25 EYLÜL
Gün henüz takvimden koparılmamıştı. O sabah da diğerleri gibi umutsuz uyanmıştı. Ayakları banyoya sürüklediğinde ’bu kaçıncı arınma’ diye geçti içinden. Aynadaki yüzü tanımıştı. Yabancı değildi gözkapaklarındaki şişler. Daha kötüsü, gözlerinin etrafındaki siyah halkalar direniyordu tebessüme. Burnu tıkanmış nefes almakta zorlanıyordu. Alışılmış bir biçimde musluğu açtı. İhtiyacı yoktu beyaz köpüklere.. Onlar aldatırdı her zaman. Ne zaman bedeninin tüm kıvrımlarına değerse uçar giderdi hemen oracıkta. Suyun sıcaklığını kontrol etti. Ne tuhaf; hala sıcakla soğuk arasındaki farkı hissediyordu. Oysa tüm hislerini bilerek ve isteyerek dün gecede bırakmıştı.
Sırtındaki havluyu usulca bırakıverdi. Şimdi suyun vücuduyla temasında hayatı düşünüyordu. Zaman zaman gerçeğe dönüyor, vücuduna tiksinerek bakıyordu. Aslında su onun için akıcılık demekti yada duru bir nehrin ayakuçlarına değişinde hissettiği ferahlıktı. Bugün saçlarından kolay kolay akmıyordu hüzün. Adeta yapışıp kalmıştı uçlarına.. Parmaklarını saçlarına geçiriyor ama gözyaşlarına söz geçiremiyordu. Küvetin içinde öylece uzanmış yatarken ağlıyordu. Bu kez nedensizdi ağlamak.. Neden ağladığını anlayabilmek için beynini zorluyordu durmadan ama mümkün değildi. İlk kez aklı ile yüreği birbirlerine bu kadar küsmüşlerdi. Hatta Müge aklı, yüreği ve seçimleri üçgeninde küçülüyordu gitgide...
Gözlerini bir süre için kapadı. Deniz kenarında küçük bir ev ve bahçesinde güller vardı şimdi. Evin küçük kapısından her çıkışında, o hayatı hayat da onu kucaklıyordu. Omzuna siyah şalını aldı ve sahile yürüdü. İrili ufaklı taşlar arasından geçerken rüzgar saçlarını sevecen bir biçimde okşuyordu. Arada bir yere eğilip çocukluğunda en sevdiği renk ve desenlerdeki taşları topluyordu. İşte şimdi de denize taş sektirmeye başlamıştı. Babası ona püf noktasını öğretmişti.
Ansızın gözlerini açıverdi. Deniz, küçük ev ve taşlar birden yok olmuştu. Tabi içindeki yaşama sevinci de içinde bulunduğu küvette boğuluvermişti. Daha fazla kalamazdı, ani bir hareketle havlusuna uzandı. Havlusundaki mavi çiçekler bile onu durduramamıştı.
Yalnızdı, bir an için iki gün önce başladığı kitabı okumayı düşündü. Mutsuzluğunu giderebilir miydi? Hayır, yazmalıydı.. Çünkü yazarken daha mutlu olurdu. ama bu kez mutlu olmak için yazmadı. Sadece kalemi aldı ve kağıda sıraladı kelimeleri.. Eylül mutlaka birilerine acı getirmiş olmalıydı. Belki de onunki diğer insanların yaşadığı acılar yanında çok küçük bile kalabilirdi. Ama Müge de kendine kavuşmanın çaresiz çırpınışlarındaydı. Ne yapacağını, neyin kendisi için daha iyi olacağını, hiçbir şey bilmiyordu.
Düşüncelerinden biraz olsun sıyrılmak için üzerine eşofmanlarını geçirdi. Aynada bir süre kendini seyretti. Kendini artık eskisi kadar güzel görmüyordu. Üstelik aşk onu terk edeli çok uzun zaman olmuştu. İçindeki ses kapıyı açtırdı, hiç sevemediği apartmanın merdivenlerinden hızlıca indirdi. Posta kutusunda beyaz bir zarf duruyordu. Sakin bir şekilde anahtarıyla açtı. Mektupta isim yoktu sadece kendi adı yazılıydı. Eve girdiğinde her zamanki disipliniyle zarfı kenarından açtı.
