- 1057 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TOPLUMSAL YOZLAŞTIRMA POLİTİKALARI ve SİYASET
Bu yazımda, toplumu bir arada tutan bazı kavramlarla oynanarak birlik bilincinin nasıl ortadan kaldırılmaya çalışıldığını irdeleyecek ve yaşanan kavram kargaşaları üzerinde düşüneceğiz. Konuya öncelikle, toplum kavramının temel taşı olan bireyden başlayacak ve gündemimizi meşgul etmekte olan siyasi polemiklerle kitlesel ayrışma, başkalaşma konularına değineceğiz.
Kişilik :
Klasik tanımıyla kişilik; Bir insanın tutum, davranış biçimi ve genel tüm ruhsal özellikleri ile diğer insanlardan farklı olması halidir.
Hiçbir insanın davranış ve tutumu, algılama ve algıladıklarını yansıtma şekli, her hangi bir diğer insanla birebir örtüşmez.Yaşamın ilk yıllarında başlayan kişilik oluşumu, ergenlik ve delikanlılık dönemlerinde de şekillenmeye devam eder. Bu yönüyle düşünüldüğü taktirde, kişiliğin tam olarak yapılanması, geniş bir zaman aralığına yayılır.
Birey :
Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünmeyen tek varlık,fert; şeklinde ansiklopedik genel tanımından sonra, bireyi sosyoloji kapsamında ele alacağız. Böylece aynı toplum içinde benzer olayların farklı algılanış sebeplerini daha doğru tespit etmiş olacağımıza inanıyorum.
Sosyolojik Olarak Birey :
Toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, iradeyle ilgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert;
Bu tanımla, birey oluşumunda aile içinde başlayan etkileşimin, toplumun tamamının özellikleriyle son şeklini aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Ancak, toplumun genel özelliklerinin dışına çıkan bazı ağırlık merkezleri belirleyici rolü oynamaktadır. Bu ağırlık merkezi, aile ya da baskın örnek olma itibari ile toplumun özelliklerinden her hangi biri olabilir.
Aile ve Sosyal Çevre Merkezli Etkileşim :
Bebeklikten itibaren başlayan etkileşimde, ilk ve kalıcı model, doğal olarak çekirdek ailedir. Kişilik şekillenmesinde yapı taşı önemi taşıyan çekirdek ailede bile mutlaka çocuk üzerinde ağırlık kazanan bir model ön plana çıkacaktır. Bu; anne, baba, yada kardeşlerden her hangi biri olabilir. Etkileşim o derece güçlüdür ki, çocukların konuşurken yüz mimikleri, ses tonları, gözlemlerini algılamadaki seçicilikleri ve hatta tepkileri bile büyük benzerlikler gösterebilir.
Bu etkileşim sırasında aile bireylerinin çocuk ile ilgili benlik özelliklerini çocuğa geri yansıtması, çocuğun ilk benlik kavramıyla tanışmasına vesile olur. Daha sonraki arkadaşlık süreci içinde de algılanışının kendisine yansıtılması, güçlü ya da zayıf benlik kanaatinin oluşumunu sağlar. Bu süreç sadece aile ve arkadaş çevresinden gelen benlik yansımalarından ibaret değildir. İş çevresi ve içinde bulunduğu toplumun genel yargısının yansıması, kalıcı benlik özelliklerinin belirlenmesine vesile olur.
Bireyler, içinde bulundukları ve kabul gördükleri sosyal çevrede kendilerini daha rahat ve güçlü hissederler. Böylece o topluluğun genel özelliklerini içselleştirir ve kişiliklerine monte ederler.
Bir toplulukta ortak kanaatler muhafazakar bir yapıda ise, aidiyet duygusu çok daha güçlüdür. Ancak, bireysel olarak zayıf benlik hüküm sürer. Farklı fikirler ve adımlar kuşku ile karşılanır ve genellikle mevcut durumu koruma eğilimi ortaya çıkar.
Bireysel kanaatlerin tartışmaya açılabildiği, sorgulayan bir toplumun mensupları ise, tıpkı toplumun bu özelliğinde olduğu gibi olayları bireysel mantık süzgecinden geçirir.
Aidiyet duygusu zayıf ancak güçlü benlik hüküm sürer. Yeniliklere çabuk uyum sağlar.Yeni oluşumlara öncülük yapabilme cesareti gösterir.
Her iki örnekte de ortak bir özellik vardır. Bu özellik; aileden yüklendiği asıl belirleyici baskın kişilik özelliğidir. Kişi her fırsatta bu özelliğini ön plana çıkarma eğilimindedir.
Ümmetçi Bireylikten Katılımcı Birlikteliğe :
Yaklaşık altı yüz yıllık Osmanlı hükümranlığı, Türk insanını sunulmuş öğretilerin uygulayıcısı haline getirmiş, toplumsal, sanatsal, bilimsel ve ekonomik yaratıcılıktan uzaklaştırmış, Osmanlı’nın tebası olan diğer milletlere nispeten daima daha geri planda tutulmuş ve ihmal edilmiştir. Hatta diğer ulusal topluluklar, daha ayrıcalıklı milletler olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu da, Türk ulusunun özgüven den yoksun bireyler yetiştirmesine sebep olmuştur.
