ÇOBAN YILDIZI
ÇOBAN YILDIZI
1996 Yılının sonbaharını yaşıyordum. Hazan olmasına rağmen ben çok mutluyum. Çünkü tayinim yapılmıştı. Hem de evimin nerdeyse bitişiğindeki Karacabey Kız Meslek Lisesi’ne. Oh be artık kurtulmuştum. Her gün iki kilometre git, iki kilometre gel eziyeti bitmişti. Eski okulum İmam Hatip Lisesi ilçenin çıkışında bir yerde idi. Buraya bir vasıta da çalışmıyordu. Yürüyerek gidip gelmekten bıkmıştım. Vesselam ben bu gün çok sevinçliyim…
Yeni okuluma bayram çocukları gibi sevinerek gittim. Müdire Hanımın odasına girdim. Bana “Hoş geldiniz hocam, hayırlı olsun, yeni görevinizde başarılar dilerim” dedi. Ders programını alınca çok şaşırdım. Çünkü Pazartesi ve Çarşamba günü dışında dersim yoktu. Toplam on sat dersim vardı. Benim şaşkınlığım geçmeden müdire hanım “Hocam sizi yeni açılan Ticaret Lisesi’ne de görevlendirdiler” deyince beynimden vurulmuşa döndüm, tepemden kaynar sular boşaldı. Tüm neşem ve sevincim yok oldu. Öyle sinirlendim ki “ama Müdire Hanım ben evime yakın olsun diye bu okula tayinimi istedim. Şimdi eski okulumdan daha uzak , hem de ulaşımı olmayan bir okula nasıl giderim. Sonra benden daha kıdemsiz öğretmenler dururken” diye devam edecektim. Müdire Hanım sözümü kesti “Vallahi hocam orasına ben bilmem. İlçe Milli Eğitim Müdürünün takdiri böyle” deyip konuşmayı bitirdi.
Kız Meslek Lisesinden çıkıp Ticaret Lisesine doğru giderken benim hislerim karmakarışıktı. İşte ben burnumdan soluyarak , çatıp kavga yapacak bir adam arayarak vardım Ticaret Lisesine. Okul kör itin öldüğü yerde. Hani kuş uçmaz kervan geçmez bir yer desem abartı olmaz. “Nedir ? bu benim çilem, ya Rab’im İmam Hatip gibi uzak bir okuldan kurtulmanın sevincini bir gün yaşamadan daha uzak bir okula gitmek bana reva mı ? “ diyordum kendi kendime. Bu olumsuz düşüncelerle, öfke bulutları başımda halay çekerek girdim müdür odasına. Müdür bey genç pırıl pırıl bir adam. Çok kibar ve sevecen bir tavırla bana “Hoş geldiniz hocam, hayırlı olsun” dedi. Ama ben ne dedim, ses tonum nasıl ? yüz hatlarım sirke mi satıyordu ? bilemiyorum. Çok ama çok doluydum, patlayacak birini arıyordum. Kendime haksızlık yapıldığına inanıyordum. Şöyle birini bulsam da öfke yükümü boşaltsam, iyice bir bağırsam çağırsam ve bu işleri halletsem diyordum.
