- 1045 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAGÜL
Yaşagül
Doğunun zorlu koşullarında yaşamaya çalışan Karaağaç ailesinin çocuklarından beşincisi olan Haydar, ata toprağının herkese yetmeyeceğini çok küçük yaşta öğrenmiş, köyünde çobanlık yaparken, büyük şehirlerin hayalini kurmayı henüz öğrenememişti.
Ailesinin en küçük erkek çocuğu idi. Kızları çocuktan saymak pek adetten olmadığından, kendisinden küçük dört kız çocuk olmasına karşın Haydar’a “Evin en küçüğü.” diyerek ilkokulu okuyup bitirmesine izin vermiş olan babası, hayvancılığın da bunca çocuğa yetmeyeceğini anlayınca üç senedir okulunu bitirmiş olan Haydar’ı kasabaya göndermişti. Kızlar onaltısına gelince satılırlardı ama oğlanlara bir ekmek teknesi lazımdı.
Kasabadaki akraba evi de kalabalıktı ama akrabalık ilişkileri gereği eve gelen bu küçük insana yer ayrılacak, yani biraz daha sıkışacaklardı. Sıkıştılar.
O yıllarda ortaokul mezunu olmak demek keskininden köründen bir baltaya da sap olmak demekti.
Ortaokul kör topal bitirtilmiş, el birliği ile baltası bulunup sap edilmiş, kasaba adliyesinde işe başlatılmıştı.
Anacığı kollarını sıvamış, Onbeşine yeni girmiş köy kızlarını gözden geçirip birisini evinin küçük oğlu için uygun bulmuş, İnşallah, Maşallah, Elhamdülillah sözleri, davul zurna nağmeleri, allı yeşilli poşular, teller duvaklar arasında düğün dernek kurulmuş ve iki çocuk evlendirilmişti.
Gelin kız Nazlı’nın içi kıpır kıpırdı. Ne de olsa köyden şehre gelin gidiyordu.
Adliye de getir götür işlerini yapan Haydar; efendiliği, saygısı ve dürüstlüğü ile kısa zamanda yerini biraz daha sağlamlaştıracak ve mübaşir olacaktı.
Kasabada rahat rahat yaşıyorlar, “Aç kapıda. Hac kapıda” diye düşünüyor, ellerini köyde bıraktıkları akrabalarının üzerinden de hiç çekmiyorlardı. Gaz, tuz, çay, şeker,…Allah ne verdiyse diye çıkınları yeterince dolu olduğunda köylerine gidip konuk oluyorlar, kabul görüyorlardı.Yaşları daha yeni onyedi -yirmi arasında gezinen bu insanların nur topu gibi bebekleri oluyor ama yaşamıyorlardı. Kasabanın bütün hacılarına okutulup, bütün yatırları dolaştırılıp, adaklar adanıp kurbanlar kesildikten sonra doğan bebekler bile ölünce adliyedeki avukat hanımın dediğini yapmaktan başka çareleri kalmamış ve doktora gitmeye karar vermişlerdi.
Doktorla önce Haydar görüştü. Kasabada bir elin parmakları kadar memur olduğundan hepsi birbirini tanıyordu. Doktorla hastaneye gitmeden de görüşebilirdi. O da öyle yaptı. Böylece hiç kimse karısını doktora götüreceğini anlayamazdı. Durumu doktora anlattığında doktor şaşkınlıklar içerisinde kaldı ama şaşkınlığını gizledi. Yaşadığı kasabada bir kadın hemen hemen her sene doğum yapıyor, doğurduğu bütün çocuklar ölüyor, kasaba doktorunun bundan haberi bile olmuyordu. “Nasıl böyle bir şey olabilir?” diye soramadan Haydar diyeceğini dedi. Karıya ellemek yoktu. Bu kitaplarında yazmazdı. Bildiği bir derman varsa söylemeli o da yapmalıydı.
Zekası her yerinden fışkıran doktor durumu kavramış, hemen Haydarı rahatlatmıştı. Kan uyuşmazlığı olabileceğini düşündüğünden “Korkma” dedi Haydara. “Ben hanımı görmesem de olur. Siz hastaneye gelin, hemşire hanım kollarınızdan biraz kan alacak sonra da ben dermanınızı yazacağım.”
