- 515 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAYIP
Her şeyi ve herkesi terk edişimin daha beşinci yılı dolmamıştı ki yanık sayfalardan süzülen sıcacık bir dostla mektuplaşırken buldum kendimi. Öyle garip bir şeydir ki hayat, tükenmez kalem misali istediğiniz kadar onun yazdığı her şeyi ve herkesi büyük bir inat ve karalılıkla silmeye çalışın ama o hep mutlaka bir iz bırakır ardından ve o izi takip eden bir başka kalem aynı çizgiyi tekrar çizer. Üstelik eğer bir önceki kalemden farklı bir renge sahipse bu kalem o zaman anlıyorsunuz ki tüm kalemler bir değildir…
Yağmur! Yani ben. Ah ben.
Mitolojide tanrılara karşı gelen insanlar kadar asi, bir pire için bir memleketi yakacak kadar deli, gecenin üçünde kapıyı çarpıp çıkacak kadar dik kafalı ama işte inat bütün bunlara güvercin yürekli deli bir kuştum… Sevmediğim bir şeyi hiçbir gücün yaptırmayacağı bir insandım. Bir inat uğruna terk ettim memleketimi… Sen bizsiz bir hiçsin diyen ailemin inadına sırf onlarsız bir hiç olmadığımı göstermek için yirmi iki yıllık memleketimi, canımdan öte sevdiğim dostlarımı, dumanlı soğuk bir kış gecesinin insafına bırakarak, gidiyorum diye bir kâğıt parçasındaki suretimi onlara çok görerek sessiz sedasız terk ettim her şeyi ve herkesi…
Ama işte şu cılız dostluk ateşinin alevinde yüreğimdeki her şey tekrar kaynamaya başlamıştı. Hem de hiç tahmin etmediğim bir ses ve bir sıcaklıkla
Nereden nasıl bulmuştu bu vefalı dost eli beni.Eski bir Bodrumlu yeni bir Bodrum’luyu nasılda özendiriyordu her şeye ve nasıl da uykusundan uyandırmıştı hatıralarını..
Ben bir yandan onun bahsettiği şu Bodrum’un şiirsi güzelliklerini keşfedip tadını çıkarmaya çalışırken bir yandan da onun gibi artık geride bıraktıklarımı özlüyordum...
Bodrum onun için eski benim için yeniydi.
Ama onun Bodrum’da bıraktığını, Bodrum’lu anıları, tatları, Van da ben de yaşamışım meğer şimdi anlıyorum.
Doğunun tüm mistikliğini barındıran tömbeki kâfemiz vardı. Nargile evimiz. Bizimdi sanki… O kadar sık giderdim ki nargile içmeye, oranın çalışanları bile bu minnacık hanımın ciğerleri bu kadar nargile dumanına nasıl dayanıyor diye düşünüyorlardı... Arkadaşlarla uzun, sazlı sözlü, gitarlı tefli, çiğ köfteli, rakılı mezeli şiirli gecelerimiz... Kışın buzuna soğuğuna inat hafta sonu pikniklerimiz, bahar dallarında asılı, saklı gizli demeden kendini bir oraya bir buraya vuran coşkulu sevdalarımız… Ve daha neler neler... Şimdi arkadaşlarımın hepsi yurdun çeşitli yerlerine dağıldılar... Kimi öğretmen kimi doktor... Ücra diyarlarda, hepsi vatana hizmet için, ekmek parası için, yeni nesillere rehberlik için…
Bir arkadaşım vardı mesela daha tanışalı iki ay olmuştu sadece ve o iki aya iki asırı sığdırmıştık. Nasıl sığdırmayalım ki o kadar dolu bir insandı ki bu kadar kabiliyet zenginliği, fikir zenginliği olan biri ile ilk kez tanışıyordum... Çok iyi bir şair, çok iyi bir ses ve yorum, bunun yanında enstümantel yetenek, çok iyi bir ressam, çok iyi bir heykeltıraş yok yoktu. Benim gibi kabiliyetsiz bir garibanın imrenerek baktığı bir insandı. Şimdi Varto’da hocaydı... Yani öğretmendi ama ben hocam diyordum.
