözünden kaçmıyordu. Gizlice onu göz hapsine aldı. Ensesinde nefes, çevresinde bir gölge gibi devamlı takip ediyordu. Sonunda dayanamayıp Suat’ın yanına geldi.
Suat, kepenek arasında yırtık alfabeyi okumaya çalışıyordu. Birden gözü Mustafa’nın babasına takıldı. Kendisine doğru yaklaştığını gördü. Ani refleksle kitabı mintanının içine gizledi. Ama çabası nafile idi. Kitabın bir kısmı mintanın dışında kalmıştı.
-“Nasılsın evlat?”dedi.
-“İyiyim amca. Siz nasılsınız?”
-“Gördüğüm kadarıyla ders çalışıyorsun?”
-“Ben okula gitmiyorum ki ders çalışayım.”
-“Evlat, yalan söylemesini beceremiyorsun, koynunda sokulu olan kitap değil de nedir?”
Suat, elini mintanının yakasına götürünce, kitabın bir kısmının mintanın dışında kaldığını fark etti. Nasırlı yüzü pembeye dönüştü.
-“Haklısınız amca, oğlunun sayesinde okumasını yaz masını öğreniyordum. Ama nedense o, sebepsiz bir şekilde benimle arkadaşlık ilişkilerini keserek görünmez oldu.
-“Sakın üzülme evlat; rahmetli baban benim hem çocukluk, hem de askerlik arkadaşımdı. Onun hatırası olduğun iç-in seni kollamak benim vazifemdir.”deyip ayrıldı.
Suat, ona cevap vermeyip susmakla yetindi. O günden sonra günler yaprak gibi dökülürken kış ortasına geldi. Vadilere yağmur, dağlara kar yağmağa başladı. Yağışlar ara vermeden günlerce sürdü. Sellerden birçok küçük baş hayvan telef olurken, dağlarda barınanlar, aç kurtlar tarafından zarar gördüler.
Suat, felaketzedelere nazaran şanslıydı. Bahçe, tepenin yamacında bulunuyordu. O nedenle hem kendisi, hem de bakmağa mahkûm olduğu koyunlar zarar görmedi. Üstelik yağışlı günler, onun ders çalışmasına imkan sağlıyordu. Alfabeyi mükemmel derecede okumasını öğrendi. Siluet halindeki dimağı, berraklaşarak ebeveynlerinin sorunlarını daha bilinçli düşün meye başladı. Sonuç itibariyle olayların tek sebebinin cehalet ürünü olduğunu kanaat getirip kardeşlerine hak verdi. Çünkü onlar, okul yüzü görmeyen cahil kişiler idi. Okur yazar olsalardı eğer, köstek yerine destek olmaları gerekirdi ama olmadılar. Onların gayeleri cahil bırakarak, bir ırgat gibi bahçe işlerinde kullanmaktı. Ne var ki yaptıkları plan tutmadı.
Suat, Mustafa’nın kaprislerine rağmen onunla ders çalışmalarını sürdürerek, okula devam eden talebeler gibi okuyup yazanlardan oldu.
Nihayet okullar, yarı yıl tatiline girdi. Sınıf öğretmeni tatil dolayısıyla Suat’ın hakkında yetkili makamlara suç duyurusunda bulundu. Öğretmenin çabası, Suat’ın okula devam etmesini sağlamaktı. Yetkili kurumlar, konuya duyarlılık göstererek olaya el koydular. Muhtar aracıyla Suat’ın ebeveynlerine celp gönderdiler. O ana kadar saltanat süren, lakin muhtarın ikazıyla rahatları bozulan Suat’ın ebeveynleri, bir çıkış yol aramaya başladılar. Diğer taraftan, günlerden beri devam eden kar yağışı, vadilere kadar inip yaşam tarzını zorlaştırmaya başladı. Çünkü o güne kadar, o denli sürekli kar yağmamıştı. Dağ eteklerinde yaşayan çobanlardan haber alınamıyordu. Onların arasında Suat da vardı. Onlarla beraber, dağlarda yaşayan vahşi hayvan çeşitleri de açlığın pençesine düşerek yaşam savaşı veriyorlardı. İçlerinde korkusuz sayılan kurtlar, kasabanın yakınlarına kadar inerek durumlarını gösteriyorlardı. Onların kasabaya kadar inmelerinin hayra âlâmet olmadığını bilen tecrübeli yurttaşlar, sürek avına çıkmak üzere hazırlık içine girdiler.