Hastaneye tabi ki beraber gitmediler, Nazlı’yı kaynanası götürdü.Yanından hiç ayrılmadı.onlar eve gelince de Haydar gitti. Doktor onlara bir iğne vuracağını ve doğan çocuklarının artık ölmeyeceğini anlattı. Ama bu iğnenin bir vakti vardı.Yani öyle hemen iğne vurmakla olmazdı. Haydar çok çaresiz olmasa karısının kanamasının bilmem kaçıncı gününü doktora hiç belli eder miydi. Bir de gebelik izlenecekmiş. O bunlara asla izin verecek adam değildi. Gel gör ki yaşları yirmibeş olmuş, altı bebeyi toprağa koymuşlardı. Nefesi derin hocaların da bir faydası olmamıştı. Çaresizdi işte. Allah’ tan özür dileye dileye ,her namazda yeniden secdeye kapana kapana, bu günahtan arınmaya çalışıp söylenilenleri yerine getirdi. Bebek mutlaka hastanede doğacaktı..Bu da şartlardan biri idi. Mahalle ebesine kurban olası doktor elini kolunu bağlayıp gözünü öyle bir korkutuyordu ki evde doğurtmayı göze alamadı. Çaresiz bebek hastanede doğdu. Kanı mı bozukmuş ne? parmak kadar çocuğun kanını değiştireceklermiş diye doktorun yaptıklarına söylenip durdu. Kanı değiştirilen bebek yatağında viyaklıyorken yedi yılda yedi çocuk doğuran Nazlı kendi kanının da değiştirildiğini sandı. Çünkü onun da yanında kırmızı bir torba asılmış, damarlarından içeri damla damla dem gidiyordu işte. Hemşire “korkma bu kanı alttan kaybediyorsun. Zaten sen kendi kanını sonra kendin yaparsın” diyerek yüreklendirdi onu.
Kucaklarında çocukları ile beraber evlerine dönerlerken doktoru da, hastaneyi de, kan torbalarını da, hemşireyi de çoktan unutmuş, sadece Yaşa adını verdikleri kızlarını akıllarında tutar olmuşlardı. Unuttuklarından birisi de doktorun “Nazlı bacı bu bebeğe iyi bak bir daha istesen de bebeklerin ölmeyecek” dediği idi. Doktorun ağzı varmamış, bir daha doğuramayacaksın diyememişti.
Yaşa bebek yaşıyordu. Gözündeki hafif bir kayma dışında da hiçbir kusuru yoktu. Haydar eskisinden daha çok şükrediyordu. Nazlı’da bu şükürlerin altına hemen den den koyuyordu. Yaşa’nın gözleri görüyordu nasılsa. “Allah’tan gelen canla başla beraber. Maşallah, maşallah…” Evet bebeğin her yanı maşallah boncukları ve okunmuş ot, çöp, tohum gibi nesnelerle doluydu. Çok şükür faydasını da görüyorlardı. Arada bir hemşirenin eve kadar gelip çocuğa “aşı iğnesi” vurup ateşlendirmesinden başka bir hastalık Yaşamıyorlardı. Bu da doktorun işgüzarlığıydı işte. Çocuğu Yaşattı diye bildiğini okuyordu. Allah’tan ateş hali bir, en fazla iki gün sürüyor, sonra Yaşa yeniden hopur hopur hopluyordu.
Yıllar yılları kovaladı. Bir de oğlan çocuk olsa iyi olurdu ama Allah vermiyordu. Haydar da bir daha Nazlı’yı doktora götürüp günah işlemek istemiyordu. Adliyede öyle olaylara tanık oluyordu ki Allah korkusu olmayan münafıkların yaptıklarına şaşırıp kalıyor, istemeden dinlediği her duruşmadan sonra işlemediği günahlar için bile tövbeler ediyor, hırslarından arınıyor, “Bir tas aşım, kaygısız başım.” diyor, maaşını kızına, karısına, kendisine, köyüne yetecek şekilde idareli harcıyor, şükrediyordu.
Yaşa, okul yaşına geldiğinde Haydar onu okula gönderdi. Çünkü adliyede çalışıyor, yasaları biliyordu. Kız da olsa okula beş yıl gitmeliydi.
