- 1229 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Martı Oldum Sonunda
Sabah kahvaltısını evlerinin bahçesinde ailece yapmışlardı. Zengin bir kahvaltı sofrasıydı. Kuş sütü eksik derler ya, işte öyle.
Altı ayda bir, kilometrelerce uzaklıktaki kasabasına uzun bir yolculuktan sonra iner, şehirde biriktirdiği parayla kasabadan yaptığı yüklüce alışveriş sonrasında, bir araba tutar köyüne gelirdi. Yine öyle bir günün sabahı tüm aile keyifli bir kahvaltıyla hasret gideriyordu.
Yaşlı babası yıllar evvel askerliğini yapmak için, annesi de ağır bir hastalık sebebiyle, köy dışına çıkmışlardı. Bunların dışında dünyanın sınırı onlar için köyün sınırı kadardı. Yaşlı kadın yıllardır anlatıp dururdu köydekilere;
-Bir göl ki bin tane bizim köyü yan yana koy, hepsini yutar. Ummanlar gibi büyük. Göl diyorlar ya, göl değil sanki derya. Yirmi sene rahmet yağmasın yinede alemin susuzluğuna yeter. Karıncaya da yeter ademoğluna da, o gölün suyu.
Van Gölü idi yaşlı kadının köylülere yıllardır anlatıp durduğu. Köyün erkeklerinden görenler vardı Van Gölü’nü ama, kadınlarından bir tek o görmüştü. Öyle bir coşkuyla anlatırdı ki gölü, kayıkları, martı kuşlarını, köyün kadınları hayretler içinde dinler, bittikçe yeniden anlattırırlardı.
Oğlunun altı ayda bir gelişi onu ne kadar sevindirse de, içinde gizliden gizliye bir burukluk olurdu. Çünkü oğlu hıdır anlatmaya başlayınca İstanbul’u, İstanbul’un denizini, devasa gemilerini, sürüyle martılarını, denizin sonsuzluğunu, insanların çokluğunu, denizde balık tutanları, adaları ve de boğazı, yaşlı kadının Van Gölü bir leğen su gibi kalırdı Hıdır’ın anlattıkları yanında.
Hıdır boğazı bir kez görmüştü yıllardır İstanbul’da olmasına rağmen ama, öyle bir sözederdi ki dinleyenler şaşar kalırdı.
Bu gelişinde küçük ekran bir televizyonda getirmişti Hıdır.
-İşte bu kutunun içinde koca bir dünya vardır ana. Düğmesine basınca ne denizler ne dağlar seyredeceksin. Türlü çeşitli insanlar, haberler, türküler, memleketler var. Van Gölü de bunun içinde Marmara Denizi de.
Oğlunun bu hediyesi bir hayli sevindirmişti yaşlı kadını, babasını ve evin diğer fertlerini. Köy kadınlarına anlatmak için, Van Gölü’nden daha büyük hikayeleri olacaktı artık.
Hıdır en çok martıları anlatırdı anasına. En çok martılarını severdi İstanbul’un.
- Bizim buranın kuşlarına hiç benzemiyorlar ana. Suyun üzerinde bir süzülüşleri var, suya bir dalışları var ki sorma gitsin. Hele bir araya gelip de çığlık çığlık bağrışmaya başlayınca, sanarsın ki şenlik var. Buranın kuşları gibi sinek böcek değil, balık yiyorlar. Gemilerden atılan simitleri havadayken bir yakalayışları var gagalarıyla, nasıl bir güzellik anlatamam. Köyün bebelerine aldığım oyuncakları dağıtırken o martılar geliyor aklıma. İstanbul’da martıları öyle kalabalık şenlik içinde görünce de bizim köyün bebelerini düşünüyorum. İnsan olmasaydım martı olmak isterdim ana. Bir geminin peşine takılıp gidiyorlar. Onlar gibi sonsuz deryalar üzerinde süzülebilmek, suya mermi gibi dalabilmek isterdim.