Ve her şeyden öte her şeyden önce kardeşlerim… Kardeşlerim değil evlatlarımdı sanki… Belki doğursaydım onları, bu kadar çok sevmezdim. Nasıl da itinayla büyüttüm onları. Daha on dördümdeydim onları ilk kucağıma aldığımda. Mini minnacık iki yavruydular daha. Annem çok meşgul bir hanım olduğundan ben baktım onlara. Bir emzirmediğim kalmıştı onları. Ama çok feryat figan ettiklerinde içi boşta olsa onu yaptığım da olmuştu… Nasıl özlüyordum tüm bunları ve daha dile getiremediğim bir yığın kaybımı. Meğer ne çok şeye sahipmişim ben… Ve ne çok şeyi yitirmiştim bir inat uğruna. Şimdi anlıyordum
Burada yaşıyordum ama hep oralı kalmışım.
Ve bu, her ne kadar anılar çok can yakıcı bir sesle çağırsa da geri dönüşü olmayan bir yolculuktu. Tüm bu güzel hatıralara rağmen babamın ve annemin sesi dün gibi kulaklarımdaydı… Son nefesini verirken bile babamı affedip geri dönmedim... Ve bundan asla pişmanlık duymuyordum. Ben vicdanım rahat ölecektim ve beni affetmesi için anneme yalvarmayacaktım…
Onları hayatımdan çıkardım ama yerlerine hiçbir şey koymadım koyamadım…
Ne annemin ne babamın ne kardeşlerimin ne de bıraktığım diğer birçok şeyin… Herkesin ve her şeyin yeri bomboştu.
Annemde ve babamda tadamadığım o sevgiyi ve sıcaklığı kimde ve nasıl tada bilirdim ki? Ben bu duyguyu onlarda yaşamak isterdim. Dünyanın en mükemmel varlılıkları geçip karşıma analık babalık etse de istemezdim. Benim için ömür tüketseler de istemezdim.
Ve şunu çok iyi biliyordum eğer annem ve babam anne ve babalık etselerdi, isterse cehennem gibi bir memleket olsundu, istersem yalnızlıktan boğuluyor olsaydım asla terk etmezdim. Sarılırdım onların sıcaklığına, sesine… Ama benim ellerim hep boş kaldı… Geriye kalan hiçbir şey de beni bağlayamadı işte oraya…
Geri kalan diğerleri dönsem bile beni affetmez, yüzüme bakmazlardı zaten. Onlar için boşlukta sallanan ve ilk zorlukta kaçan bir dost, vicdansız bir ablaydım…
Aksini ispatlamaya kalksam hem kendimi hem de onları boş yere yıpratacak, yaralarını deşecektim… Ben zaten yeterince kanıyordum onların kanlarıyla daha fazla kanamak istemezdim… Bırakayım dağınık kaslındı.
İşte, iki odalı denize nazır fakir eşyalı bir ev ve 12 saat çalışıp ancak kiramı, faturalarımı ödeyebildiğim bir iş…
Evet, elde var iki yani… Ve ikiyi ekleyebilecek hiçbir şey yok.
İnsanlar ise geldiklerinde en iyi şekilde ağırlanan gittiklerinde hiç gelmemiş gibi unutulan seslerden ve görüntülerden ibaret…
Hayata verdiklerimin karşılığında hayat bana ancak bu kadarını verebilmişti. Ama artık bunun muhasebesini yapamayacak kadar sıfırı tüketmiş durumdayım… Doğruyu söyleyeni hayat da kovuyormuş köyünden.
Küfürlü bir şarkı, şarkısız bir küfürdüm artık,
Tüm gece kendimle o kadar çok savaşmıştım ki saatin farkına bile varamamıştım… Ve bunun bedelini geç kalkarak geç kalarak ödedim. Bugün çalışmayacaktım ama söz verdiğim insanlar vardı.
Görülmemmiş bir hızla üstümü giyinip olabildiğince şık ve bakımlı görünmek için aynanın karşısına geçtim. Yaşım ilerledikçe dış görünüşüm beni nedense daha çok etkiliyordu. Gençliğin o avare saçlarında, o paspal halinden eser yoktu. Çok uzun değildim ama nedense olduğumdan daha uzun görünüyordum. Sırtımın ortasına kadar uzanan düz, kalın, siyah saçlarım, hafif çıkık çeneme rağmen yuvarlak yüzüm ve tabi ki siyah gözlerim. Yaşadıklarımı bu bedenin hep hak etmediğini düşünürdüm. Benden daha çirkin ve sorumsuz insanlar nerede akşam orada sabah yaşayıp giderken ben hayatla müthiş bir kavgaya tutuşmuştum
Dışarıda şahane bir güneş, tatlı bir bahar kokusu vardı.