Yaşa okuldan eve gelip de şehla gözleri ile heceleri hecelemeye çabalayıp, ince parmakları ile kalem tutup, beceriksiz çizgiler çizdikçe, annelik babalık aşkları kabarıyor, kızlarının kargacık burgacık yazılarını seviyorlardı.
Öğretmen, önce çocuğun gözleri için çağırdı onları. Anladı ki aile bu konuda kararlıydı. Allah’ın verdiği bu kusura asla müdahale etmeyecek, ettirmeyeceklerdi. Sonra okuma yazmaya geçtiyi için çağırdı. Sevindirdi garipleri. Babanın koltukları kabardı. Nazlı sevinçten ağladı.
Yaşa defterinin üstüne kendi ismini yazıyordu. Yaşagül. Yaşagül.
Annesi okuma bilmediğinden bir şey demedi ama babası “Kızım senin ismin öyle değil böyle yazılır.” diyip deftere Yaşa yazdı. Yaşa kıkır kıkır gülerek anlattı. Öğretmeni ona “sen ne güzel gülüyorsun çok Yaşa ve çok gül” demiş sonra defterine Yaşagül yazıp “bu senin ismin, şimdi buna baka baka bir sayfa yazacaksın” diye eklemiş, o da oturup hepsini yazmış, yazarken de hecelemişti. “Yaşagül, Yaşagül…” Bu babasının da hoşuna gitmiş, ona hep Yaşagül demiş ve dedirtmişti.
Yaşagül ilkokulu bitirmiş, öğretmeninin aşırı ısrarı üzerine ortaokula da başlatılmıştı. Okulun bu en az dikkatini çeken eğri bakışlı kızı baya baya okuyordu işte. Çok konuşkan değildi. Çok. içine kapanık ta değildi. Gözünün yüzünde oluşturduğu asimetrinin de çok fazla farkında değildi. Çevresindeki tüm ailelerin en az dört beş çocuğu varken, kendisinin bir tek olmasının yaratması gereken şımarıklık da yoktu onda. Ne de olsa kendisinden önce ölen altı bebek vardı. Şımarırsa Allah cezasını verirdi sonunda.
Yaşagül ortaokulu bitirdiğinde Karaağaç ailesinin Yaşamında da çok şey değişmişti. Kasabanın yanı başındaki köylerinde hemen hemen hiç kimse kalmamış, köy gençlerinin bir kısmı Almanya’ların yolunu tutmuş, arkadan başkalarını da götürmüş, bir başka kısmı taşı toprağı altın şehre gitmiş, onlar da başkalarını peşlerinden sürüklemiş, kendi kardeşleri de oraya buraya savrulmuşlardı. Anaları önceleri “Bu memlekete Urum geldi bizi dağıtamadı. Ermeni kesti bizi dağıtamadı. Kıtlık oldu, hastalık kırdı geçirdi bizi dağıtamadı. Bu Almanya ne menem bi şey ki köyü sildi süpürdü.” diye dertlenmiş sonra onlarda evlatlarından birine sığınmışlardı. Haydar ile Nazlı artık köylerine pek gitmiyorlar, gitseler de taş duvarlardan başka bir şeyle karşılaşmıyorlardı.
Nazlı “Biz de İstanbul’a gitsek.” demeye başlamış,”Bacılarım orada gardaşlarım orada.” diye sayıklar olmuştu. Haydar da işinde epeyce kıdemliydi. İstanbul’a tayin istese hemen verirlerdi. Onun kadar kıdemlisini nerden bulacaklardı.
Aynen düşündüğü gibi oldu. Artık İstanbul adliyelerinden birinde mübaşir olmuştu. Avrupa yakasının Gültepe’sin de bir ev tutmuş, karısı ve kızı ile yerleşmişlerdi. Akrabalar sağ olsun el birliği ile bu gecekonduyu bulmuşlardı. Büyük şehirlerde herkese göre bir çatı vardı sonunda.