Müdür bey bana haftalık der programını tüm kibarlığı ile uzattı. Aldım, baktım. Salı günü sekiz saat, Cuma günü üçü sabah bir öğleden sonra dört saat, toplam on iki saat dersim vardı. Aslında iki güne sığdırılmış güzel bir programdı. Bu rağmen ben hayatımda hiç göstertmediğim kadar ceberut bir tavırla, yüksek ve kırıcı bir ses tonuyla meydan okurcasına, vesselam küstahça, terbiyesizce programı nerdeyse yere çalarcasına “Ben bu programla bu okulda derse girmem” dedim. Müdür bey “Ne oldu hocam ? niçin böyle yapıyorsunuz ?, sizin için ne yapabiliriz ? Arzunuz nedir ? sakin bir şekilde söyleyin lütfen” dedi. Ben yine aynı ses tonuyla ve aynı tavırlarla “Ben ilçe merkezindeki camide Cuma namazına gidiyorum. Cuma günü camiden çıkıp tekrar buraya gelemem” dedim. Müdür beyin odasında çıktım ve dersime girdim. Girdim girmesine ama bunca yıllık öğretmenlik hayatımda hiç böyle bir derse girmemiştim. Öğrencilerime durumu belli etmemeye çalıştım. Pencereden dışarı baktım. Karacabey Ovasına daldım. Ben benden ötelere gittim. Ta Orhan’ın şehri Bursa’ya kadar uzandım. Hala öfkeliydim, ama bir yandan da içimde pişmanlık kırıntıları filizleniyordu. Böyle geçmiş yarım saat. Ben farkına bile varmamıştım, kapı çalındı. Okulun hizmetlisi içeri girdi “Hocam müdür bey sizi çağırıyor” deyince kendime geldim. Kendi kendime “Tamam Cuma kavgaya hazır ol, boks eldivenlerini takın, ringe çıkıyorsun” dedim. Dedim demesine de ben kavga adamı değilim ki. Ben gönül adamıyım, bu kavga niye diyerek kendimi sorguladım. Her şeye rağmen kaşlarımı çatarak vardım müdürün odasına. Müdür bey “Hocam buyurun oturun, bakın bakalım programınızı düzelttim, olmuş mu ? Cuma günü öğleden sonrasını boşalttım. Başka bir arzunuz varsa yardımcı olalım, biz sileri mutlu görmek isteriz. Amacımız sizlere hizmet etmektir” diyerek tüm sevecenliğini sergiledi. Halbuki ben kavga ya hazırlanmıştım. Bu kadar sevimli bir adamla da kavga yapılmaz ki. “Baksana eşek Cuma senin yaptığın tüm herzelere rağmen adam sana ne kadar kibar davranıyor. Ayıp, ayıp utan be adam” diyerek kendimle yaptım kavgamı. Şöyle yalancıktan dilimin ucuyla bir teşekkür ettim mi ? bilemiyorum. İşte böyle başladı benim Ticaret Lisesindeki ilk günüm…
Sonra zaman geçti, zaman aktı. Benim öfke bulutlarım dağıldı. Aklım başıma geldi, kendime geldi. Öfke sarhoşluğum geçti. Öfke selinin yerini akli selimim aldı. Ticaret Lisesine gidiyorum, müdür beyi tanıyorum. Adı Mustafa Yıldız, yaşı otuz üç, evli. Ortaokul son sınıfa giden bir kızı, İlkokul beşinci sınıfta okuyan bir oğlu var. Adam çalışkan mı çalışkan. Yürümüyor uçuyor, konuşmuyor ağzından ballar damlıyor. Sevgi alıyor, sevgi satıyor. Yıldız soyadı ona çok yakışıyor. Evet Mustafa bir yıldız, hem de Çoban Yıldızı. Çoban yıldızı gibi parlıyor, onun gibi etrafına parıltılar saçıyor. Şimdiye kadar tanıdığım Mustafaların en güzeli. Yıldızların yıldızı, vallahi süper bir adam. Nasıl tarif edeyim, ben de altı sene okul müdürlüğü yaptım. Ama bu adam müdür değil okulun babası sanki. Her işi yapıyor, koltuğunda otururken hiç görmedim ben onu. Hep çalışıyor, hep koşuyor. Hep gülüyor, her zaman etrafına sevgi ışıkları saçıyor.
Böyle olunca benim içimdeki pişmanlık kırıntıları büyüdü, büyüdü tüm benliğimi kapladı. Kendi kendime “Çok ayıp etmişsin be Cuma’cık, hem de çok ayıp… Böyle dünya tatlısı, böyle ışık saçan, sevgi saçan nur yüzlü bir adama yapılır mı bu?” diyerek başladım kendimi yemeye. Aradan iki hafta geçti. Artık Ticaret Lisesine severek gidiyorum. Müdür Bey beni okulun merdivenlerinde karşılıyor. Yıldız gibi elimi tutuyor sevgiyle tokalaşıyor benimle. Her zaman tüm sevecenliği ile halimi hatırımı soruyor. Neredeyse beni kucaklayıp öpecek. Bun mahcup oluyorum, küçülüyorum, eriyorum. Evet bu böyle gitmez, gitmemeli de. Karar verdim, özür dileyeceğim yıldızların yıldızı Mustafa Yıldız’dan…
Tamam Salı günü odasına gidersin, anlatırsın derdini. Gönlünü alırsın adamın. Salı günü koşar adımlarla varıyorum Ticaret Lisesine. Müdür beyin odası boş, kendisi ilçedeki müdürler toplantısına gitmiş. Öğleden sonra kapısını çalıyorum ama müdür beyin misafirleri var. Olsun Cuma günü mübarek gün. Bu mübarek günde Cuma Demir özür dileyecek müdüründen. “Çok pişmanım, ben aslında o gün size değil başkasına öfkelenecektim. Başkasıyla kavga edecektim, o gün aklım başımda değildi. Ne olur beni affedin, isteyerek olmadı. Çok ama çok pişmanım, ben sizin bildiğiniz gibi birisi değilim. Ben Yunus’un dediği gibi yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü diyen bin insanım. Ne olur beni affedin” diyerek özür dileyecek ama müdür beyin yine toplantısı var yine misafirleri var. İşte böyle ha bu Salı, ha bu Cuma diye diye 24 Kasım öğretmenler günü geldi.
