F.H. Dağlarca'yla Söyleşi
DAĞLIYOR DAĞLARIMIZI DAĞARCIĞIYLA DAĞLARCA
Dağlarca,Türkçeden ayrılacağı için,ölümden yana büyük acı duyan Türkçenin şairi.Doğanın memeleri saydığı sözcüklerin yaşamasının bizimkilerden büyük olduğunu söyleyen;şiir,öykü,roman vb. yapıtları sözcüklerin kendi aralarında sevişmeleri olarak betimleyen;sözcüklerin doğayı da bizleri de değiştirmek istediklerini gören;yalnız onlara yazdığını vurgulayan;sözcüklerden emdiği sütlerle beslediği şiirleriyle dilbilgisini "bilgi diline" götüren;yarınları severek "sığmazlık gerçeğini" sürekli biçimde yüzümüze çarpan büyük şair Dağlarca!
Şiirlerini sevgi,içtenlik,imgelem ayakları üstüne kuran;sezgi-us dönemi ayrımını geçersizleştiren şiir süreciyle evrensel boyutu yakalayan;havaya içindeki çocukluk haritasını çizen usta Dağlarca!
Dağlarca,yalnızlığı mürekkep eylemiştir kendisine.Yalnızlığından kalabalıklar yaratıyor bizler için.Çünkü o,yalnızlığı,birlikte varolmanın bir biçimi kılmış yaşamıyla.Murathan Mungan’ın, "yalnızlık kullanışlı bir şeydir,bazen iyi gelir / gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin / inanmayın beraberliğine" dizeleriyle vurguladığı gerçeklikte,şiirin anayurdu olarak insanı görmüştür hep.Çünkü o bireydeki toplumun,toplumdaki bireyin şairi.Şair olarak büyük bir saat o.Ve akreple yelkovanı geçmiyor aynı yerlerden.
Mehmeh H. Doğan,"Gerçekte hiçbir şair,hiçbir şiir bir grup insanı,bir kitleyi seçmez başlangıçta.Şiir kendi kitlesini,kendi okurunu kendisi bulur." diyor.İnsan kavramını doğa içinde kuran;insanın bütün doğada varolduğunu,büyük kımıldamalar içinde ölümsüz bir doğa olduğunu savunan Dağlarca da,şairin dünya görüşünün olmasıyla,hedef kitle tasarlamanın aynı şeyler olmadığı gerçeğiyle hareket etmiştir sürekli.
Tenin hastalıklı bölümünün kızgın bir araçla yakıldığını varsayalım.Bu yanık dağdır.Akan kanı dindirmek ya da hasta bölümü ortadan kaldırmak için yapılır dağlama.Nedir ki dağlarımız acılarımızdan başka?Nedir ki acılarımız bilinçlerimizi sakatlayan toplumsal hastalıkları yok etme çabasından başka? "Bir gövdedir yeryüzü.Neresi yaralanırsa oraya kanın ulaştığı gibi,sanatçılar acılara varmakla yaşayabilirler.Yaşadıklarını gösterirler." diyen Dağlarca,dağlıyor dağlarımızı dağarcığıyla.Ve sesleniyor,bütün şiirlerini kuşanarak,uzak milletlerin gençlerine,ses etmeleri için.Haydi hep birlikte ses verelim bu sese.Çünkü o büyük bir sözlük:Dünyaca!
-Prof.Dr.Haluk İpekten,Dergah Yayınları’ndan çıkmış olan Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz adlı kitabında,"(...)Türk edebiyatında kullanılan ilk aruz kalıplarında hece sayısına dayanan şiir ölçüsünün etkileri açıkça görülür.İlk devirlerde hece ölçüsüne çok benzeyen kalıplar seçilerek kullanılmıştır.(...)" diyor.Türkçede uzun ünlülerin bulunmayışının aruz ölçüsünün uygulanmasında yarattığı güçlüklerden dem vuruyor.Arapça,Farsça kelimeler,tamlamalar ve bazı dil kaidelerinin şiir dilimize girmesiyle,Türk şiirinin ahenginde yavaş yavaş bir düzelme olduğunu söylüyor.Türk şiirinde kullanılan aruz kalıplarını irdelerken,bir iki istisnayı belirterek,İran ve Arap aruzunun uygulamasında görülen aynı nazım içinde değişik kalıpların kullanılmasının,rubai dışında Türk şiirinde olmadığını söylüyor.Haluk İpekten’in "Türk aruzu" savı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
-F.H. Dağlarca-Haluk İpekten bir zorlama içindedir.Kimi vezinlerde,hece ile aruzun dizeleri,heceleri parmakla sayıldıklarında eşit olabilirler.Bu Türk aruzu savını ileri sürmemizi gerektirmez."Türk aruzu" bence gülünç deyim.Neden gülünç?Türkçe sözcüklerin aruza sığmamasından.Örneğin 4 heceli sözcükler hiçbir aruz kalıbına sığdırılamaz.Anadolu sözcüğü bunlardan biri.Bütün 4 ya da daha çok heceyle söyleyebileceklerimiz de böyle.Üstelik aruzla Türkçe söylenebilseydi,Divan edebiyatının çok usta ozanları güzel Türkçemize bu denli uzak düşmezlerdi.Aruzun Türkçeye egemen olması,Türkçemizin yapı olarak aruza uygulanamama özelliği yüzünden neler neler yitirmişizdir.Aruza sığdırabilmek için Farsça,Arapça sözcüklere el attıkça,anadilimizden ayrılmak zorunda kalmışızdır.Yüzyıllar boyu sürüp giden bu tutum bir yandan Osmanlı dilini yaratırken,öte yandan Türkçeyi aydın topluluğu dışına,kırsal bölgelere,köylere itmiştir.İyi ki de itmiştir.Büyük bir dilcimizin söylediği gibi kırsal bölgede,köylerde yaşayan Türkçe sözcükler,Türk devriminde birer aydınlık kaynağı olmuş,anadilimizin oluşmasına yardımcı olmuşlardır.Yazar bir sürü ayrıntıya girişeceğine,aruz kalıbının Türkçemize,Türk toplumuna,Türk aydınına ne kötülükler ettiğini düşünebilse,çalışmaları daha yararlı olurdu.Aruz yalnız teknik diyebileceğimiz bir yapı özelliği değildir.Bir sanat bakışını da birlikte getirir.Bu sanat bakışı,en kişisel olduğu yerlerde bile bireysizdir.Bir topluluk bakışıdır.Oysa yeryüzündeki bütün yazınların amacı bireydir,birey kişiliğidir.Yüzyıllar boyu sürmüş olan aruz çalışmaları,birkaç güzel örneği olsa bile toplumumuz için yitirilmiş bir yaşamadır.