Okullar açıldığında Yaşagül’ün liseye verilmesi gündeme bile gelmedi. Burası İstanbul, her gelen kabak çiçeği gibi açılıveriyor, onca emekle, onca günaha girerek sahip oldukları, gözlerinden ameliyat olmasına bile izin vermedikleri bu kız çocuğunun kabak çiçeği olmasına ne annesi ne de babası izin verebilirdi. Yaşagül de istemezdi zaten. Bu şehrin çocukları da bir garipti. İnsanın yüzüne baka baka “Bir gözü Galata’da gezerken öbürü Üsküdar’da oynaşıyor.” diyiveriyorlardı. Onlarla aynı yerde olup ne yapacaktı. Konuşmaları farklıydı. Yaşagül’ün “ka” ları “ga” yaparak ,bazı sözcüklerde hecelerin yerlerini değiştirerek konuşması onlara acayip geliyor, onların her cümleye “ayol” ile başlamaları da Yaşagül’e garip geliyordu. Anasının dizinin dibinde oturup kısmetini beklerdi.
İşte bu böyle olmadı. Onlardan daha önce İstanbul’a gelmiş olanlar “Burası İstanbul” diyorlardı. “Ekmek aslanın ağzında” diyorlardı.”Evde oturmak olmaz, bak bizim Emine konfeksiyonda çalışıyor, Memo dayının kızı da deterjan fabrikasında.” diyorlardı. “Üstelik Yaşagül ortaokulu bitirmiş. Bir yerde olmasa başka bir yerde mutlaka iş bulunur.” diyorlardı.
Haydar`ın bu konuda kafası kolay kolay karışmazdı ama bir iki ay içerisinde mübaşir maaşı ile İstanbul’da yaşanamayacağını öğrenmesinin ardından sadece kafası veya midesi değil, dünyası karışmaya başlamıştı. Hem onca insan boşuna mı konuşuyordu. Herkesin çocuğu hatta karısı bile çalışıyordu. Mahkeme salonlarında çalışan bir yığın kadın avukat, savcı ,hatta hakim bile vardı. Bir ordu erkeğin içinde olmalarına karşın ellerine erkek eli bile değmiyordu. Hatta bir duruşmada savcı hanım iddianamesini okuduğunda Urfa’lı ağa “Sen bu kancığın sözüne bakma hakim bey” dedi diye başına neler gelmiş, ağa, ağa olduğuna bin pişman, kancıktan beter hale getirtilmemiş miydi. Onun kızı da namus çerçevesinde çalışabilirdi.
Durumunu hakim beye anlattı “Uygun bir yerde uygun bir iş…”
Hakim bey bir iki yere telefon ettikten sonra PTT de bilinmeyen numaralar servisi Yaşagül için en uygun işyeri olarak seçildi. Yaşının iki yaş büyütülmesi gerekiyordu. O da kolayca halledildi. Yıllarını adliye salonlarında geçirmiş olan emektarın kızından kimse böyle bir yardımı esirgemezdi.
Yavaş yavaş her şey daha bir yoluna giriyordu. Yaşagül işine başlamıştı. Hem de konfeksiyonda yada fabrika köşelerinde değil devletin koskoca PTT sinde. Gerçi vardiyası vardı. Gecesi gündüzü pek belli değildi ama kızın aklı başındaydı. Başını önüne eğiyor, işine gidip geliyor, kazandığı tüm parasını da son kuruşuna kadar babasına veriyordu.
Nazlı, ara ara kızının yaşının geçmekte olduğunu düşünmeye başlamıştı bile. İnceden inceden ağız yokluyor ama hiçbir bilgi alamıyordu.
Yaşagül, yüzlerce kız tanıyordu. Hepsi kendisi gibi kulaklıkların, fişlerin arasında çalışıyor, iş çıkışında büyük postanenin önü ana baba günü oluyor, her biri birisi ile buluşuyor, ertesi gün de gezip tozmalarını birbirlerine fıkır fıkr anlatıyorlardı.
