- 784 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
H A V A D E Ğ İ Ş İ M İ
İstanbul’a gitme fikri,beynimde parlayıp söndü ve ben, o öfke ile yatak odasına yöneldim.Üstümdekileri çıkarıp yola giyeceğim bir pantolon ve uygunluğu tartışılır
bir kazak bulup hazırlanmam aynı hızla oldu. O,bitişik odada hâlâ söyleniyor! Anlaşılmaz söz kalabalığının arasında,bazı bildik sövgüler bir mızrak ucu gibi beynime saplanırken, bunlar, “İstanbul’a çekip gitme” kararımı sadece, daha da haklı kılmaya ve hızlandırmaya yarıyordu.
Yüzüne hiç bakmadan,öfkeden çok kararlılığın koyultup ağırlaştırdığı nefrete ben-
zer bir duyguyu sesime yükleyerek:
“Ben,gidiyorum!” dedim.
Kapı açılıp kapanıncaya kadar geçen süre,öfkesini iade etmesine yetmişti:
“Gidişin olsun,dönüşün olmasın emi!”
Bir felaketten uzaklaşırcasına kendimi dışarı attım.
Dışarıda serin,yağmur bulutlarıyla kasvetli bir hava var ve gök,patladı patlayacak.
Mart sonunun akşam karanlığı,yağmur ihtimaliyle sokakları boşaltmış gibi. Tanıdık
bir yüz görecek,hal hatır soracak durumda değilim zaten;böylesi daha iyi. Karanlık
sokaklardan süzülür çıkarım caddeye. Oradan da bir otobüse biner,otogara varırım.
Hangi firma olduğu fark etmez;hangisinde yer varsa,hangisinin hareket saati uygunsa
alırım biletimi,nazlanmadan! Beni,İstanbul’a taşısın da;gerekmez firması,konforu...
Yalnız,üstümde yeterince para yok;iyi ki hatırladım...Köşedeki bankamatikten para
çekmeliyim,yanımda bulunsun.
Bir yandan da kendime kızıyorum:
“Ulan oğlum,her şeyin tekmil olacak;en dar zamanda bile! Sanki başka yerde ‘matik’ yok!”
Doğru,risk almaktan korkuyorum. Ölçülü biçili,düzenli bir hayat;kötü sonuçları,
açığa düşme ihtimalleri en aza indirilmiş bir hayat beni rahatlatıyor. Hep yedekte,ha-
zır,tedarikli olmak,belki de korkaklığımdandır.Hayatın,insanların beni ve gururumu
incitmesinden korkuyorum bir bakıma. Bu yüzden en kötü koşullarda bile kendine yetme,kendi kurduğu ve denetlediği düzenden erinç duyma isteği,bir sabit fikir haline geldi yıllar içinde bende.Sanırım,onunla aramızda oluşan aykırılığın bir nedeni de bu. Kendimle didiştiğim zamanlarda vardığım sonuç,her ne kadar;“Olduğu kadar olsun, hayatı akışına bırak! Rastlantıların,sürprizlerin güzelliğini yaşayalım biraz da.Her şeyin mükemmel olmasını isteme,bekleme boşuna ! Çünkü kimsenin hayatı mükemmel değil!” türünden yargılarda somutlaşsa da,uygulamada ‘düzen’ fikri bırakmıyor yakamı. Herkesin göbek atıp abuk sabuk şeylerden haz aldığı içkili toplantılarda bile içkisini ölçülü içen,sarhoş olmayı beceremeyen bir adamım ben!
Sanırım,kadın tabiatıyla çeliştiğim nokta burası. Belki de, kadınlar düşünmeye de- ğil,duyguya ayarlı bir kodlamayla geliyorlar dünyaya. Erkek;herkesi,her şeyi aklıyla yönetmeye,tartıya koymaya,eleştirmeye başladığında erkekteki bu hal,kadını boğuyor. Kadın çılgınlık yapan,hesapsız yaşayan ve yaşatan erkeği seviyor;onunla uç noktada yaşıyor kadınlığını. Aldatan kadınların kocaları genellikle düzgün,mazbut adamlar olu-
yor bu yüzden. Koca,kadının isteklerine ayak uydursa da,her zaman işler yolunda git-
miyor. Bir bakıyorsunuz aynı kadın,bedel ödenmesi gerektiğinde,erkeğini değil de imkânlarını sevmişse,yüzüstü bırakıveriyor onu. Verdiğiniz sürece alıyor;vereceğiniz bittiğinde ise,dönüveriyor sırtını! Ben bunların en kötü örnekleriyle,değerliyken değer- sizleşmiş erkek yıkıntılarıyla karşılaştım hayatın içinde ve bu yüzden “ayağım frende” yaşadım!