Batı, ortaçağda büyük acıların yaşanmasına sebep olan kiliselerin, yönetimlerin üzerindeki etkilerini ortadan kaldırarak laiklik toplumsal ilerlemenin önünü açabilmiştir. Ancak edindikleri deneyimlerle yaşadıkları kötü tecrübelerini silah olarak Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak için kullanmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğunun ön görüden yoksun politikalar izlemesi, batılı ülkelerin kendi demografik yapısı ile oynamasına, dinsel ayrışımı sağlayabilmesine olanak tanımıştır. Bu fiili durum, imparatorluğu hızla parçalanmaya kadar götürmüştür.
Yıkılmış bir imparatorluğun enkazından milli mücadele ile doğan genç Türkiye Cumhuriyeti, asırlardır yok olmaya yüz tutmuş ulusal özgüveni yeniden kazanmıştır. Birlikte hareketle nelere kadir olunabileceğinin tecrübesini kurtuluş savaşı ile kazanırken, yeniden dirilişin faturasını ağır ödemiştir. Bu durum, algıladığı dış tehditlere karşı sıkı sıkıya birbirine kenetlenmeyi doğal refleks haline getirmiştir.
Yabancı Unsurların Ülkemize Sızma Politikaları :
Kurduğu bu yeni cumhuriyeti kalıcı kılmak için batının tecrübelerinden faydalanan Mustafa Kemal Atatürk, genç cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olarak çağdaş ilkelerle donatmış ve devrimleri ile bir çok Avrupa ülkesinden daha önce ve daha yüksek seviyede adımlar atmıştır. Fakat, sınırları içinde bulunan çeşitli etnisitedeki grupların, büyük oranda İngilizlerin çirkin politikalarına alet olmalarının önünü tam olarak kesememiştir.
Bu ancak, büyük bir kıyımla etnik temizlik olabilirdi ki o zaman da kendi askeri ve siyasi kişiliğine tezat oluştururdu. Bu nedenledir ki bir toplumsal uzlaşı mahiyetinde ki milliyetçilik tanımını yapmak zorunda kalmıştır. Bu tanımı ile, ırkçılığa dayanmayan tek milliyetçilik kavramının öncüsü durumundadır. O’na göre Türk Milliyetçiliği; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, etnik kimliği ne olursa olsun Türk olarak kabul edilmeli ve etnik kimliği Türk olan vatandaşları ile aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalıydı. Bu tanımı, milliyetçiliğin en insancıl ve en çağdaş algılanışını da ön plana çıkarmıştır.
Kurtuluş savaşında büyük bir yenilgi yaşayan emperyalist ülkeler, bütün bu gelişmeleri amaçları için büyük tehdit olarak görmüşler ve kanlı, çirkin ellerini ülkemizin üzerinden hiçbir zaman çekmemişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasinin gereği çok partili hayata geçmeye karar verdiğinde, emperyalistler önlerinde bir fırsatın belirdiğini görmekte gecikmediler. 1946 ‘da ilk muhalif parti olarak DP’ saflarında seçime katılan Adnan Menderes, izlediği dışa bağımlı ekonomik politikaları ile batının eline çok önemli bir koz vermiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri batılı finans çevrelerinin tekliflerine rağmen dış borca temkinli yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti, Adnan Menderes ile ilk borçlanmayı yaparak dışa bağımlı hale getirilmiştir. Aynı dönemde Kore’ye asker göndererek ABD’nin yanında yer almış, Türkiye artık dış etkilere daha açık duruma getirilmiştir.
Hemen harekete geçen batılı odaklar, öncelikle el altından tarikatlara destek vermeye ve Kürtleri yeniden kışkırtmaya başladılar. Menderesle başlayan laiklik karşıtı görüşler, tarikatlar aracılığıyla halk arasında yaygınlaştırılıyor ve artık cumhuriyet düşmanlığı alenileşmeye başlıyordu.
Günümüzde, cumhuriyetin gerek kurumları ve gerekse diğer kazanımları tarikatlar marifetiyle insanlara din düşmanlığı olarak tanıtılmakta ve bundan ivedilikle kurtulmak gerektiğine dair bir kanı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Laikliği ve laikliği savunanları dinsizlikle ithamlara varan anlatımlar bir kampanya yaygınlığıyla süregelmektedir.
Ülkemizde devlete karşı işlenen suçlar, bazı odaklarca masum gösterilmeye çalışılmakta, dış odaklarca da Avrupa Ülkeleridesteklenmektedir. Laikliğin çok katı uygulandığına dair Avrupa kaynaklı görüş bildirimleri bilinçli olarak yaygınlaşmaktadır. Devlete karşı işlenen fiilleri suç olarak algılayan 301. maddenin kaldırılmasına yönelik gerek içteki bazı kesimlerin gerekse Avrupa ülkelerinin baskısı giderek artırılmaktadır. Oysa kendi ülkelerinde ne laiklik karşıtı bir tehlike mevcuttur ne de devletlerine karşı işlenen suçlara göz yummaktadırlar. Diğer bir anlatımla bizden kaldırmamızı istedikleri maddenin benzeri kendilerinde mevcut.