Yaşagül, “Herhalde benim kısmetim bağlı” diye düşünmeye başlamıştı. Çünkü kimse onun peşine takılmıyor, kimse ona laf atmıyor, kimse de onunla evlenmek istemiyordu. İster istemez aynalara daha dikkatli bakıyordu. Ten rengi herkesinkinden biraz dana koyuydu. Konuşması herkesinkinden biraz daha kaba. Ayrıca gözlerinden birisi Galata’ya bakarken öbürü bakıyordu Üsküdar’a…
Artık babası da zamanın geçtiğini düşünmeye başlamış, kızının hayırlı baş göz olması için namaz dualarına yenilerini eklemişti. Kendileri onun yaşındayken yarısı kız yarısı oğlan altı çocuğu çoktan toprağa koymuşlardı. Ne de olsa İstanbul’da insanlar onbeş onaltı yaşında evlenmiyorlardı ama otuz olmayı da beklemiyorlardı. Oysa kızı otuz olmak üzereydi. Yıllardır İstanbul’un en kalabalık yerinde işe gidip geliyordu. Kısmeti açılmıyordu. Haydar beyin emekliliği de gelmiş geçmişti. Hayırlısı ile kızını yuvasına bir yerleştirebilse bir gün bile beklemeyecek emekli olacaktı.
Derken o gün de geldi. Yaşagül’ün asimetrik bakışları ışıl ışıldı. Halis onunla evlenmek istiyordu. İşyerinde çalışan kızlardan birinin nişanlısının arkadaşıydı. Yaşagül’ü görmüş beğenmişti. Onun ruhu güzeldi. Önemli olan buydu. Şimdiki zamanda insanlar ruh güzelliğinden anlamıyorlardı. Yani o bütün bunları söylerken “Sen çirkinsin ama benim için fark etmez.” demek istese de Yaşagül anlamadı, yada anlamamak işine geldi.
Halis denizci olduğunu, gemilerde çalıştığını, bazen aylarca açık denizlerde yol aldıklarını, sonra gelip İstanbul’da on onbeş gün kaldığını, daha sonra yeniden sefere çıkmak zorunda olduğunu anlattı. Yaşagül’ü mutlu edebilirdi. Evlilik için kız tarafından hiçbir şey istemiyordu. Zaten erkek tarafı da yoktu ortada. Yıllar önce annesini babasını kaybettiğini, kasabasındaki meslek lisesini zar zor okuduktan sonra askere denizci olarak gittiğini, gemilerin makine dairelerinde çalışmaya başladığını, işi iyi öğrenince de uzun yol gemilerinde iş bulduğunu, bu işin parasının çok olduğunu, Türkiye’deki diğer işlere benzemediğini, liman liman dolaşmaktan evlenmeye fırsat bulamadığını, artık evlenmek istediğini, uyanık İstanbul kızlarının namus anlayışlarının bozuk olduğunu anlatırken “çöpsüz üzümüm işte” diye de esprisini yapmıştı.
Güzelce bir düğünle evlendiler. Damat elinden geleni yapmıştı. Zavallının kimsesi yoktu. Düğün salonu gelin kızın arkadaşları ve akrabaları ile dolmuştu. Güzelce de bir evleri olmuştu. Halis Yaşagül’ü gecekonduda oturtamazdı. Daha kalabalık bir yere, Beşiktaş’a yerleşmişlerdi. Evlendikten kısa bir süre sonra Halis iş gereği uzun yola gitti. Gittiği yerden Yaşagül’e para göndermek kolay olmayacağından gitmeden önce yeterince para bırakacaktı ama telaştan unuttu.
Haydar bey kızının evlendikten sonra çalışmasını istemediğinden, yani kızının çalışıyor olmasından mutlu olmadığından, Halis’e bunu işin başında söylemiş ve evlilik olur olmaz iş de bıraktırılmıştı. Kulaklıklardan ve eskimiş santrallerdeki bozuk seslerden dolayı işitme kaybına uğramış olan Yaşagül istemeden yüksek sesle konuşurken her an kavga ediyor gibi görünüyorsa da çok mutluydu. Evde kalmış olmaktan kurtulmuştu. Belki de en önemlisi buydu.
Halis gerçekten aylarca denizlerde dolaştıktan sonra evine döndüğünde evin bütün eşyalarını değiştirdi. Birçok eşyayı gittiği yabancı memleketlerden getirmişti.
Yaşagül pek anlayamadı önceleri. Her şey yepyeniydi zaten. Üstünden bir yıl bile geçmeden eşya değiştirmeye ne gerek vardı.