Mektup ’Merhaba Mavi’ diye başlıyordu. Yazıyı okumadan imza kısmına baktı, isim yoktu. Ama adı ’Mavi’ değildi ki, nasıl olmuştu da yazan kişi böyle bir hitap kullanmıştı. Herhalde yanlış adrese geldi, diye düşünürken içgüdüsel bir hareketle okumaya başladı. Yanlış adres olamazdı, mektubu yazan kişi ondan bahsediyordu. Onun sevdiği, kızdığı, kırıldığı şeyleri yazıyordu. Okudukça merakı ve heyecanı arttı. Bir saat öncesindeki yılgınlığından eser kalmamıştı. Şimdi sanki odanın içi kelebeklerle dolmuştu. Hayalindeki martıları bile görebiliyordu nerdeyse... ’Mavi’ en sevdiği renkti, peki bu kişi nasıl olur da maviyi sevdiğini bilirdi?
Soruları bir kenara bıraktı ve okumaya devam etti. Yanakları yanıyordu. Midesine tuhaf kramplar giriyordu. Elleri titriyor ama aynı zamanda çok da sakince saçlarını düzeltiyordu. Odadaki sıradan ayna, bir anda kadife kaplı bir cama dönüşmüştü.
Mektuba cevap verdikçe karşılığında daha güzeli geliyordu. Üstelik bazı satırlarda çok komik şeyler de vardı. Bir sonrakinde ise hiç bilmediği bir efsaneyi anlatıyordu. Takvime baktı, 25 Eylül gülümsüyordu ama gülüşünde menfaat yoktu. Yüreğini kıpır kıpır uçuran bu erkek, Müge’nin kadınsı çekiciliğine kaçak kaçak bakıyordu. Müge’nin ısrarı üzerine bir gün mektubun altına adını yazdı. Yağız, artık Müge’nin en iyi dostuydu. Bazen babası gibi şefkat görüyordu ondan bazen çok ağlamak istediğinde onu özlüyordu. Ama ne zaman Yağız onu ağlarken bulsa Müge’nin gözyaşları birden yanaklarında donuyordu. Yaşadığı mutluluk, sevinç gözyaşlarına dönüyordu.
Bir gün Yağız’dan beklenmedik bir soru geldi.. ’Bana ne zaman aşık oldun? ’
Müge hiç tereddüt etmeden cevap verdi.. ’Beni anladığında’
Müge mutluydu ama Yağız kendini eksik hissediyordu. Onun yanında olmalı, saçlarını okşamalı bazen de içinden geldiği gibi kucaklamalıydı. Oysa hayatları birbirine çok uzaktı.. Onlar da olabildiğince bunu kabullenmeye çalıştılar. Bazı geceler beraber uyumak için birbirlerine söz veriyorlardı. Müge, zamanla Eylülün Yağıza getirdiği acıları öğrenmişti. Onun yanında olmak, başını dizlerine yatırıp saçlarını ısıtmak istiyordu. Korkularını, endişelerini silmek istiyordu. Hayatın yaşanabilir yanı olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Müge, bir gün içinde bir insanın nasıl yeniden yaşama dönebileceğini öğrenmişti. Ve bunda Yağız’ın payı çok büyüktü. Yağız sevdiği kadının üzüntüsünü hemen hissediyor onu küçük bir sürpriziyle mutlu ediyordu. Ona göre Müge çok renkli bir kadındı. Müge’nin duygu dünyasındaki bu dinamiklik bazen Yağız’ı yoruyordu. Ama o yine de mutluydu. Çünkü Yağız için onun bir gülüşü dünyalara bedeldi.
Başardılar.. Onlar; bir erkekle bir kadının istenirse iki sevgili olduğu kadar iki gerçek dost olabileceğini de kanıtladılar.. 25 Eylül, acısıyla tatlısıyla yüreklerine kazındı. Hayatı paylaşmak, birlikte yaşlanmaksa onlar çoktan yol almaya başlamışlardı.
Mine Gültepe