Bu meyanda Suat’ın çevresinde bulunan komşuları ile ilişkisinin kesildiğini anlayınca yüreğini korku sardı. Üstelik, ağzına koyacak bir lokma katık kalmamıştı. O güne kadar kuru meyveler ile idare olmaya çalıştı ama nafile idi. Bir ara kuzulardan birisini kesmek istedi ama ebeveynlerinden korktuğu için vazgeçti. Mustafa’nın evine gitmek istedi fakat cesaret edemedi. Gideceği yol, sarp kayalıktı. Yanlışlıkla atacağı adım, ölümüne sebep olabilirdi. Hele çevrede kurt sürüleri volta atmaya devam ederken, sürüye kim bakacaktı?.
Suat, bütün olumsuzluklara rağmen bir çıkış yol arıyordu. Çünkü açlığı, tahammülsüzlük sınırına dayanmıştı. Telaş içinde defterden bir yaprak kopartarak, üzerine harfler karalayıp kapının arkasına iliştirdi. Koyunlara da yeteri kadar yeygi verdikten sonra bahçeyi terk etti.
O dakikalarda Mustafa’nın babası, Suat’ı merak ettiğinden dolayı bahçeye geldi. Damın kapısının sıkıca kapatılmış olduğunu görünce, geriye döndü. Onun peşinden, birkaç gün ara vermiş olan kar yağışı yeniden başladı. Tipi, canlıların nefes al masını engelliyordu.
O güne kadar bahçeye uğramayan ağabeysi, kötü hava şartına rağmen bahçeye geldi. Bahçe karla kaplıydı. Geldiğini bildirmek üzere var gücüyle kardeşini çağırdı. Ama nafile. Onu duyan olmadı.
Parmakları ile karları temizleyerek kapıyı açtı. Koyunlar, birbirlerine kenetlenmiş vaziyette yatıyorlardı. Önlerinde günlerce yetecek kadar yiyecekleri vardı. Ama görünürlerde Suat yoktu. O esnada Mustafa’nın babası, merakını gidermek üzere tekrar bahçeye geldi. Ama ağabeysiyle karşılaştı. İki komşu, selamlaştıktan sonra Suat’ın hakkında durum değerlendirmesi yaptılar. Beraberce kasabaya inerek onun kayıp olduğunu güvenlik güçlerine bildirdiler. Güvenlik güçleri, kısa bir soruşturmadan sonra Suat’ın ağabeysini göz altına aldılar.
Onu, kardeşinin kaybolmasından sorumlu tutuyorlardı. Bu meyanda jandarmalar, bahçe çevresinde çok kapsamlı arama çalışması yaptılar. Ama ona ait herhangi bir ipucu bulamadılar. Aramaya ara vere-rek koyunların bulunduğu ahıra girdiler. Ahır, dışarıya nazaran sıcaktı. Ocak içinde hazır istif yapılmış odunları görünce hemen ateşlediler. Odunlar tutuşunca soğuktan moraran ellerini ısıtırken, kar suyundan nemlenen potinlerini de kurutmaya başladılar. Askerlerden biri, kapının arkasında yazılı kağıdı görünce, arkadaşlarına sezdirmeden alıp okumaya başladı. Arkadaşları, olaydan habersiz kendi aralarında sıla özlemlerini gidermeye çalışıyorlardı ki mektubu bulan asker:
-“Arkadaşlar aradığımız ipucunu bulduk. Bundan sonrası yetkili kişilerin.” dedi. Askerler, yaktıkları ateşi söndürdükten sonra ahırı ilk buldukları gibi tertipleyip kasabaya indiler. Buldukları yazılı kağıdı delil olarak komutana teslim ettiler.
Komutan, askerin verdiği kağıdı defalarca okuduktan sonra zanlıyı huzuruna çağırdı:
-“Kardeşinin okuyup yazması var mıydı?”
-“Hayır.”
-“Senin okuyup yazman var mı?”
-“Hayır.”
-“Peki, bu yazıyı kim yazdı?”
-“Bilmiyorum.”
-“Sen ne bilirsin cahil adam. Dua et kardeşine, bu yazıyı delil olarak bırakıp gitmiş. Yoksa yıllarca mahpushanelerde çürüyecektin. Şimdi ise serbestsin.”
-“Efendim, kardeşim neredeymiş?”
-“Onu siz bulacaksınız. Yaptıklarından dolayı da kardeşinden özür dileyeceksin.”dedi.
Suat, açlık ile yalnızlığa tahammül edemeyince, başka bir köyde oturan akrabalarının yanına sığınmıştı.
Ebeveynleri, yıllardan sonra sevginin önemini kavradılar…
Abdullah Ziya KABAK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.