-Şiiri koklayarak bulduğunuzu söylüyorsunuz.Sizce şiir nedir?
-F.H. Dağlarca-Bunu birkaç kez yaşamışımdır.Yaşadığım anlardaki ürperti, bana şiirin boyutları üzerine daha da düşünmem gerektiğini duyurmuştur.Şiir bütün gövdemizin en sağlıklı çalıştığı bir süre içinde,bütün yapımızdan gelen ve yapının ortalamasını gösteren bir evren tansığıdır.Ne yazık ki o sağlıklı sürecik öylesine az ki!Bunun nerede,nelerle,nasıl kazanılacağı bugünkü bilgilerimin dışında.
-Birçok şairimiz şiir dışında deneme,roman,öykü,resim,oyun,günlük gibi alanlarda da üretim içinde olmuşlar.Şiir dışında başka türlere yönelmemeniz konusunda neler söyleyebilirsiniz?
-F.H.Dağlarca-Bence bir ozan ne isterse istesin şiirleriyle anlatabilir.Şiir dediğimiz yapı,yaşamalarımızın sözcüsü olunca,ozanın başka bir dili yok demektir.Yazdığı şiir ozanını bağlamamışsa,onu etkisi altına almamışsa,yazılan şiir eksik bir yapıdır,dış bir güzellik taşır,bir kişilik taşımıyor demektir.Şiirimiz kişilik taşıyorsa,ozana yansır.Böylece o ozan,her istediğini şiiriyle söyleyebilecek bir duruma kavuşmuş olur.
-İkibinli yıllarda roman,öykü,şiir,oyun gibi türlerin ortadan kalkacağı ve yazın alanında yeni bir anlatım yönteminin egemen olacağı savunulabiliyor.Siz şiirin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
-Şaştığım,şaşmayı bitiremeyeceğim tek konu bu.Şiirin geleceği konusu.Uzun yaşamımda bu tartışmalara on yılda bir tanık oldum.Her on yıldan sonra yeni kuşaklar geldiler,şiir yazdılar.Bence şiirin dedikodusudur bu sözler.Kişi doğdukça,yaşadıkça,şiir de doğacaktır ve yaşayacaktır.İçimizdeki direnç,ta içimizdeki geleceğe ulaşmak susuzluğu iter bizi şiire.Şiirlerimiz en eski çağlardaki genlerin içimize düşmüş anlatımıdır.Bu genlerle evrensel gövdemizi yaşarız.
-Valery, "Şiirlerime ne anlam verilirse anlamı odur." diyor."Şiirlerime ne anlam veriyorsam anlamları odur." görüşü çercevesinde birebir anlamı savunanlar da var.Siz bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
-F.H.Dağlarca-Şiir üzerine konuşanlar,bana su üzerindeki kıpırdanmaları düşündürür.Günün basıncı,günün yeli ya da o su yüzeyine bakanların içlerindeki yaşam,şiirden anladıklarımızın düşünülmesine benzer.O günkü tutumumuz,içsel ya da dışsal bağımlılıklarımızla orantılıdır.Sözkonusu şiir,başka başka günlerimizde,başka başkadır.Şiirin yapısı ne olursa olsun,bize yansıması,o değişmezliği içinde bile kendinden uzaklaşabilir,verdiği ürpertiler değişik olabilir.Yukarıda anlattığım su yüzeyi gibi,kişilerin de yüzeyleri vardır.Yine o suyun yüzeyi gibi,şiirlerdeki yüzey de,günün değişik saatlerinde,değişik izlenimler yaratabilir.Bu öyle bir konudur ki bütün ozanların gece gündüz yazdıklarını kapsar,hepsi de bir şiir önündeki varlığımızı dile getirir.Ne güzel!
-Yaşamda yalnızlığı seçmeniz,şiirin de yalnız olduğunu düşünmenizden mi kaynaklanıyor?
-F.H.Dağlarca-Her çaba,kişideki o çabayla ilgili bölümü güçlendirmektedir.Örneğin bir koşucu, günlük çalışmalarında,başka insanlardan çok ayrı nitelikler kazanır.Kasları,soluğu özel bir duruma geçer.Ozan şiirleriyle çalışırken,düşünceyle ilgili yapıtlara eğilirken,beyinsel gücünü çok ötelere götürmektedir.Başka birinin 5-10-20-30-60 dakikada anlayabileceği ayrıntıları,1 saniyede kavrayabilmektedir.Beyinsel telleri onlarca akıma dayanabilmektedir.Oysa sıradan kişinin beyinsel telleri,bu akımın %1’inde bile yanıvermekte, kopmaktadır.Anlattığım olay,gerçek şiirin neden az okuyucu bulduğunu,çağından çok sonra anlaşılabildiğini dile getirirken,akımı yüksek olmayan sıradan yapıtların neden genel beğeniye ulaştığını da gözler önüne sermekte.İşte yalnızlık dediğimiz de böyle başlar,sürüp gider böyle.Gerçek ozanlar,her gün büyük bir boşluk önündedirler.Kendileri düşmese de dizeleri,şiirleri,yapıtları bu boşluğa düşerken,duyulan sessizliği bilmem anlıyor musunuz?
-Ömer Faruk Toprak,Yeni Ufuklar dergisinde yayınlanmış "Nazım Hikmet’in Yeri" adlı yazısında sizinle ilgili bir yargıda bulunuyor."Dağlarca’da şiir gücü var,ama şiir yaşantısı yok." diyor.Şiirle,şairin yaşamı arasında nasıl bir ilişki vardır sizce?