Her zamanki yerde her zamanki insanlar her zamanki halleri ile bekliyorlardı beni. Bu yeri ben tayin etmiştim. İçinde benim bulunmamı istedikleri şeylerde benim kurallarım geçerdi. Denizi görmeyen bir yerde oturmak boğardı beni. Bu nedenle arkadaşlarla yaz kış, açık bir alana sahip kahve bozuntusu dedikleri bu yerde oturuyorduk. Uzun bir sarılıp öpüşmenin ardından bana yanlarındaki yabancıyı tanıttılar. Adı Tevfik ti. Lisede edebiyat öğretmeniydi. Boyu boyuma huyu huyuma olmasıydı sanırım tanıştırma nedenleri. Ve ilk kez çöpçatanlar yanılmamıştı. Ondan çok etkilenmiştim. Etkilenmek kelimesini ilelebet lügatimden çıkardığımı sanıyordum. Hele bir insandan etkilenmek… Öyle ya insanlar benim için sadece garip bir kalabalık, anlaşılmaz bir bağımlılık, ses ve görüntüydü. Peki, bu neydi? Bu aşk değildi emindim. Aşktaki o eli ayağı bir birine dolandıran heyecan yoktu çünkü. Ama ondan öte bir şey vardı. Hiç bilmediğiniz bir şehirde hayranlıkla dolaşmak gibi bir şey. Köşeyi döndüğünüzde karşınıza ne çıkacağını bilmemenin sevinci… Masaya çivilenmiştim adeta. Hemen her ortamda kimseye söz hakkı vermeyen ben, dilimi yutmuş, kulaklarımı sonuna kadar açmıştım.
Sahilde uzun bir yürüyüş yapmıştık. Kendimize dair o kadar çok şeyden bahsetmiştik ki… Kayıp iki Lego parçası birbirini bulmuştu sanki.
O kadar yumuşak konuşuyordu ki kelimeler ağzından çıkmıyor adeta akıyordu. Sakin, soğuk hafif meltemli bir denizdi. Gözleri hiçbir noktaya dikkatli bakmıyordu. Ağır tavırları insanda garip bir güven uyandırıyordu. Çok ölçülü bir gülüşü vardı. Tanıdığım hiçbir insana benzemiyordu. Hatta böyle bir insanın var olabileceğini ancak onun tanıdıktan sonra anlıyordunuz sanki. Bu kadar soğuk görünüşlü birinin içinde bu kadar sıcak birini saklaması ne tuhaftı. Oldukça da bilgiliydi. Hayatını rutinliğe sığdırmayacak kadar çok yönlü, akıllı, hemen hemen her konu hakkında görüş sahibi olan iyi bir konuşmacıydı. Dünyayı kendi ekseninde döndürmeyecek kadar alçak gönüllü, ama prensiplerini hiç kimseye ve hiçbir şeye çiğnetmeyecek kadar da bencil olabilen adeta dengenin somutlanmış hali denebilecek biriydi.
Bir insanda kaybettiğim her şeyi bulabilir miydim peki. Ya da ihtiyacım olan bu muydu? Bir insanı sevmekle başlar mıydı her şey? Ben hayatımda sevginin pek çok rengini tatmıştım. Ama nedense bu hissettiğim bambaşka bir şeydi.
Her şeyin hızlı geliştiğini düşünenler de vardı. Ama biz öyle olduğunu düşünmüyorduk. İkimizde yaşını başını almış, hayata karşı büyük kayıplar vererek her şeyin yerini zamanını değerini çok iyi anlamış olan insanlardık. Bir birimizi tanımamız gerekmezdi. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk ve sanırım bu yeterliydi.
Çok büyük acıların çemberinden geçmiştim. Daha kötü ne yaşayabilirdim ki? En fazla birkaç yara daha açardı bu macera bende. Ya sora? Alışırdım, unuturdum. Hem artık bütün muhasebeleri çıkarmıştım hayatımdan.