İlçede öğretmenler günü kutlanıyor. Kutlama ilçenin eski sinema salonunda yapılıyor. Yemek yeniyor, müzik var, eğlence var. Ben de eşimle gittim geceye. Mustafa Yıldız’da orada. Yine yürümüyor, koşuyor. Kanatlanmış uçuyor. Eteklerinde bir yığın yıldız parlıyor. Ne bileyim bana “Gecenin yıldızı kim ? “ deseler. Ben tabi ki Mustafa Yıldız diyeceğim. Ben zaten o gece başka kimseyi görmedim. Bir tek Mustafa Yıldız’ı gördüm. O da zaten bir insan değil bir yıldızdı, hem de çoban yıldızıydı. Ah… ah… keşke burada bir fırsatını bulsam da özür dileseydim. Benden geçti yaşı ama onun ellerinden öpseydim. “ Ne olur hocam beni affedin” deseydim. Ama olmadı, zaten burası onun yeri de değildi. İşte böyle Karacabey 24 Kasım’ı 25 Kasım’a bağlayan geceye girdi. Gece bitti, sabah oldu. Güneş doğdu, yıldızlar kaybolmuştu.
Keşke hiç sabah olmasaydı. Keşke gece hit bitmeseydi. Güneş hiç doğmasaydı. Ever “Kara haber tez gelirmiş” öyle de oldu. Bir kara haber yayıldı Karacabey ovasına. Bu haber benim genç müdürüm Mustafa Yıldız’ın kara haberiydi. Mustafa bu gece beyin kanaması geçirmiş. Şimdi Bursa Tıp Fakültesi’nde yoğun bakımdaymış. Ben benden gittim, “Aman Allah’ım Mustafa’yı çocuklarına bağışla” diye yalvardım, bildiğim bütün duaları okudum. Ama kara haberler hep geldi Bursa Tıp Fakültesi’nden. Tam on iki sonundu “Mustafa Yıldız öldü” dediler. Bayrağa sarılı tabutunu okul bahçesine getirdiler. Tören yapıldı, ben ağladım, ağladım. Sanki öz kardeşimi yitirmiş gibi ağladım. Eşi ve çocukları meleyordu kuzular gibi…
Bir ara okulumuz edebiyat öğretmeni Mehmet Bey yanıma geldi, koluma girdi “Hocam hayret ediyorum, sen Mustafa Yıldız’ı daha yeni tanıdın, ama çok ağlıyorsun. Bunu anlayamıyorum” dedi. Ben cevap veremedim.
Evet ben Mustafa Yıldız’a karşı suçluyum. Bir gün bu dünyadan göçüp gidince Mustafa Yıldız’ı arayacağım cennetteki yıldız bahçelerinde. Ellerinden öpeceğim, sarılacağım, kucaklayacağım “Hocam sizden özür diliyorum. Bana ders programını verdiğiniz gün size çok kabalık yaptım. Beni affedin…” diyeceğim. O da beni affedecek inşallah.
Şimdi tam kalbimle dostlarıma sesleniyorum. Küstüğünüz, darıldığınız, kalbini kırdığınız birisi varsa yarını beklemeyin. Hemen bu gün gidin gönlünü alın. Gerekiyorsa özür dileyin. Kim bilir yarın çok geç kalmış olabilirsiniz. Yunus Emre’nin dediği gibi “Sevelim, sevilelim. Dünya kimseye kalmaz”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.