-F:H.Dağlarca-Bence ozan bir hücredir.Toplumsal ortamda bir hücre.Doğar,büyür,kişiliğini yansıtır,ölür.Hiçbir yazar kendi kendine yoktan varolamaz.Kendi çevresi,yazı çevresi,oluşturduğu bakış,doğuşundan,ülkesinin kültüründen,yeryüzü uygarlığından gelen yaratır ozanı.Ozanlar kimi yerde görünerek,kimi yerde görünmeden soluk alırlar.Bir yazarın toplumcu olup olmadığı,kelepçelenmesiyle ya da kelepçelenmemesiyle belirmez.Yazdıklarının yapısında görülür bu tutum.İşte kimi ozanların önceden anlaşılması ya da çok sonra anlaşılması bu açıklamamla anlaşılabilir.Bizim yazınımızda bir kargaşa var.Kimin ne yaptığı,kimin ne yapmaya özendiği,kimin ne başardığı karanlıkta.Eleştirmensizliğimiz doğuruyor bu sorunu.Bütün Cumhuriyet yazınında kaç eleştirmen yetiştirmiştir bu toplum? Elle tutulur kaç eleştiri yapıtı vardır?Kaç ozan ya da yazar enine boyuna incelenmiş?Bütün bunlar yokken,kimi çok ağızlı adamlar kendi dar görüşlerini yineleyip durmakta.Son 70-80 yıl için ne yazık!Ozanlar ya da yazarlar,bireysel kişiliklerini yaşayabildikleri ölçüde geleceğin adayıdırlar.Cüceler,işte bunu bir bilebilse!
-Cemal Süreya,"Büyük Hayat" denemesinde,şiirleriniz açısından sezgi-us dönemi ayrımı yaparak,us döneminde,eski sezgi şiirinizin bütün verimlerini ve malzemesini yeni şiirinize olduğu gibi taşıdığınızı,eski şiirinizin bütün kazançlarını yeni bir us şiirinin kültürüne maletmek istediğinizi,ama bunu başaramadığınızı belirtiyor.Siz bu yorum hakkında neler diyebilirsiniz?
-F.H.Dağlarca-Ben Cemal’i çok severim.Şiirimi anladığı yerlerde de anlamadığı yerlerde de.
-Sizce sezgi nedir?
-F.H.Dağlarca-Sezgi,sanıyorum ki insanın ilkinin ilkidir.Her çocuk doğumundan evvelki yaşamasını anımsayabilse,bunun bir seziş parıltısı olduğunu söylerdi.82 yaşında size bunları anlatırken,ilk anımın ilk kıpısını anlatıyor gibiyim.Yaşadığımı sezmekle başladı uyanım.Yaza yaza bitiremediğim de odur.Şiir üzerine dediklerimin hepsi başka başka açılardan,ilkin ilkini duyurabilmek içindir.Sezgilerimiz,ayrı ayrı çağlarda yaşamış gövdelerimize benzer.Sevindiğim hep yanımda olmasıdır sezgilerimin.Onlarla evrenin varsıllığını,sınırsızlığını,güzelliğini,evrenin sanki yalnız benim için olduğunu anımsarım.Sezgisiz yaşama,sezgisiz yaşamalar yoktur.Kimimizde az,kimimizde çok.
-Şiir tarihimize baktığımızda kapalılık ile imgenin özdeşleştirilebildiğine tanık oluyoruz.Şiirde imge sorununa nasıl bakıyorsunuz?
-F.H.Dağlarca-İmge sevgiye benzer.Konuşulunca tadı kaçar.Yaşam içinde sürüp gittikçe değeri kaçınılmaz olur.İmge üzerine konuşan ozanların %99’u imgesizdir.İmgeyi,okudukları sanat yorumu yapıtlarından öğrenmeye,belki de anlamaya çalışırlar.Bu ozanların yapıtlarına bakınız,kupkurudur.Bir iki imge taslağı ya bulunur ya bulunmaz dizeler boyu.Sonra imge üzerine upuzun yargılara kalkarlar.İmge üzerine şiirlerimizle konuşabiliriz ancak.Sevgili üzerine sevgiyle eğildiğimiz gibi.Elimdeki yapıt taslağı imgeler üzerinedir.Bittiği,yayınlandığı gün,bu sorunuzun bütün ayrıntılarıyla yanıtlandığını göreceksiniz.
-Uzun şiir-kısa şiir ayrımına gerek var mıdır sizce?
-F.H.Dağlarca-Çok önceden,bir yerde yaptığım bir açıklamayı yineliyorum:Bize 100 metre boyunda,80 metre eninde bir mermer verdiler diyelim."Bunun içinden bir kadınla yanındaki her biri başka başka yaşlarda olan 3 çocuğunun yontusunu çıkaracaksınız." dediklerini varsayalım.Elimizde yontu demiri ve çekiç,çelik basamakların üzerindeyiz.Mermerin, çıkaracağımız yontuda bulunmaması gereken parçalarını,mermer kalıbından çıkarmaya girişiyoruz.Tık tık tık.Parçacıklar düşüyor yere.Günler süren çabamızın sonunda,kadınla 3 çocuğu gün ışığına çıkıyorlar.Şiir de buna benzer.Her şiir için bu çaba gösterilmektedir.O dilin sözlüğü büyük mermer kalıbı,kullanılmayan sözcükler atılan mermer parçaları.Şiirin kısası da böyle kazanılır,uzunu da!
-Şiirlerinizde,humordan yararlanmamanızın nedenini açıklayabilir misiniz?
-F.H.Dağlarca-Bunu ben de sürekli soruyorum kendime.Dinliyorum düşüncemi.Ses yok.Bilmiyorum neden böyle olmakta.Belki de humorun bir imge olmamasından.
-27 Mayıs,12 Mart,12 Eylül askeri darbelerinden sonra oluşan toplumsal yaşam,şiirimizi şu ya da bu ölçüde etkiledi.Ama bu dönemlerdeki şiir ortamının Dağlarca’yı etkilemediğini,bunun dışına çıkabildiğini görüyoruz.Bu konuda neler söylemek istersiniz?
-F.H.Dağlarca-Şiir ile ozanı,özel bir çağdırlar.İçinde bulundukları olayların iç dışındadırlar.Şunu anlatmak istiyorum.Şairle şiirinin özel çağı,günün siyasal çağını,kendi kişiliğiyle aşar.Günün çağı ikincil duruma düşmekle etkisini de sınırlamış olur.Böyle olması şairin kişiliğiyle orantılıdır.Ulusların tarihinde bu gerçek görülür.Ozanlar ülkelerindeki toplumsal çağlara ardıllık değil,öncülük ederler.27 Mayıs Devrimi’nde bence film kopmuştur.Başladığı yer ile sonuçlandığı yer arasında gözle görülür,elle tutulur karşıtlıklar bulunmaktadır.Yine de geçirdiğimiz o değişik dönemlerin ulusumuza,ülkemize yararlı olanı 27 Mayıs’tır.
