- 740 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Nenemin Kesesi I
.
Kasabada ikinci yılımızdı, Nenem yanımda kalıyor benim yemeğimi çayımı yapıyordu. Küçük, kutu gibi bir evimiz ve önünde armut, elma ve kaysı ağaçlarının olduğu, etrafı duvarla çevrili genişçe bir bahçemiz vardı.
Yan komşumuz “Hasan” dayının ikisi erkek üçü kız beş çocuğu vardı. En küçükleri olan İsmail benim akranım ve en iyi arkadaşımdı. Mustafa ağabey lise sonda okuyor, geceleri de fırında çalışıyordu. Fatma abla öğretmendi ve Nahide ablada bir kamu bankasında çalışıyordu. Diğer kız kardeşleri ise liseden sonra okumamıştı, henüz nişanlanmış, bu yaz düğün yapacaklardı.
Her akşam yemekten sonra, İsmail gelir beni çağırırdı. Birlikte dersimizi yapar çeşitli oyunlar oynardık. “Alevi” asıllı bu ailenin evi, benim adeta ikinci evim gibiydi. Hasan dayının hanımı Cemile ablada, annem gibi çok şirin bir hanımefendiydi. Cemile abla çayımızı yapar, Fatma abla gitarını alır, hep birlikte koro olarak Şarkılar Türküler söylerdik. Bazense odanın ortasına daire gibi oturur hep birlikte Pişpirik, Papaz Kaçtı gibi iskambil oyunları oynardık.
Hasan dayının kocaman bir Amerikan arabası vardı, büyükçe bir kaysı ağacının altında dururdu, hafta sonları onu yıkamaktan çok büyük bir keyif alırdık. Temizlik bitince Mustafa ağabey bizi gezdirirdi.
…
Bir diğer komşumuz Mahmut amcanın dört tane kızı vardı, en küçükleri olan Gönül çok yaramaz bir çocuktu, her zaman bir muziplik yapar bizi sinir ederdi. Cemal ağa Mahmut amcanın büyük kardeşiydi, onunda iki oğlu vardı. Büyük oğlu öğretmendi onu pek görmezdik, diğer oğlu Akgün bizden birkaç yaş büyük, iri kıyım bir gençti. Zaman zaman oyunumuza dâhil olsa da genellikle oyunbozan bir tavrı olurdu. Ne oyun beğenir ne müzik dinler, apayrı bir kişilikti.
Mahallemizde, “Ermeni” asıllı bir diğer komşumuz daha vardı. Babası marangozluk yapan “Jozef”, bizim emsalimiz ve aramızda kendisine, Yusuf diye hitap ettiğimiz çok yakışıklı bir arkadaşımızdı. Yusuf’un birde kız kardeşi vardı, o da, çok güzel gözlü, alımlı, esmer bir kızdı. Onu görünce içim kıpır kıpır olur tarifsiz bir heyecan duyardım.
Hafta sonları evimizin bahçesi, gençlik parkı gibi olurdu. Biz, kızlı erkekli oyunlar oynamaya başlayınca vaktin nasıl geçtiğini bilmezdik. Ne aklımıza açlık gelir ne de dersimizi düşünürdük. Bazen İsmail’le birlikte çatıya çıkar, İsmail’in önceden sakladığı dergileri alıp bir yandan okur bir yandan gizlice sigara içerdik. Dergi dedimse “Yeşilçam”, “Yıldız” gibi yarı Porno dergilerdi okuduğumuz.
…
Hep beraber bir Tiyatro temsili hazırlamıştık, kızlar folklorik elbiseler giyiyor, bizde sakal, bıyık ve uygun makyajla rolümüze çalışıyorduk. Kendimizce prova yapıyor, sahnede giyeceğimiz kostümlerimizi hazırlıyorduk. Kimimiz eski elbiseler kimimiz Masa ve perde gibi sahne malzemelerini hazırlıyorduk. Öğleye kadar Evimizin yanındaki dut ağacının altına sahnemizi kurmuştuk. Herkes evine haber vermişti ailece seyretmeye geleceklerdi. Bir an önce akşamın olmasını iple çekiyorduk.
Nenem yanımıza geldi, beni babamın çağırdığını söyledi. Babam köyden gelmiş evde beni bekliyordu. Yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Babam tiyatroyu bilmezdi, bizi oyun oynuyoruz ders çalışmıyoruz diye azarlayacağını biliyordum. Eve gelip kitaplarımı aldım, çalışıyormuş gibi yapıyorum. Aklım hep dışarıda, ya gelip babamın yanında beni çağırırlarsa diye düşünüyorum.