Bu soru ve sorun karabalıklığını takip eden günlerde biz Tevfik ile etle tırnak olmuştuk bile. Ben çok yoğun çalışıyordum. Hemen hemen hiç vaktim olmuyordu. Akşamları ancak boş kalabiliyordum ve çok yorgun oluyordum. Geriye diz dize televizyon seyir edip müzik dinlemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu genelde. Zaten ikimizin de birbirimizin yanında olmaktan başka beklentisi yoktu birbirimizden. Ama onun bana garip gelen bir tatminkârlığı vardı ve bu beni endişelendiriyordu. Ben her şeyi ona göre ayarlamak isterken o her şeyi bana bırakıyordu. Sen bilirsinden öte gitmeyen bir tepki sadece… Yaptığım her şeyi kusursuz buluyordu. Seçtiğim mekânları, dinlediğim müziği, yaptığım yemekleri… Ben de ona dair her şeyi kusursuz buluyordum ama gene de ara sıra da olsa fikir beyan etmekten de geri kalmıyordum. Oysa o, bunu bile yapmıyordu. Bu denli dolu birinin bu kadar tepkisiz oluşu çok anlamsızdı. Böyle de olsa bana farkında olmadan çok şey katıyordu. Ben artık iki kişiydim onun yerine de düşünüyor kararlar alıyordum. Sevgi emekti ve ben tüm emeğimi seferber etmiştim bile. Dostlukla kardeşlikle şefkatle yoğurup her şeyi onun önüne koyuyordum. Günümüzün obur bencil ilişkilerine inat dedelerimizin ninelerimizin yaşadığı o temiz paylaşımcı sevgiyi yaşıyorduk.
Tevfik benim sadece bugünüme değil dünlerime de bir çeki düzen vermemi sağlıyordu. Yaptıklarımı düşünme imkânım hiç olmamıştı. Şimdi düşüyordum. Bana gerçek beni göstermişti. Ben de ona aslında yalnızlığın o kadar da iyi bir silah olmadığını, insanlardan kaçarak yaşamanın çok da iyi bir korunma çeşidi olmadığını göstermiştim. İşte hiç ummadığı bir zamanda karşısına çıkmış aklını çelmiş unuttuğu ve de yok saydığı her şeyi göstermiştim. Benim asla insanlardan sürekli nefret etmek gibi bir iddiam yoktu. Ama onun vardı. Bu tezi de çürümüştü. Ben en azından hayatta hiçbir şeyin garantisi olmadığını biliyordum. Büyük şeyler yapmıştım ama büyük konuşmazdım gene de ama o büyük konuşmuştu. Allah dağına göre kar vermişti işte.
Çok yoğun ve kalabalık geçen bir haftanın ardından nihayet Pazar olmuştu. Pazar tüm enerjiliği ile bizi bekliyordu. Doğan güneşi daha içine sindirmeden gün, ben yollara koyulmuştum. Bodrum un o enfes sokaklarını bisikletimle bir hışımla geçmiş Tevfik in kapısına dayanmıştım. Uzun uzun kapısını çalmıştım fakat açan olmayınca yedek anahtarımla kapıyı açıp içeri girmiştim. Onu yatağında oldukça derin bir uykuda görünce şaşırmıştım. Bu kadar derin uyuduğunu hiç hatırlamıyordum. Bir süre ne yapacağımı bilemedim. Korkmuştum. Sonra sarstım onu. Uyandı ama iyi görünmüyordu. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi. Allah’ım onu önemsiyordum. Bir kaya kadar sert olduğumu sanırken bir tüy kadar yumuşakmışım. Ya da yumuşamıştım. Demek ki şimdiki yüreğim olsa hiçbir şeyi bırakıp gidemezdim. Çok solgun ve bitkindi. İlaçlarını istedi. İlaç kullandığını da bilmiyordum. Üstünde garip yazıları olan şişeyi uzattım. Şoktaydım. Nesi vardı? Sormaya o kadar korkuyordum ki. Daha doğrusu alacağım yanıttan… Sustum. Ve zamanın o an durmasını o kadar çok istedim ki. Susuşumla duracağını sandım. Beni beklemediğini söyledi? Bunun anlamı neydi? Yani onu hazırlıksız yakalamıştım. Keşke bunun anlamı bir ömür boyu saklı kalsaydı.
Duymaya katlandığım tek şey çok hasta oluşu ve ne kadar yaşayacağını bilmemesiydi.