-Ahmet Oktay,Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı adlı kitabında,Toprak Ana’nın,Mahmut Makal’ın Bizim Köy’ü ile aynı yılda yayımlanmasının(1950) rastlantı olmadığını belirterek,"...iki kitap da gözlem düzeyinin ötesine geçmeyi başaramaz,o günlerin toplumcu gerçekçi söylemine eklemlenmeyi de öngörmezler.Siyasal bağlanmaları yoktur,otantik yapıtlardır." diyor.Siz Toprak Ana kitabınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
-F.H.Dağlarca-Toprak Ana’yı, Sivas’a atandığımda yazdım (1949).İstanbul’a izinli gelerek,Behçet Necatigil’e tapu etttirdim.Yaşar Nabi’ye,Varlık’a verdim.Hemen yayınlandı.Yukarıdaki yorum geçersizdir.Benimki,köydeki insanın,köy içine kapalı bakışı değil,cumhuriyetimizin köyler üzerindeki tutumunun eleştirisidir.
-Şiirlerinizi derinlemesine özümsemek isteyen okuyucularınızın,biçim konusundaki özgünlüğünüzü de iyice kavramaları gerekiyor.Klasik ölçü,uyak anlayışının dışında,bambaşka bir arayış içinde görebiliyoruz sizi.Dört Kanatlı Kuş adlı yapıtınızda,Havaya Çizilen Dünya’yı tanıtan bir açıklamada,dizeye zorla uzunluk vermekten kurtulmak,dizenin yapısını korumak için duygunun,anlamın,sesin bittiği yerde dizeyi bitirdiğinizi belirtiyorsunuz.1986 yılında Mahir Ünlü ile yaptığınız söyleşide,ölçülerin,uyakların,şiirlerinizdeki usun içinde olduklarını söylüyorsunuz.Söyleşide ayrıca,"Dizenin içinde erimiş uyağı göz önüne almazsak,bir anketçi şiirimin dizelerini saysa %80’den çoğunun uyaksız olduğunu görür;örneğin Dişiboy’da,Sayılarla’da,Şeyh Galip’te,Çiçekler’de,Takma Yaşamalar Çağı’nda,ki bunlar son yapıtlarımdır,uyak yoktur.(...)1935’lerde yayımlanan Havaya Çizilen Dünya yapıtımda ilk bölüm,son bölüm vezinsiz şiirlerle doludur.(...)Eski yapıtların kafiyesiz olanlarını da anımsatayım isterseniz:Haydi,Hoo’lar,Mevlana’da Olmak,Aylam...Us’la ulaşmışlardır dediklerime." diyorsunuz.Bu açıklamalarınıza ek olarak,şiirlerinizdeki ölçü,uyak süreci ile ilgili ne söylemek istersiniz?
-F.H. Dağlarca-Şiir çabalarının,ozanlarca ya da okuyucularca gözle görülmesi,karşılaştırma yoluyla saptanabilir.Nasıl bir karşılaştırmayla mı?Şiirlerimdeki konuların,biçimlerin birbirleriyle ölçülmesiyle.Örneğin destanda geçen bir atın yürüme hızı,veznin içindeki durakların yer değiştirmesiyle sağlanabilir.Bu atın görevini yapmasından sonra,dört nala temposunun bitmesinden sonra,yine o kullanılan vezin içindeki duraklar değiştirilerek,alışılmış zamanın geçmesi sağlanırken,şiirin bütününe de istenilen özel tat,özel duyurum katılmış olur.Bütün bunlarla ne anlatıyorum?Şiirin sonsuz bir gözlem,bir çaba,bir çalışma,bir yatırım olduğunu.Şiirin içindeki uyak erimesi,uyağın sözcükler arası oluşuyla ya da ilk sözcüğe alınmasıyla ya da karşıt bir sözcükle gerçekleştirilmesinde bulunabilir.Bunlar her okuyucuya açık değildir.Okuyucuların kendilerini yetiştirmeleri,şiirlerde kendilerine sunulan inceliklere varabilmeleri için tek yoldur.Bu yetişmeden yoksun olanlar,bu özel çabaların dışında kalırlar hep.Şiire başladığım yıllarda,büyük bir açlıkla,bütün yazınımızı gözden geçirdim.Divan şiirini,ondan sonraki evrelerini,halk şiirini,tekke şiirini okudum.Ozanların özelliklerini saptadım.35’i aruz,15’i hece,bütün vezinleri ellerimden,parmaklarımdan geçirdim.Hepsinin kendi içindeki ayrıcalıklarını saptamaya çalıştım.Yazdıklarımı ayrı ayrı defterlerde topladım.Bu defterlerin sayısı 30’u aşmıştır.Son defterimi-lise son sınıfta yazdıklarımdır-o günlerin ünlü yazarlarına sundum.Elden ele ulaştı bu defter.Bir gün Kuleli Askeri Lisesi adresime Ankara’dan,Ulus gazeteleri geldi.Bilemediğim bir rastlantıyla kitabı okuyan,o günlerin en ünlü ozanı Faruk Nafiz Çamlıbel’in gönderdiği anlaşılan gazetelerde,yine Çamlıbel’in yazdığı uzun bir yazıyla karşılaştım.Çok övücü,yüreklendirici bir eleştiriydi.Beni ilk yüreklendirenlerden Çamlıbel’i,burada saygılarımla anıyorum.Yaptığım şiir incelemeleri,araştırdığım,bulduğum,uyguladığım şiir çalışmaları,ne güç bir işe başladığımı bana sezdiriyordu.Yılmadan,bir demiri bir bilezik yaparcasına,bir tek sözcüğü kapsamlı bir yapıt yapmaya çalışıyordum.Uzun süren çalışmalarımı,bugün de bu ilk sevincimle sürdürmekteyim.Bir söz vardır,bilirsiniz."Hayat kısa,sanat uzun." derler.Yaşamamın uzun sürmesi en büyük şansımdır.Ondan daha büyük olan şansım da,ulu dilimiz Türkçenin beni sevmesi,bana bağışlarda bulunmasıdır.
-Sizce ülkemizde şiir okulları da olmalı mı?