Babam kasabaya geldiğinde, gündüzleri hep kahvede olurdu, eve, gece geç saatlerde gelirdi. Babam divanın yastığını şöyle bir düzeltti, kasketini de gözüne siper edip oracığa uzanıp yattı. Biraz sonrada İsmail geldi, babamın yattığını görünce “Dayı, Keremle ders yapacağız, ablam bizi çalıştıracak, eğer bir işiniz yoksa…” dedi.
…
Dut ağacının altındaki sahnemiz, rengârenk ışıklarıyla adeta bir panayır yeri gibi olmuştu. Komşu kadınlar, düğüne gelmişler gibi sahnenin karşısındaki yerlerini almışlardı. Cemile abla, komşulara limonata ikram ediyordu. Biz son hazırlıkları yapıyorduk ki biraz ileride, babamla Hasan dayının sohbet ettiklerini gördük. O gün babam beni yanıltmıştı, hiçbir şey söylemedi, ertesi günde köye dönmüştü.
Mahallemizde karı koca bir komşumuz daha vardı, çocuklarından kimse yoktu yanlarında kalan. Hatice teyze ve Yusuf amcanın yanlarına sonradan iki öğrenci geldi, bu çocuklarda komşumuzun uzak akrabalarıydılar. Yusuf amca kasabanın dışındaki eski fabrikada bekçilik yapardı. Ben Yusuf amcaya okul dönüşü sefer tasıyla yemek taşırdım, Hatice teyze bana birkaç Kuruş harçlık verirdi.
Yusuf amcada beni çok severdi, küçücük bir kulübesi vardı, ortada bir elektrikli soba her zaman yanardı, küçük demliği de hep üzerinde olurdu. Soba dedimse yassı yumuşak bir taş, üzeri üstünkörü yontulmuş, oyuklarına da çelik yay yerleştirilmiş olmuş sana bir ocak. Yusuf amca yemeğini yerken ben de, küçük demlikten bana ikram edilen nefis çayı zevkle içerdim. Yemek sonrası tekrar çıkınımı alır sefertasıyla evin yolunu tutardım.
Tatlı bir hayattı bizimkisi, tek sıkıntımız malumunuz para sıkıntısıydı. O sıkıntıyı da nenem sayesinde aşardık çoğu kez. Nenem kâğıt paraları tanımazdı, siyah bir kesesi vardı. Kese nenemin belinde hep bağlı olurdu, bağlı keseyi birkaç mendille ayrıca sarardı nenem. “Nene bana on lira versene” derdim, fazla istesem vermezdi. Önceleri neneme çeşitli mazeretler sunar, sonra esas konuya gelirdim. En çok kullandığımız, ya kalem ya defter alıcam yalanı olurdu. Nenem çıkınını çıkarır, hafiften yönünü çevirir sonra içinden bir İkibuçukluk çıkarır bana uzatırdı. “nene bu bir lira! üç tane daha ver” derdim. Nenem bir iki diye sayar sonra bozukluğum yok derdi. Ben hemen atılır, “nene bak kâğıt beşlik var iki tane ver derdim” nenem yirmiliği eline alır “bu kaç” diye sorardı, bende “nene o beş lira” der iki yirmiliği kapıp doğruca çarşıya gidip sigara gazete ve dergileri alır gelirdim.
Sigara her zaman bulunmaz bulunduğu vakitse iki paketten fazla vermezlerdi. Gezebildiğim kadar fazla bakkal gezer, alabildiğim kadar fazla sigara aldıktan sonra eve dönerdim. Dönüşte içeri girmeden gizlice çatıya çıkar, çatıdaki “zulamıza” sigaraları saklardım. Hayat ve Ses dergisinden başka Gırgır, Fırt, Kara Murat ve Teksas, Tommiks alırdım. Birde rahmetli üstat Ahmet Kabaklı hocanın başında olduğu Türk Edebiyatı dergisini sürekli alır takip erdim. Yazdığım Şiirleri göndermeye “cüret” edemezdim. Bazı şiirleri okuyunca “benim şiirlerim daha güzel” dediğim olurdu.
Siyaset mahallemizde konuşulmazdı, ya da biz öyle sanıyorduk. Bir “taraf” değildik ve biz komşularımızla mutluyduk, Kürt Ömer’le top oynar, Ermeni Yaseflerde çayımızı içer, Urfalı Matematik öğretmenimizde ders çalışır, bir başka Göçmen bir öğretmenimizin ekmeğini almaya çarşıya koşardık. Henüz aklımızın ermediği, siyaset girmeyen mahallemizin o günkü yapısı, bun gün hepimizin her yerde görebileceği manzaralardan farklı değildi. Her ne kadar yaramızı kaşımaya çalışılsalar da biz iyi komşular olarak bu ülkede hep var olacağız. Tıpkı, eskiden olduğu gibi.
( Devamı var)