- 756 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
"vatanım sevdam derdi"
“Yıl 1976” Sivas’tan Ankara’ya gelmişler.
Ankara’da, eş dost akraba yardımı ile iki göz gecekondu bir evde, hayat mücadelesine başlamışlar.
Amaçları, umutlarını yeniden yeşertip, Ankara’da iş, aş bulmak.
Babanın en çok istediği ise “çocuklarının” iyi bir geleceğe sahip olması , iyi bir eğitim ve öğretim almaları...
Baba umutlu, bir o kadarda korkulu…
Büyük şehirde çocuklarının başına bir kötülük gelmesinden korkuyor.
Bu yüzden olacak, bir asker kadar disiplinli, hatta bazen gereğinden fazla sert acımasız…
Anne ise yaşadıklarına yenik düşmüş sessiz, yaşayacaklarına ise çaresiz.
Ne yapsınlar, öyle ya burası “Ankara,” üstelik “tarih 1977” sokaklar siyasi ortam karmaşası içinde toz duman, insanlar kutuplara ayrılmış sevgisiz.
Türkiye’de dış güçlerin oyunuyla kardeşin kardeşi vurduğu işte o dönemde tanıdım onu.
Kocaman yüreğinde, insana, vatana olan sevdası ile hayat mücadelesinin tam ortasında bir delikanlı! Adı ‘Yiğit’ .
Karanlık hesaplarla iç çekişmelerin yaşandığı, sokaklarında silahların her gün bir can aldığı, yarınının ne olacağı belirsiz bir “ülkede,” ne olursa olsun okumalıydı, ama nasıl?
Üstelik”Parasız pulsuz, kışın paltosuz, bir kitap elinde, aç başlayan sabahın akşamını zor bekleyen mideyle…”
Türkiye ‘de bir şeyler oluyordu,geceden sabaha….
Yalnızlığı ve itilmişliğine rağmen o kocaman yüreğine sığdıramadığı "vatan” sevdası/nın peşinden koştu…
Nasıl, kayıtsız kalabilirdi?
Sevdalısına yan gözle bakılıyordu..
Dayak yedi, vazgeçmedi,
Kurşun yedi vazgeçmedi,
Aç kaldı vazgeçmedi.
Anne babasının umudu bir çocukken, o ülkesine umut olmanın yoluna takıldı.
Bir sabah babası “git” , dedi , “benim senin gibi evladım yok, haylazlık yapıyorsun, kendini kurtarmadan, vatanındaki tüm insanların yarınına, nasıl sahip çıkarsın?”
Kovulduğu gün evden ayrılırken, yaşadığı ilk büyük ayrılığı bu olmayacaktı, nerden bilecekti ki,(altı kişi olarak geldikleri Ankara’da, bir gün, üç kişilik bir aile olarak kalacaklardı(!))
Orada burada uyudu uyandı, kimi gün okulda, bazen de sokaklarda yorgun düştü yılmadı.
O davasına inanmıştı.
“Bir İnsan bayrağa böyle bakar mıydı? Daha ne ki 20 yaşında “vatanım sevdam” derdi gözleri dolardı…”
Hatırlıyorum da önce babası tarafından ret edilmek yıkmıştı onu, daha sonra yediği bir kurşun, aylarca süren hastane hayatı, ardından kendinin bile tanımadığı kişilere karşı suçlanması ve sonrasında hapiste işkence günleri…
O günlerde hiç anlayamamıştım onu.. Sevdası nasıl bir şeydi ki?
Herkesten daha önemli…
Hep merak ederdim, delikanlı yüreği nelerden nasıl vazgeçmişti.
Sevgi ile bakan gözlere, bıraktığı ellere, bir kez bile umut vermedi.
Dedim ya zannederdim ki “sevda” insandan insana, bir de büyük Yaratana…
Halbuki nasıl da büyürmüş insan , Tanrı ‘ya,vatana ,bayrağa olan İNANCIYLA..
Onun sevdası tek bir yüreğe hiç akmadı, yalnızdı ama hiç dostsuz kalmadı.
O gün onu ve onları anlamayanlar, yıllar sonra bir filimle, ya da bir yazıyla, anılara dökülür kalırlar.
Anladık anladık da çok geç kalmışız.
Etrafınıza bakın.
1980 de, ne sevdalar vardı, ne büyük sevdalılar, neredeler ?(!)
Benim, onun “Asil” duruşuna, hayran oluşumdan bu yana yıllar geçti.
Geçenlerde “Son Osmanlı, Yandım Ali” filmini seyrettim.
Filminde Atatürk’ün liderliği ile kazandığımız zaferleri yeniden izledim, gözlerim doldu. Filimde bir şey daha gördüm:
Türkiye sevdası taşıyan, deli dolu genç yürekler, inanırlarsa ne sevdalar yazarlarmış tarihe…
Filimdeki “Ali’ masaldı, ama ben yıllar önce ‘Sivaslı bir yiğit ’’ tanımıştım, vatanına âşık, gerçek bir kahraman.
Şimdi de ortalık toz duman.
1980’lerde de yüzlerce ‘’yiğit’’ vardı davasına inanmış, sustular ama eminim aynı aşk yüreklerinde, konuşsalar, görsek ki nasıl sevilir bu vatan…