Netice itibari ile geldiğimiz nokta şudur ki; etnik ayrılığa yönelik silahlı saldırı içinde olan PKK, ayrım yapmaksızın bütün dini tarikatlar ve onların arkasından koşan dinciler, ABD ve AB ülkeleri amaç birliği içinde hareket etmektedirler. Ortak amaçları, Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak ve BOP projesi kapsamında hazırlanmış haritanın dayatılmasıdır.
Tarikatların Oluşturmayı Planladıkları Birey Modeli :
Tarikatların ortak özelliği, etki alanlarını sürekli genişletme ve iman ile sosyal hayatı iç içe geçirerek hayatın her alanına hükmetme çabasında olmalarıdır. Müritlerine ancak bu şekilde hükmedilebileceğine, müritlerinin benliğini ancak bu şekilde kula kulluk mertabesine çekilebilineceğine inanırlar.
Bu nedenle, bütün anlatımlarında bireyin benliğini yok etmeye yönelik hitaplar yoğunluk kazanır. İnsanların ne kadar zayıf ve aciz olduklarına vurguları bu nedenledir. Her anlatımlarında Kuran’dan ayetlerle söze başlar ancak, ayetin altını kendi emellerine yönelik bilinç altına işleyecek vurgularla donatırlar. Müritlerinin ben merkezli düşünce sistemini benimsemelerini sağlarlar.
Bunda amaçlanan; kişinin toplumsal katılımının önüne geçmek ve asıl önemlisi birlik bilinciyle oluşabilecek ulusalcılığı yok etmektir. Bu öğreti özellikle Said-i Nursi tarafından çok yoğun bir şekilde beyinlere aktarılmıştır.
Kurtuluş savaşı sırasında İngilizler; Said-i Nursi marifetiyle doğuda yaşayan halkın en azından bir bölümünü mücadelede saf dışı bırakmayı başarmıştır.
Said-i Nursi, müritlerinden gelen bir itirazla ‘’ülke yabancı unsurlarca işgal edilmiştir, biz ne zaman işgale karşı mücadeleye iştirak edeceğiz’’ sorusunu bir örnekle şu şekilde izah eder;
Bizim için en önemlisi dindir. Bize en fazla din gereklidir. Önce kendimizi kurtarmamız gerekir. Suya küçük bir taş attığınız zaman, önce küçük bir halka oluşur, bu halka giderek genişler, büyür. İlk halka bendir. Yani önce ben, sonra ailem, sonra komşum, köyüm, kentim,ülkem vs. diye devam ediyor. İşte tarikat mensuplarının egoist kişiliklerinin altında yatan tam olarak bu tarz öğretilerdir. Oysa dinimizin özünde paylaşım esastır. Müslümanlar, komşun aç yatarken sen tok uyumamalısın kültüründen gelmektedir.
İrticai hareketin mensuplarında bu ortak özellik kemikleşmiştir. Çarpıcı sloganların ardından koşmaları, kendilerine hizmet amacıyla var olan dine hizmeti haklı gösteriyor ve atılan her adımın din adına olması gerektiği kanaati ağırlık kazanıyor.
Emperyalist plana göre tarikatların çeşitliliği ve çokluğu daha etkili olacağından, mezheplere de meşruluk kazandırma gereği görülüyor. Bu konuda da Fetullah Gülen’in açık beyanları mevcuttur. O’na göre bütün mezhepler aynı menbaadan beslenmektedir. O menbaa İslamiyet’tir. Bu açıklama da başlı başına yine kutsal dinimizin dinsel ayrışıma alet edilmiş olmasına çarpıcı ve ibretlik bir örnek olarak hafızalarda kalacaktır. Fetullah Gülen, bu şekilde mezhepsel başkalaşımı desteklemek zorunda kalınca elbette tarikatları da bir zenginlik olarak tanımlamalıydı, öyle de yaptı. Buna ilişkin görüşlerini de; ``tarikatlar, dindeki bazı zorlukların giderilmesi bakımından seçenekler sunar`` diye ifade etmiştir.
Bütün bunları dikkate alarak; İslamiyet’in, ivedilikle mezheplerin ve tarikatların bölme, parçalama tuzağından kurtarılması gerekmektedir. Böyle bir şey ancak, çağdaş sistemle yönetilen Müslüman devlet eli ile, devlet gücü ile başarılabilir. Bu devlet de Türkiye’dir. Önce içindeki hainlerden arınmalı, sonra da belki tarihinde bu tarz müdahale olarak ilk olacak ama, dünya çapında İslami mezhep farklılıklarıyla mücadele ederek, İslamiyet’te birliği sağlamalıdır. Aksi halde, hem İslamiyetin bütünlüğünün ve hem de ülke bütünlüğünün önüne ciddin sorunlar silsilesi olarak çıkmaya devam edecektir.
Tamer Duran
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.