Halis öyle düşünmüyordu.
Teknoloji hızla ilerliyor, bir ay önce alınan bir televizyon bir ay sonra demode oluyordu. Para varken her şeyden yararlanmak gerekiyordu. Dünyaya bir daha gelecek değillerdi. Gençlerdi. Gençlikte yaşamayıp ne zaman yaşayacaklardı.
Yaşagül çok sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olmadığından kolay ikna oluyordu. Aslında parayı çar çur etmek yerine biriktirip bir araba alsalar daha iyi olurdu ama Halis hiç İstanbul da durmuyordu ki. Araba bekleyebilirdi. Hem bu durum başka bir anlamda da özel bir haz veriyordu Yaşagüle. Her zaman yüzüne bakıp bir gözünün Galata’ya öbürünün Üsküdar’a baktığını söyleyenler şimdi ona özençle bakıyorlardı. Evi son model eşyalarla doluydu. İnsanlar birçok elektronik eşyayı ilk kez onun evinde görüyorlardı. Artık gözlerine bir şey demeseler de “Allah çirkin şansı versin kardeş” diye lak lak etmeden duramıyorlardı.
Yaşagül hasedinden çatlayan bu kızları sık sık evine davet ediyor, yedirip içiriyor, yeni eşyalarından söz ediyor, yakında bir bebekleri olacağını da eklemeyi unutmuyordu.
Halis gene yoktu. Uzun yollardan birine daha gitmişti. Yaşagülün de karnı epeyce belirginleşmişti. Sabahın kör saatinde kapı zili uzun uzun çaldığında “acaba kim” diye düşünürken keşke Halis bir de yardımcı tutsaydı şu eve diye geçirmeden edemedi aklından.
Halis eşyaları alırken ne kedar cömert hatta savurgan davranıyorsa nakit para konusunda o kadar cimriydi. Yani Yaşagül’e ya yetecek kadar para veriyor yada para bırakmayı unutuyordu. Biraz fazla verse en azından gündelik temizleyici tutabilirdi. Ne var ki işten çıktığı için evinin işini kendisi yapmalıydı. Herkes böyle düşünüyordu. Yaşagül de olmayacak isteklerini dile getirmiyor, kendisine ne oldum delisi dedirtmiyor -du. Bu düşünceler hızla kafasından geçerken kapıya kadar yürüyüp “Kim o?” demeden kapıyı açmıştı bile.
Üç kişi vardı kapı önünde. Temiz giyimli, siyah görünümlü üç iri adam.
-“Buyurun ne istemiştiniz?” diye sordu.
-“Halis Kurt`un evi bura mı?”
-“Evet”
-“Kendisini çağırsana bacım.”
-“Evde yok.”
-“Ne zaman gelir?”
-“Bilmem uzun yola çıktı bir iki, aya döner.”
-“Ne uzun yolu?”
-“Çalıştığı gemi ile galiba Rusya tarafına gittiler.”
-“Ne çalışması? Hangi gemi?”
Yaşagül nihayet “Niye konuşuyorum ki ben bu adamlarla?” diye sordu kendi kendine.
-“Siz Halisi ne yapacaksınız?” diyebildi.
-“Biz onun ortaklarıyız.”
-“Ne ortağı ya?”
-“Neyse bacım sen şu kağıdı al. Gelince kendisine ver o anlar.”
Arkalarını dönüp gitmeden önce birbirlerine bakıp “El mi yaman, bey mi yaman göreceğiz” cümlesini de duyurdular.