Orayı nasıl terk ettiğimi hatırlamıyorum bile. Bağıra bağıra ağlamak çığlık atmak feryat figan etmek istedim. Başımı duvarlara vura vura delirmek istedim. Yapamadım. İçim dayanılmaz bir ateşle yanıyordu. Ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu. Gözlerimden sel gibi boşanan yaşlara rağmen suratım taş gibiydi. Kendimi nereye saklayacağımı bilemedim bir süre. Denize koştum. Ve kusuncaya kadar ağladım. O kıyıda kaç gün kalıp ağladığımı hatırlamıyorum. Damarlarımda kan, kemiklerimde ilik, bedenimde can yoktu sanki o kadar boşalmıştım ki… Şimdi anlıyordum anlam veremediğim her şeyi. Şimdi görüyordum göremediğim her şeyi. Demek ki her şeyden bu kadar memnun kalmasının nedeni, bu kadar tepkisiz olmasının nedeni… Sakinliğinin durgunluğunun nedeni… Dillendirmek bile istemiyordum. Her şey bu kadar önemliyken her şey bu kadar önemsizdi demek… Doğacak yeni bir günü görmemenin olasılığı varken neden o tatsız tuzsu pilav sevilmesindi ki. Neden? Neden? Neden? Değil mi? Her şeyin nedeni buydu demek. Bana garip gelen her şeyin nedeni bu kadar acıydı demek. Hayat beni gene yanıltmıştı. Demek ki en büyük acıların çemberinden daha geçmemiştim. Kışı atlattığımı sanıyordum oysa sadece sonbaharı atlatmıştım. Kara kışımı daha yaşamamıştım. Hesap hep olmalıydı aslında. Bunu hayatımdan çıkararak kendi yenilgimi ben hazırlamıştım. İşte şimdi? Ne yapacağımı şimdi bilmiyordum. Ölmeyi isteyemezdim ama yaşayamazdım da… Çekip gidemezdim ama kalamazdım da. Her şey çok zordu. Kalmak da gitmek de ölmek de yaşamak da… Bir karar verebilecek durumda değildim ve kararımı verebilmem için yardımcı olacak kimse yoktu. Bu ateşin düştüğü yeri yakmasından kaynaklanıyordu. Ne kadar anlatırsam anlatayım kim beni ne kadar anlayabilirdi ki? Beni anlaya bilecek çözüm üretebilecek tek insanın da son sözünü söylemesine izin bile vermemiştim. Hala uslanmamış ders almamıştım. Evet, herkes haklıydı ben zora gelemiyordum. Gene kolayı seçmiştim. Kapıyı çarpıp çıkarak en büyük budalalığı yapmıştım. Ama işte öğrenmiştim. Geriye dönmeliydim. Gidebilmek kadar dönebilmek de cesaretti.
Sakin adımlarla evin yolunu tuttum. Karşılaştığım insanların soru yağmurlarından sıyrılıp evime attım kendimi. Ortalığı derleyip topladım ve hafif bir müzik açtım. Hayatımın en güzel anlarını geçirdiğim bu ev içimi o kadar acıtıyordu ki şimdi… Evet, başıma gelen dünyanın sonuydu ama yapabileceğim şeyler olmalıydı. Bitenlerden başlayan bir şeyler olmalıydı ve neyin bitip neyin başlayacağına birlikte karar verecektik. Onun bana kibrit alevi vermesi yeterliydi ben dünyaları yakmaya hazırdım. Acım sonsuzsa gücümde sonsuz olmalıydı ki üstesinden gelebileydim. Şu büyük acısıyla bile bana gene ne çok şeyi hatırlatmış ne çok şeyi göstermişti. Emekleyemezken koştuğumu sanıyordum. O ne yapıyordu şimdi acaba? Ne düşünüyordu, neredeydi, ne haldeydi? Telefonuma baktım önce. Hayır, gene kolayı seçiyordum. Yapmamalıydım. Tam o sırada telefonum çaldı. Arayan patronumdu. Üç gündür işe gelmediğim için işten kovulduğumu söyledi. Buna üzülecek vaktim olmadığını söyleyip telefonu kapattım. Bundan iki ay önce en çok korktuğum şeydi işsiz kalmak. Şu hale bak? Buna üzülmeyi o kadar çok isterdim ki… Şu an hissettiğim acının yanında tüm acılar o kadar çok lüks kalıyordu ki…
Akşam olmuştu. Geç kalmamalıydım. Dışarı çıktım. Zihnimin kalabalıklığından olsa gerek yol çok kısa gelmişti bana. Kapıyı çalmadım. İçeri girdiğimde her şeyi daha derli toplu görünce şaşırdım. Mutfaktaydı ve yemek yapıyordu. Hiç bir şey olmamış gibiydi. Her şeye inat yaşamak bu olsa gerekti. Kendimden inanılmaz utanıyordum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ben nasıl bir insandım böyle. Çabuk üzülen çabuk sevinen… Her konuda bu kadar aceleci olmamın anlamı neydi? Denizin kıyısında ağlayan kız için hayat durmuşken mutfaktaki adam için hayat devam ediyordu.