Otogar yönüne giden otobüs az sayıdaki yolcusuyla dura kalka,her bir tarafından
ayaz üfüren bakımsızlığıyla ilerlerken,ben terk ettiğim şehrin ıslak ve ışıklı karanlığı
içinde camdaki görünüp kaybolan yansımamı lafa tutuyorum. Yalnız ve yabancısı ol- maktan kurtulamadığım,öfkeler biriktirip çözümler üretemediğim bir hayatın içinde
kendimi arıyorum,oradan oraya savrularak! Akşamın ayazı içimi ürpertiyor,otogara
indiğimde.
* * *
Halbuki,İstanbul’da ne işim var benim? Bu,bir kaçış yerinin adı değil mi sadece?Bir başka şehir,bir başka kasaba olsaydı,şimdi oraya gidiyor olmayacak mıydım? O za-
man,beni içinde yaşadığım şehirden soğutan,uzaklaştıran nedeni sorgulamam gerek-
mez mi? Sığınacağım kapı İstanbul’da değil de Adana’da olsaydı,oraya savrulmaya-
cak mıydım,gecenin karanlığında?
Muavin,biletimi istedi;içinden bir yaprağı koparıp iade etti. İstanbul’da nerede ine-
ceğimi sordu, “Esenler’de...” dedim,not etti elindeki listeye.Yanımdaki gence,üniver-
site öğrencisi olmalı,ona döndü bu kez;müzik dinliyor belli,kulaklığın birini çıkarıp
“Kavacık!” dedi. Sonra tekrar taktı kulaklığı kulağına,hafif cama dönüp yolun karan-
lığına dikti gözlerini. Hiç konuşmadık ve buna içerlemedim;çünkü benim de sadece
susmaya,düşünmeye,hatta mümkünse deliksiz uyumaya ihtiyacım var!
* * *
Şimdi ne yapıyor acaba? İnanmamıştır belki de,çekip gideceğime;öfkesi diner,
geri gelir sanıyordur. Çünkü,hep böyle oldu,yıllardır. Tartıştık,kapıştık;ya o çarpıp
çıktı kapıyı,ya ben! En fazla iki üç gün sürdü şimdiye değin küslüğümüz. Zaten ay-
nı evin içinde daha uzun sürelisi mümkün değil! Konuşmaya başlamalar önce so-
ğuk,niyetini belli etmeyen bir ses tonuyla,göz göze gelmemeye çalışarak olur. Ben,
“Eve bir şey lazım mı,alınacak?” diye sorarım.
O da bana,mesela:
“Peynir al,gelirken;peynir bitti!” der, ters ters.
Ya da o konuşacaksa,duvara söyler gibi:
“Ben bu gün gecikecem.Yemek ocakta,ısıtır yersiniz!”der.
Bu,anlarız ki; “Bu kadar küslük yeterli!”demektir.
Kaptan,radyonun sesini iyice kıstı,koridordaki ışıkları söndürdü. Yolcular “Koğuş yat!”komutu almış gibi,oturuşunu son bir defa düzeltti,koltuklar geriye yatırıldı iyice.
Benimse,gözüm kapansa,beynim kapanmıyor! “Koğuş” benzetmesi nasıl kendiliğinden olduysa,Tuzla Piyade Okulu’ndaki yedek subay askeri öğrencilik günlerimin canlanması da öyle,birdenbire oldu. Daha karımla tanışmamıştım o sıra. Demek o da, birkaç yıllık öğret- menmiş ben “yat-kalk” talimindeyken! Kader,işte böyle bir şeydir;her oluş kendini var etmek için kavşak noktaları,buluşma anları icat eder hayatın içinde...Ve siz,bu oluşun hem öznesi hem nesnesi olarak o ‘an’a, o ‘nokta’ya doğru çekilir,savrulursunuz.
Muavin yanımdan geçiyordu,usulca:
“Suyunuz var mı?” dedim.
“Getireyim!” anlamında başını salladı.