-F.H. Dağlarca-Olabilir.Bütün sanatların öğrenebilen yeri vardır.Birçok ülkede şiir okulları var sanıyorum.Bu okullarda,bir öğrenci eğitimini tamamladıktan sonra daha ilerilere ulaşabilir.Buralarda yapılan çalışmalar,bir evin önündeki giriş alanına benzer.Öğrenciler kapıyı bulabilmek için,gece karanlığında dolaşmaktan,uzun süre aramalardan kurtulmuş olurlar.Güneş aydınlığında,kapıya varan yolu görerek,taşını,çakılını temizleyerek ilerlerler,adı geçen kapıya ulaşırlar.Gerçek şiir,o kapıdan geçince başlar.Ki orada,öğrenci diye andıklarımız,artık kendilerinin öğretmenleridirler.
-Çocuk şiirlerinizle,büyüklere yönelik şiirleriniz arasındaki imge farklılığı konusunda neler söyleyebilirsiniz?Çocuk şiirlerinizin varoluşunu sağlayan duyarlıktan söz eder misiniz?
-F.H.Dağlarca-Çocuk şiirlerinin,büyüklere yönelik şiirlerden büyük bir ayrımı vardır.Sözün derinliği bakımından, çocuğa sunacağınız imge anlık olmalıdır.Büyüklere sunacağınız imge,birçok anların katları biçiminde sürüp gidebilir.Çocuk yepyeni aynasında bu uzunluğu yansıtamaz.Çocuk şiirlerimde küçükler ya da büyükler,anlık dediğim imgeleri sevenler birleşmektedir.Çocuk şiirlerini yazmaktaki amacım birden çok:Ona kendimi duyurmak istiyorum.Onu kendine aracısız göndermek istiyorum.İmge eğitimini sağlamak çabasındayım.Kendi kişiliğini,bir buğday tohumunun başak olmasındaki güzelliğe eriştirmek istiyorum.Onu bütün yapıtlarımın okuyucusu kılmak istiyorum.Ona anadilimizi sevdirmek istiyorum.
-Ahmet Soysal,Varlık dergisinin Ağustos 1994 tarihli sayısında yayınlanan yazısında,şiirinizi duymaya toplum ve edebiyat çevresi olarak hazır olmadığımızı söylüyor.Ve yazının başında şöyle diyor: "Edebiyat çevresinin yaklaşık son 20,hatta 30 yıldır Dağlarca’yı büyük ölçüde dışlaması ve bunun da aslında karşılıklı bir durum olması ilginç bir konudur.(...)Kim ne derse desin,bunun başlıca nedeni Türk şiirinin düzeyinin son 20 ya da 30 yıl içinde düşmesi gibi görünüyor." Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
-F.H. Dağlarca-Bunun yanıtını iyi eleştirmenler vermelidir.Ne yazık ki onların gölgeleri bile yok ortalıkta.Ülkemizdeki eğitim eksile eksile içinde bulunduğumuz ortamı yaratmıştır.Şiirimizin geçmişinden günümüze dek yürüyüşü genel bir bakıştan yoksundur.Genel değerlendirmeler yapabilecek kişilerin eksikliğini duymaktayız.Vezinden,şiirin genel yapısından soyutlanmış bir ortamdan ne beklenebilir?Hangi ozanımız,yazarımız üzerine kapsamlı bir inceleme yazılabilmiştir?Hangi yazarımız kendi görüşleriyle,ozanları,yazarları değerlendirebilmektedir?Bunlar yokken Ahmet Soysal’ın ne beklediğini anlamıyorum.Sanırım Ahmet Soysal,Ahmet Soysal’ı etkilemektedir.
-Erdoğan Alkan,Şiir Sanatı adlı kitabında Batı’ya da Doğu’ya da öykünmeden,evrensel şiirin estetiğini kendi dehalarıyla yoğuran şairlere örnek olarak sizi ve Nazım Hikmet’i gösteriyor.Şiirde çalıntı olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Bu konu kız oğlan kız.Dilerim sizin gibi genç bakışlar,gördükleri yakışıksız görüntüyü hep gündemde tutacaklar,çirkin davranışları önleyeceklerdir.Bir yazının genel değeri,özel değerlerden oluşur.Özel değerler,başka ülkelerin ozanlarıyla besleniyorlarsa,o ülkedeki genel değer ortamı da besleme olur,değerini yitirir.Uluslararası ortamda utandırır ülkeyi.Erdoğan Alkan,büyük bir korkusuzlukla bu konuya el atmıştır.Daha önceleri söylentiler olarak işittiğim,ancak pek azını işittiğim bir gerçeği yazınımızın kamusuna açıklamıştır.Kendisine burada teşekkür ederim.Kimi çevreler bu gerçeği sanki örtbas etmektedirler.Her ozanın,her yazarın başkalarından etkilenebileceğini ileri sürmekteler.Hayır!Şiirlerimiz kendi benliğimizdir,özel yaşamımızdır,kişiliğimizdir.Burada birleşik kaplar gibi ortak suyu taşıma olayı düşünülemez.Çünkü kültür,birleşik su olayı değildir.Ayrı ayrı yaşamaların,ayrı ayrı kimyasal özdekler gibi yeni bir oluşuma ulaşmasıdır,varılmak istenen.İngiliz yazını,bir Rus yazınıyla,bir Arap yazınıyla ayrı ayrı yaşadıklarıyla birleşebilir,yeni bir oluşum yaratabilirler.Birbirlerinden esinlenmeleriyle değil,hele öykünmeleriyle hiç değil.Bir şiir kurucusu,başka bir şiir kurucusundan bir tek sözcük alsa,onun yapı özelliğini alsa,bir tek sözcüğün yapı özelliği bile,öbür dildeki öykünmeyi göz önüne apaçık serebilir.Burada esinlenmiş gibi yatıştırıcı durumlar,bizi elle tuttuğumuz çirkinlikten koruyamaz.Şunu da ekleyeyim:Sayın Erdoğan Alkan’ın suçladıklarından hiçbiri,durumunu bir tek sözcükle bile savunamıyor.O kitabı görmemiş olmayı yeğliyor.Bu da bize özgü bir kişilik!Toplum yaşamında görülen çalma çırpmanın,yazın alanına da bulaşması,bir sayrılığın yeni yeni belirginleşmesi midir diye düşünüyorum.