Yaşagül avucundaki kağıtta yazılı olan lakap gibi isimleri okumuş, hiçbir şey anlamamış, hiçbir yorum da yapamamıştı ama içinde garip bir korku duyuyordu. Alel acele baba evinin yolunu tuttu. Olanları babasına anlattı. Onca yıl mahkeme salonlarında anlatılanları dikkatle dinlemeyi ve anlayıp yorumlar yapmayı öğrenmiş olan Haydar bey, sezinledikleri hakkında hiçbir açıklama yapmamış, sadece kızına “Sen şimdilik evine gitme biraz burada ananla kal.” diyip evden çıkmış, düşüne düşüne ne yapacağına karar vererek ertesi gün, daha yeni emekli olduğu adliyedeki en kıdemli hakimlerden birisinin odasında nefesini almıştı. Kuşkularını anlattığı hakim bey de aynen kendisi gibi düşünüyordu. “Hemen bir ön araştırma yapalım bakalım” dediler. Araştırma jet hızı ile tamamlandı. Şapka düşmüş kel görünmüştü. Halis, halis muhlis bir soyguncuydu. Epeyce kabarık bir dosyası vardı. Profesyonel işi buydu. Şirket gibi çalışan dört kişilik soyguncu çetesinin elemanlarından birisiydi. İlkokuldan sonra hiç okumamış, askerliğini kaça göçe zoraki bitirmiş, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş, kendisi gibi üç beş ipsiz sapsızla kolay yoldan para kazanmaya başlamışlar, zaman zaman enselenmişler, yatmışlar, çıkmışlar, affa uğramışlar, yankesicilikten otomobil hırsızlığına terfi ettikten sonra çağ atlamışlar, hangi dönemde ne gidiyorsa o işe balıklama dalmışlar, şehrin en lüks villalarını soymayı çoktan bırakmış, işyerlerini soymaya başlamışlardı.
Soygunu yapıyor sonra bir süre eşyaları bekletiyorlar polisin iz sürmeyi bıraktığını düşündüklerinde de elden çıkarıyorlardı. Bu iş için kullanılan depolar fişlendikçe adres değiştiriyorlardı. Halis aklınca farklı bir çözüm bulup evlenmişti. Evli olunca evine sokup çıkardığı eşyaların hesabını kimse sormazdı. Ayrıca Karaköy’ün arka sokaklarındaki herkesin evi olan evlerde, dizi dizi erkek bekleyen kadınlara da avuç dolusu para dökmek zorunda kalmazdı. O da öyle yapıyordu. Her soygundan sonra evine geliyor, yeni eşyaları getiriyor, öncekileri çıkarıyor, yatıyor, kalkıyor, canı isteyince de sanal seferine çıkıyordu. Zaten araştırmış halim selim, kendi halinde, uyanık olmayan, kolay kandırabileceği bir kız bulmuş, işlerini tıkır tıkır yoluna koymuştu. Bu arada ortaklarını da soyabileceğini düşünmüş, yedi sekiz ay da başarmış, anlaşılan sonunda evinin adresini tespit eden ortakları onu enselemişlerdi.
Haydar bey bütün taşları yerine oturttuğunda eli ayağı kesilmiş, baygınlıklar geçirmiş, isyana alışık olmayan beynini dudaklarından dökülen “Fesuphanallah” sözleri ile frenlemeye çalışmıştı.
Kızını bir daha o eve göndermedi.Evin anahtarını polise teslim edip hemen boşanma davası açtırttı. Delillerle dolu dosyayı gören hakim de hemen boşadı Yaşagül`ü.
Pis kokulu gazlarla doldurulmuş büyük, gösterişli bir balon patlamış, kokusu tüm İstanbul’a yayılmış gibiydi. Olay dilden dile dolaşıyor, zavallı Yaşagül canını hangi deliğe sokacağını bilmiyordu.
Evi, eşyaları dağılmıştı. İşinden olmuştu. Karnı kocamandı. Sevmeyi öğrenmeden büyük bir nefreti öğrenmişti. Ağzını bıçak açmıyordu. Hayar bey ile Nazlı hanımın da ağzını bıçak açmıyordu. Sorup soruşturmadan kızı ilk isteyene vermişlerdi offf offfff
Yaşagülün sancıları tuttuğunda doğacak çocuğun erkek olacağını önceden biliyorlar ama coşkusunu Yaşayamıyorlardı. Çocuk doğdu. Doktor bebeğin adını sorduğunda Bora olsun dedi Yaşagül. Bu öyle bir fırtınaydı ki sadece bora olabilirdi.
Zavallı Yaşagül yeniden işine döndüğünde sadece gözleri değil sanki bütün bedeni yamulmuş gibiydi. Bu ne biçim kaderdi. Bir soyguncunun dölüne bakabilmek için sürüngenler gibi sürünmek zorunda kalıyordu.