Hasret gidermeler, kahvaltılar, akşam çayları, televizyon izlemeler bitmiş, günler bir çırpıda akıp, gitme vakti gelmişti. Hıdır yeniden kasabaya, oradan bir otobüsle kilometrelerce uzağa, İstanbul’a doğru yola koyulmuştu. Yeniden zorlu mesailer, para biriktirmeler ve altı ay sonra giderilmek üzere, hasret çoğaltmalar başlamıştı.
Yaşlı kadın köyünde oğlunu anlatıp duruyordu. Van Gölünün eski kıymeti kalmamıştı artık. Oğlunun ağzından İstanbul’u, devasa gemileri, hele hele martıları anlata anlata bitiremiyordu. Her akşam televizyon izleyip oğlunun anlattığı İstanbul’u görüyor, heyecanla ve sabırsızlıkla sabahı zor ediyordu, komşularına anlatmak için.
Günler aylar birbirini kovalamış hasret giderme zamanı yaklaşmıştı. Hıdır bir yandan çalışıyor, bir yandan da biriktirdiği paranın hesabını yapıyordu. Köyüne giderken alacaklarının listesini oluşturuyordu kafasında. Bu seferinde evlenme niyetini de açacaktı anasına. Köyün yetişmiş güzel kızları vardı. Onun aklı komşularının güzel kızı Zehra’daydı.
"Paraysa para, işse iş, büyük şehirse büyük şehir, bana vermeyecekler de kime verecekler Zehra’yı" diye geçirip içinden, hayallere dalıp gidiyordu. "Zehra’yı da alır gelirim bu koca şehre. Çocuklarım tahsil görür adam sıfatı alırlar. Benim gibi genç yaşta çürüyüp gitmezler el işinde."
Sonra;
Gözlerini kamaştıran bir aydınlık. Aklını alan bir parlama. Ne olduğunu anlamadığı bir hafiflik. Martı sesleri. Martı gibi uçma hissi. Şimşek hızıyla aklından geçiveren "İşte martı oldum sonunda" düşüncesi.
Ve ıssız, uzun, sonsuz bir karanlık.
Gittikçe azalan ve duyulmamaya başlayan çığlıklar, koşuşturmalar...
-Yetişin!
-Ambulans çağırın!
-Patrona haber verin!
-Hıdıııııır!!! aç gözlerini! diye bağıran insan sesleri.
Hıdırın dudaklarından duyulur duyulmaz dökülen sözler;
-Anama deyin ki martı oldum sonunda...
Yaşlı kadının Van Gölü’nden hatta Marmara Denizi’nden daha büyük bir ağıdı vardı artık.
Anlatıp durdu ağıdını köylü kadınlara...
-Şu koca dünyanın en iyi gemilerini benim martım yaparmış.
Hıdır’ımın yaptığı gemiler koca dünyayı gezermiş. Onun çalıştığı o yerde Hıdır’ım gibi bir sürü martı varmış. Ha babam de babam çalışır, dağlar gibi gemiler yaparlar, koca dünyaya satarlarmış. Memlekete çok faydası olmuş benim martımın. En birincisiymiş onun yaptığı gemiler dünyanın. Tuzla derler bir memleketmiş. Ben de bilmezdim adını, oğlumun aldığı televizyondan duydum.
Bir yandan anlatıyor ağıdını bir yandan iplik iplik gözyaşı döküyordu...
-Benim martım da o Tuzla denen gemiden atılan simidi tutmuş gagasıyla ama, uçamamış onlar gibi, becerememiş. Suya değil de o dağ gibi yükselttiği geminin içine düşmüş mermi gibi. "Anama deyin ki ben martı oldum artık" demiş. Sonrada takılıp peşine gitmiş ölüm denen o geminin...
Sonsuz deryalar boyu...
Barış Çelimli