-Asım Bezirci,Çok Kapılı Oda adlı kitabında Birinci Yeni’yi CHP diktatörlüğü,İkinci Yeni’yi DP diktatörlüğü döneminin kaçış şiiri sayıyordu.Siz bu iki şiir hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?
-F.H. Dağlarca-Garip ve İkinci Yeni’nin kaçış şiiri olduğuna inanmıyorum.Garip şiiri günlerinde Celalettin Ezine’nin,Meşale dergisi çıkardı.Bu dergi için benimle bir konuşma yapılmıştı.Sözlerimin özeti şuydu: "Bu akım bir nüktedir." demiştim.Şimdi de öyle düşünüyorum.Garip davranışı bir çeviri öykünmesinden başka bir anlamla değerlendirilemez.İşin gerçekten "garip" yanı "Orhan Veli üçlüsünün" hemen o günlerde bile dağılmış olmasıdır.Üçlüden geri kalanların daha Orhan Veli yaşamdayken bile kendilerini sözü edilen davranıştan soyutlamalarıdır.Orhan Veli bile yazılı olarak açıklamasa da Yaprak’tan sonraki şiirleriyle şairanenin içine girmiştir.Yaprak,kımıldanışı,getirdiği kolay şiir yapısıyla,şiir yazınına kısırlıklar getirmiştir,kargaşa getirmiştir.Sözünü ettiğim üçlü,o kargaşadan ilk kaçanlar olmuşlardır.Elimizde olan ve bütün şiir ortamının okuyabildiği Erdoğan Alkan aydınlığı,sözünü ettiğim gerçeği her gün biraz daha göz önüne sermektedir.Öteki yorumlar dayanaksız, kişisel.İkinci Yeni daha da başarısız.Şiir yazılırken duyacağımız içtenlik,bizim yolumuz olmalıdır.Duyduğumuzu,yüreğimizde,başımızda kımıldayanı yazmalıyız.Yoksa yazamayız çünkü.İğreti olur.İşte İkinci Yeni’nin en büyük eleştiriyi çeken yanı bu.Zorla soyut olmaya kalkışılan yerde,yazdığını da,kendini de yitirir ozan.Soyut anlam ekmek gibidir.Sofraya konmuş,yenilmiş olmalıdır ki bizi beslesin.El gücüyle,düşünce gücüyle,kimse kendini başka bir kendilik içinde yaşatamaz.Gülünç olur çabası.Son olarak şunu söyleyebiliriz:Şiir yazabilen ozanlar vardır,yoktur şiir akımları!Toplumcu gerçekçilik konusunda da şunu ekleyebilirim:Şiir yoksa toplumcu gerçekçilik dediğimiz anlam da yoktur.Genç ozanların kendilerini akım aldanışından korumaları,başarılı olabilmeleri yolunda önemli bir adım olacaktır.
-Cemal Süreya,Folklor Şiire Düşman başlıklı yazısında,folklorun kötüye kullanılmasından söz ediyordu.Folklorda,şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yetinin olmadığını savunuyordu.Halk deyimlerinin havasının, şiirin kanat çırpmasına imkan vermeyecek kadar dar bir hava olduğunu söylüyordu.’’Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır.O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler,ayrı güçler aramayın artık.Çünkü donmuşlardır.’’ diyordu.Folklorun,şiirde kişiliğin önemiyle çelistiğini savunuyordu.Siz şiir-folklor ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
-F.H. Dağlarca-Folklorsuz şiir düşünülemez.Şiirin büyük memelerinden biri de o.Yalnız süt başka,süt kovası başka.Burada süt,folklorun bilinçaltımızdaki aklığıdır.Bakraç,şiirimizdeki görüntüsüdür.İnanıyorum ki süt biçimindeki duyarlık,bütün ozanlarda,bütün yazarlarda bir kültür çocukluğu gibi kımıldar hep.Yazdıklarımızın bakraç olarak o duyarlığı göz önüne sermesi ille de istenmemelidir.Cemal Süreya’nın demek istediği budur sanıyorum.
-İstanbul Fetih Destanı ve Malazgirt Ululaması adlı yapıtlarınıza gösterilen yaklaşımlar konusunda neler söyleyebilirsiniz?
-F.H. Dağlarca-Ben yapıtlarımda bir Türk yurttaşıyım.Bütün Türk yurttaşları gibi yapıtlarımdaki Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da bir askerlik görevi vardı.Onu da göreve çağırdılar;23 destan yazdı.Demek istediğim ozanların da yurt savunması için,barış için,toplum hakları için,yeryüzü toplumu için,çocukları için,evrensel bakış için vb. birçok görevleri vardır.Kendini ozan bilen,yazar bilen bu görevlerinden kaçınmamalıdır.Ben bu duyarlılıkları yaşadım ve yazdım.Destanlarımı kimi ozanlar,kimi çevreler yadırgadılar.Yukarıda saydığım öbür görevler bu yorumu çürütür.Destanlarımda insanlar arasındaki barış,kardeşlik,özgürlük,yurt özgürlüğü amaçlanmıştır.Kurtuluş Savaşı’mızı anlatan büyük oylumlu yapıtta bile bir damla kan yoktur.Malazgirt Ululaması,İstanbul Fetih Destanı örnekleridir dediklerimin.Ulusal yapıtlar bu yurdun çatısını oluştururlar.Kurgusunu da diyebiliriz.Geleceğini de kapsamıştırlar.Yurdumuz büyük bir yapıtsa,destanlarımız o büyük yapıtın geleceğini,gelecek kuşakların eline veren büyük imge kurgularıdır.Bu gerçek böyle de biline!
-Attila İlhan,1959 yılında Dost dergisinde yayınlanan,"Fazıl Hüsnü Üzerinde Deneme ya da Doğu Acısı" adlı yazısında,Batı’nın sömürgeciliği kınayan,direnen bir yanının da bulunduğunu görmezden geldiğinizi,Hıristiyanlığa karşı Müslümanlığın,sömürgeciliğe karşı da Osmanlı tipi fetih politikasının savunuculuğunu yaptığınızı söylüyor.Bu eleştiri hakkında neler söylemek istersiniz?