Bora büyüdükçe kişiliği ortaya çıkıyor, yumruk kadar çocuk olmasına karşın kimse onunla baş edemiyordu. Çok yaramazdı. Her şeyi kırıp döken, sinsi sinsi zararlar veren, garip bir şeydi. Artık “Soyunu s…. ğim soyuna çeker” diye küfür bile ediyordu ağzı dualı Haydar bey. Çocuğun dayanılıp tahammül edilebilecek hiçbir tarafı yoktu. Onun yaramazlıkları yüzünden önce konu komşu, sonra da akrabalar gidip gelmez olmuşlardı. Soyguncu Yaşagül`ün geri kalan yaşamını da soymuştu kısacası. Sorgulamayı öğrenmemiş olan kafası şimdi sorguluyordu işte. “Neden?... Neden?...”
İşyerinden yorgun argın geldiği bu mübarek cuma akşamında; bir bardak su ile bir avuç dolusu ilacı tutan elleri tir tir titriyor, üzerine oturduğu yatağı da sarsılıyorken sorgulamayı sürdürüyordu. “Bütün bunları hak etmek için ne yaptım ben?...”
Kalktı. Yıllardır annesinin özenle sakladığı ilkokul birinci sınıftaki kargacık burgacık yazılarla dolu onur defterini aldı.Yaşagül Yaşagül diye baştan sona kadar doldurulmuş sayfayı açıp ismini baştan sona bir kez daha okudu.
Okumayı bittirdiğinde nikah memurunun sözleri geldi aklına
-İsminiz?
-Yaşagül
-Hanımefendi bir kez daha isminizi tam ve doğru olarak söyler misiniz?
Yaşagül gerçek adının sadece Yaşa olduğunu anımsayıp düzeltiyordu
-Yaşa Karaağaç
-Beyefendi sizin isminiz
….
…
Yaşagülün kafasında bir pencere açılıyordu sanki.sorgulamalarının yanıtını gösteren bir pencere.
“Ben ne yaptım?...”
Önüne ilk çıkanla evlenirken nikah memuru onu uyarmak istercesine “gerçeği” yüzünün ortasında patlatmış o bunu anlamamış, cezayı hak etmişti. Öğretmeni ona sadece Yaşamanın yetmeyeceğini Yaşarken gülmesi gerektiğini de öğretmek istemiş ama o bunu da yapmamış (gül)mekten vazgeçmişti. Olmadık yerde okulunu bırakmış olmadık yerde işinden ayrılmıştı. Hep kolay Yaşamak istemişti.
Tekrar defterine döndü. Bir kelam aldı. Bütün. “gül”lerin üstünü çizdi. Şimdi ismindeki güller dökülmüş sadece Yaşalar kalmıştı. “Doğarken zoraki Yaşatılmış bir bebek olduğumu” söylerlerdi diye geçirirken içinden, dökülen güllerin üstüne düşen gözyaşlarını eğri bakan gözleri görmedi.
Hala avucundan bırakmamış olduğu ilaçlara bakmaya başladı. Şimdi de borayı düşünerek ağlıyor, avucundaki ilaçlar ıslanıyordu. Boradan da hayır yoktu. Kışın gelişi sonbahardan belli idi. Ama anaydı. Soyguncunun oğlunun anası. Ve o ananın yaşayan bedeninde de oğlu için çırpınan bir gizem vardı.
Az duyduğu için sesini kontrol edemediğinden mi, yoksa tir tir titremesinden mi, ağlaması da sessiz olmamış hüngür hüngür böğürürcesine ağlamaya başlamıştı. Odaya dalan annesi ve babası yatağın üstünde yılan gibi kıvrılmış, yarı baygın kızlarının kasılmış yumruklarını açarken bir elinde bir kalemin kırılmış olduğunu anlamışlar ama öbür avucunun içindeki ezilmiş yapışkan beyazlığın ne olduğunu anlayamamışlar, yatağın üstünde duran defteri incelemeyi ise akıllarına bile getirmemişler, sadece “kendine gel. Kendine gel” diyerek, yanaklarına bir iki tokat atmışlardı.
Yaşa yine kendine söylenileni yaptırıyor, yaşıyordu.
TAMAY ÖNAL POLAT