Yola bakıyorum. Hem de otobüsü sürüyor gibi,kesintisiz;omzumu hafifçe koridora
doğru yıkarak,karanlıkta uzayıp giden yola bakıyorum. Karşıdan gelen araçların farı
ışığını sıvayıp geçiyor, gözlerime. Düşünüyorum ki,bu kadar insan,gecenin bu saatinde yollarda. Evinden,eşinden,sıcak yatağından ayrı yaşanan zamanlar,ömürler ne çok olmalı! Eve ekmek götürmenin bin bir yolu varken,insanların böylesi işleri tutması,acaba bir zorunluluk mu sadece?
Biliyorum,benim durumum daha izaha muhtaç,daha anlamsız. Sen kalk,karınla kapış hiç yüzünden,sonra da vur kendini yollara! Ne diyeceksin,İstanbul’a varınca,ailene? Halbuki, sen değil miydin,evlilikte sırrını ellere vermeyeceksin,diyen? En yakınların bile bilmeyecek, eşinle arandaki tartışmaları.Başkalarının fikri,müdahalesi,önyargı oluşturur eşler üzerin- de ve ilişkinize saygısızca yaklaşmaya başlarlar bu yüzden. Düzelecekse de düzelmez, içinden çıkılmaz hal alır evlilik birliği. Akraba bağları güçlü tutulmalı ama,belli bir mesafede ve saygı sınırında. Yakınlarımızın daha yakınımıza sokulmalarına izin vermemenin yolu, onları sırlarımıza ortak etmemektir,diyen sen,şimdi kalk,ailene sızlan;“Geçinemiyoruz, ben ayrılıyorum!”de.Olacak şey mi bu?
Ter bastı bedenimi!Kendimle didişen bu “ben” hep ağzımın tadını kaçırmıştır zaten!
Bırakmaz isyanımın keyfini süreyim biraz. İpi kırdınsa,baş kaldırdın,kapıyı çarpıp çık-
tınsa...Buna yüreğin yettiyse,dibine kadar git! Ne olacaksa olsun...Neler kırılıp döküle-
cekse...Sonunda kaybeden taraf sen olsan da,git! Tuttuğun yolun sonu uçuruma çık-
sa da,çıkacağını bilsen de git! Hayatında ilk defa;kendin ol!
* * *
Yerimden kalkıp arkada bir boş koltuğa kıvrılıp kalmış,mışıl mışıl uyuyan muavine
baktım.Öyle tatlı uyuyordu ki,tam uyandırmak üzere elimi omzuna koyacakken,dön-
düm yerime oturdum sessizce. Kaptan,dikiz aynasından beni izliyormuş,alçak sesle:
“Bir şey mi oldu,beyefendi?” dedi.
Aynadaki bıyıklı yüze doğru yürüdüm.İki adımda yanına varılan koridorda yalanım,
kendimin de şaşacağı bir hızla hazırdı bile:
“Biraz önce mesaj aldım,oğlum hastalanmış. Geri dönebileceğim ilk uygun yerde
inmek istiyorum.” dedim.
Loş ortamda yüzümden yalanımı yakalaması zordu ama,sesim beni ele vermiş ola-
bilirdi. Tedirginliğimi,haberin kekreliğine bağlamış gibi,üzüntümü paylaşan bir eda
takındı:
“Geçmiş olsun.” dedi. “En uygun Akhisar’da...Orada bırakırım sizi. İzmir yönüne çok otobüs vardır,birinden biri alır.”
* * *
Yağmurdan fena halde ıslanmış vaziyette,eve döndüğümde sabah olmak üzereydi.
Karımı ve oğlumu uyandırmamaya özen göstererek anahtarımla kapıyı açtım. Ayak
uçlarıma basa basa,lambayı yakmadan,el yordamıyla soyunup ıslak giysilerimi ban-
yoya attım. Giderken çıkardığım eşofman takımlarımı giyip karımın yanına,yatağın
kıyısına yarım yamalak uzandım. Karım,koynuna aldığı oğlumuzu sarıp sarmalayarak,
yarı uykulu bana:
“Geldin mi?” dedi.
Ardından,sadece o söylediğinde bu kadar güzel olabilecek bir şekilde ekledi:
“Man-yak!”
Ben de ona:
“Bana,sabah bir çorba yap;çok ıslandım,üşüdüm.” dedim. “Hasta olacağım herhalde!”
Nerelerdeydin diye sormadı.Sadece,sırtını döndü bana. Sıkı sıkı sarıldım. Hemen uyumuşum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.