-F.H. Dağlarca-Batı Acısı’nın çıktığı yıllarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu,Atatürk’ün kurduğu TDK’nın yönetim kurulu üyesiydi.Ben de yönetim kurulu üyesiydim.Yapıtımı,büyük yazarımıza sundum.Hemen ertesi gün beni kutladı.Şimdi bile anımsadığım sevecen sesiyle, "Çok doğru yazmışsınız.Biz Batı’yı bir Osmanlı olarak,hep başımızı yukarı kaldırarak gördük.Siz ilk kez başınızı yukarı kaldırmadan bakıyorsunuz Batı’ya." demişti.Şimdi yanıtlarıma geliyorum: 1-Malazgirt Ululaması ve İstanbul Fetih Destanı’nda İslamlığı öven,aldığı ülkeleri sömürmek amacı güden ya da oradaki toplumu aşağılayan bir tek dize yoktur.Yapıtlarda söylemek istediğim,insancıl bir buluşmadır,bir toprakta buluşma sevincidir.Nitekim benim buluşum değildir söylediklerim.Tarihin saptamasını yinelemektir.Bunları görmemek için kör olmak gerek ya da yönlendirilmiş olmak.2-Batı’daki düzen yazılagelmiş, Asya ülkelerinin aşağılık duygusundan kurtulamamış yazarlarınca bize anlatılanlar gibi değildir.1789 devrimini yapan,insan haklarının bayrağını taşıyan Fransa,yeryüzünün en ulusalcı toplumudur.Orada ulusal benlik öylesine büyüktür ki,Batı Acısı’nda ayrıntılarıyla anlattığım gibi,ta Afrika’daki kara parçasına Fransızlar, "Fransız Afrikası" demekten utanmamışlardır.İnsanlık müzesinde,bütün ulusları birçok ulusal belgeleriyle sergilerlerken,Afrika’daki bir toplumu "sepet içine gömülmüş ölülerini" sergileyerek göstermekte bir sakınca görmemişlerdir.O sepetleri gördüğüm günlerin ürpertilerini şimdi bile duyuyorum.Fransa,özgürlüğü,barışı o günlerde iki türlü görüyordu-şimdi de öyle ya!-Biri Fransızlar için özgürlük,barış.Öbürü yabancılar için özgürlük,barış.Fransa’yı halkın içinde gezerek görenler dediklerimi yadsıyamazlar.Fransız edebiyatı gözlüğüyle görenler,anlamazlar dediklerimi.Hele bu edebiyatın etkisiyle yazı yazanlar,yapıtlarına o etkiyle soluk aldıranlar hiç anlayamazlar.Eğitilmiştir çünkü onlar.Yeryüzü gözleri kapalıdır onların.Verdiğim yanıtlar gelecek kuşaklarımızca okunursa sevineceğim.
-Ece Ayhan sizinle ilgili şöyle diyor: "Ben bir zamanlar Dağlarca’yı şiirin müstahkem mevkii olarak bilirdim.Ama 1946’da Amerika’dan Missouri Zırhlısı geldi ve Dağlarca’yı ikiye böldü.Ve Dağlarca hükümet şairi oldu.Ve aynı yıl yayınlanan Aybaşlarında Çok Memnundu şiirinin ilk dizesi şöyledir(Çakırın Destanı)-Memnunuz cihandan ve hükümetten" Siz bu yorum hakkında ne diyebilirsiniz?
-F.H. Dağlarca-Söylediğiniz kişi Çakırın Destanı’ndaki dizeleri,yayınlanması bakımından yanlış anımsıyor.Anılan yapıt anımsadığıma göre 1945’te yayınlanmıştır.2. Dünya Savaşı bitmemişti daha.Missouri ,savaştan sonra yazılmıştır.O şiirde dile getirilen Türk kimliğinin savunulmasıdır.İleri sürülen anlayışsızlığı görmek,göstermek olanağı elimizde.Bu iki şiiri de dosyaya alırsanız,okuyucularımız yargılarını verirler.Aybaşlarında Çok Memnundu şiirinde,hükümet önünden geçen adam,ilk yalnızlığının değişe değişe nerelere vardığını,artık bir memur bile olduğunu dile getirmekte,anlatmakta.Çakırın Destanı,toplumsal bir destandır.Bireyin toplumcu olmasının öyküsüdür.Oradaki bütün şiirler,hemen üstlerine konan düzyazı ekleriyle,bireydeki davranışın toplum davranışına,topluma adım adım yaklaşmasını gösterir.Kuşkusuz anlayabilenler için.Nitekim yapıtın son şiiri şöyle biter: "Ses edin uzak milletlerin gençleri / Bütün antenlerimi germişim".Benim bir genellemem vardır.Burada yinelemek istiyorum:Kimi şiir yazar,kimi öykü,roman,oyun,eleştiri yazar,kimi de budalalığını.
-Adalet Ağaoğlu ile yaptığım söyleşide,kendisi Türk Dil Kurumu’na eleştiriler getirmişti: "Ya bize sağcı derlerse korkusuyla birçok yazar,mesela TDK ilkelerini kayıtsız şartsız kabullenmiştir.Türkiye yazarı,TDK’yı eleştirmenin,kendisini sol hareketin karşısındaymış gibi gösterebileceği baskısını bile yaşadı.Bu baskı altında ezildi.TDK üyelik formunu imzalamakla, "Atatürkçülük ilkelerine bağlı kalacağım,Öztürkçe sözcükler kullanacağım" vb. şartları kabul etmiş oluyordunuz.Koşullu yazarlıkla sanat yapılamaz.TDK dilimizin sadeleşmesi,zenginleşmesi için önemli çabalar göstermiştir.Yazarlar da elbette dilin gelişmesi çabalarına destek vermeli,ama yaratıcı yazar önerendir de,TDK’nın da bu yazarlardan öğrenecekleri vardır.TDK’nın hizmetlerini önemli oranda olumlu karşılayan,ama TDK’ya üye olmamış bir yazarım.TDK, "ilkelerimiz" diye bazen öyle ileri gidebiliyordu ki,dergisinde yazarın sözcüklerini çizebiliyor,parantez içinde yanına Öztürkçesini yazabiliyordu.Dahası Oğuz Atay’ın bir hikayesinin başlığından bir sözcüğü Öztürkçesi ile değiştirmekte sakınca görmemişlerdi." demişti.Siz bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-F.H. Dağlarca-Bu eleştiriler,başka yerlerdeki eleştiriler yersizdir,kapsamsızdır,köksüzdür.Bir devrimin yönü ve gerekliliği karşısında,küçücük ayrıntıların içinde kalmak,Atatürk bilincinden bizi uzaklaşmış gösterebilir.Büyük Atatürk’ün ele aldığı,kökü yüzlerce yıl öncesine dayanan Türkçenin arıtılması işlemi, o sözcük değiştirildi,bu sözcük yerinden oynatıldı gibi mini mini duyarlılıklarla yaşanamaz.Bütün yazarlarımız bilmelidirler ki ne yazarlarsa yazsınlar,hangi günlük başarılara erişirlerse erişsinler,kaç armağan alırlarsa alsınlar,en büyük yargı dilimizden gelecektir.En ulu,en sözünden çıkılamaz ozanımız,yazarımız,yargıcımız Türkçedir.Onun yüzde yüz arıtmacı tutumu,karşıtlarını önce küçültecek,sonra yok edecektir.Bunun örneği ortada.İşte 600 yıllık Divan edebiyatı ve onun izleyicisi evreler.Acıyorum Türkçe yazarken, Türkçenin yeryüzündeki en büyük dil olduğunu anlamayanlara.Hz. Muhammed’i sevmeden Kabe’ye gidenlerin tutumuyla,Atatürk’ü sevmeden Türkçeyi kullanmak isteyenlerin durumu birbirine eşittir.İçtensizliktir.Amacını yitirmişliktir.Bu kişilerin Türkçe yazmada da gerçek başarıyı gösterememeleri bu yüzdendir.Nitekim konuşmalarında,yazmalarında,çoktan ölmüş,çoktan dilimiz dışına çıkarılmış sözcükleri kullanmaktadırlar.Bence Atatürk,son 300 yıllık tarihimizde,gelmiş geçmiş birçok uzak görüşlü yöneticinin,aydının,yazarın,ozanın düşlerinin özetini yüreğinde duyan,eylemleriyle bu ülküleri gerçekleştiren kişidir.Dilin arınmasına gönül vermiş olduğunu,TDK’yı ve TTK’yı kurmakla göstermiştir.Bu da anlatıyor ki,Atatürk’ü sevmekle,Türkçeyi sevmek birbirinden ayırt edilemez.Şunu da gözden kaçırmamalı:TDK ve Atatürk’ün önerisini yüzde yüz benimsemeyenlerin yazılarında görünen bir gerçek var;içinde bulundukları süreci yitirmek.Yazıları eskide kalmış birisinin bugün okunan anıları gibi.
-Günümüzde,ülkemiz açısından,sanatçılar ve aydın sorumluluğu bağıntısı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
-F.H. Dağlarca-Yazarların başarılı sayılmaları,bir kişiliği kazanmalarıyla ölçülebilir.Ozanlar,yazarlar,yapıtlarına koydukları kişilikleriyle,ülke ortamına bir aydınlar kamusunu oluştururlar.Ülkede ,bütün toplumca saygınlık kazanmış bir aydınlar kamusu yaratmış olurken,yöneticileri de ister istemez etkilemiş olurlar.Bu aydınlar kamusunun bütün eylemlerinde düşünmek zorunluluğunu duyarlar.Medyadan apayrıdır bu oluşum.Medya ,şu nedenle,bu nedenle değerini yitirmiş olabilir,etkisini kendi yok etmiş olabilir.Böyle ortamlarda aydınlar kamusu daha bir etkilidir.Ülke sorumluluğunu taşıyan bu kamu,seçimlerde vazgeçilmez bir değer kazanır.Ne yazık ki sözünü ettiğim bu aydınlar kamu gücü,birçok ozanımızın,yazarımızın gözünden kaçmış durumda.Eskiden,bundan yıllar önce,büyük ozanlar,büyük yazarlar özel ağırlıklarıyla ülkeye yararlı olmuşlardır.O günlerin ileri düşüncelerini varlıklarıyla birleştirmişlerdir.Günümüz aydınlarına düşen görev,yazın yolundaki kişiliklerini,toplum önünde de koruyabilmeleridir.Tutarlı olmaya özen göstermeleridir.Ne yazık ki çoğu böyle değil.
-Şiirlerinizde yurt kavramıyla yeryüzü kavramı,Türk olmakla yeryüzü yurttaşlığı arasında sıkı bir bağıntı var sanırım.
-F.H. Dağlarca-Türk olmak,yeryüzünü bir ucundan tutarak evrenselliğe yürümemizi kolaylaştırmaktadır.Dilimiz bu yürüyüşte tek yardımcımızdır.İnanıyorum ki bütün dillerde büyük bir anlaşmanın başlangıcı,bütün uluslarda büyük bir insanlığa yönelik adımlar bulunmaktadır.
-Uzaklarla Giyinmek kitabınızdaki "Kim’lere Sığdığımız Yapıt" adlı şiirinizde: "Bir dileğim var / Beni okuyanların hepsinden / Bütün yapıtlarımda / Yapıtıma girmemiş bütün yazılarımda / Toplasınlar bir araya getirsinler düşünceler boyu / Kendi çağrışımlarına göre ardarda getirsinler / Kim’le ilgili bütün dizelerimi benim" diyorsunuz.Bu dileğinizin gerçekleşeceğine inanıyor musunuz?
-F.H. Dağlarca-Ne yazık ki hayır.Oysa öylesine isterim ki bunu!Küçücük bir umum da yok değil.
-Şiirlerinizin bestelenmesine nasıl bakıyorsunuz?
-F.H. Dağlarca-Geçenlerde toplumcu bir ozan,yüzeysel bir sevgi türküsüne,benim çok sevilen bir şiirimi de katmıştı.Kasetinde yayımlamıştı.Bir arkadaş aracılığıyla satıştan kaldırttım.Bu çalışmaların ozanıyla birlikte yapılmasını isterdim.Şiiri anlamak,onun bestesini yapanlar için ilk davranış olmalı.Besteciyle ozanın ortaklığı gerçekleştirilebilmeli.Kimileri izin istemeden beste yapıyor.Beğenince susuyorum,beğenmezsem üzülüp kalıyorum.Hepsiyle uğraşamıyorum.Daha derine inersek-bütün çağlar ve bestesi yapılan şiirler için söylüyorum-besteler gerçek şiirin dışındadır.Çünkü şiir,kendi sesiyle yaşayan tek varlıktır,besteye dökülemez.
Hayati ÖZEN
NOT: Bu söyleşi Fazıl Hüsnü Dağlarca Dosyası kapsamında,TÖMER Edebiyat-Çeviri Dergisi’nin Güz 1996 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.