Ayakta durmamamı söyledi. Hemen yardıma koyuldum tek kelime etmiyordum. Konuşmak için zaman kolluyordu. Bir açıklama yapmak için ya da beni rahatlatmak için değil ama… Bana kızgındı ve bu her halinden belliydi. Onu seviyor olmam, onun için üzülüyor olmam, onu düşünüyor olmam bana minnet duyması için yeterli bir neden değildi. Ya da buna sığınarak yaptığım saygısızlığı açıklayamazdım. Bu tür duygusal yaklaşımlardan ziyade mantıklı davranmamı bekliyordu. Haklıydı da… Karşısında küçülmüştüm. Kendimi bir çocuk kadar tecrübesiz görüyordum. Saatlerce yaptığımı sorguladı. Ben sesimi çıkarmadan onun yaptığı eleştirileri dinledim. Ne diye bilirdim ki…
Hızını alamamıştı. O su gibi sesi olan adam inanılmaz bir öfkeyle bağırıyordu:
“ Sen hayatının hangi evresinde acı çektin ki buna da hazırlıklı olmanı beklemeliydim? Ya da anlatabilmem için hangi sağlam duruşu sergiledin ki? Bir inat uğruna kapıyı çekip gelmiş herkesi terk etmiş ve buna da acı çekmek diyorsun. Sen babanı affedemeyecek kadar zayıf bir insansın. Yaptıklarının hep bahanesi var nedeni yok. O çok nefret ettiğin memleket var ya? Ben oralıyım bunu biliyor musun? Umurunda olur mu bilmem! Hiçbir şeyi umursamıyorsun kendinden başka.
Çocuklar dayak yiyor aç kalıyor. İnsanlar ölüyor bir hiç uğruna. Bir dilim ekmek için avuçları patlayana kadar çalışıyor insanlar. Kızlar öldürülüyor namus uğruna. Ben hastayım ve ilacımı alabiliyorum. Ya benim gibi olup da ilacını alamayanlar? Kendi acılarım dışındaki herkesin acısı ban acı verir. Hep kendimden daha kötü durumdaki insanları düşünüp şükür ederim. Bu poliyannacılık değil. Elindekilerin değerini bilmektir. Bunun da hastalığımla bir nedeni yok. Ben her zaman her şeyin değerini bildim. Ya sen? İnsanlardan kaçtım evet. Çünkü insanlar hayata karşı çok nankörler. Ve ben kimseye felsefe anlatacak durumda değilim. Kendi yalın gerçekliğimle yaşamaktan mutluyum, memnunum. Sana gelince… Sen onlardan farklısın. Kendini zorladığında beni anlayabileceğini biliyorum. Sen hayatıma girmedin ben seni dâhil ettim. Her şeyi göze alarak hem de… Çünkü seni tanıdım. Sevdim. Ama bu konu hakkında konuşmaya daha hazırlıklı olmadığını biliyordum. Ve yanılmadım. Bazı arkadaşlar bencillik ettiğimi düşündü. Ne de olsa ben ömrü belli bir insandım. Seninle bu maceraya girmemleydim. Ama yanılıyorlardı. Ne yani yatağıma uzanıp ölümü mü beklemeliydim. Yani ölmeden ölmeliydim. Öyle mi? Hayat son ana kadar akar. Hayatın bu çirkin oyunu yüzünden seni kendimden kendimi de senden mahrum etmek daha bencillik olurdu sanırım. Sana sunduğum bu lütuf karşısında kapıyı çarpıp çıkman korkunç ve affedilir gibi değil. Hastalığıma üzülüyorsun? Neden? Hadi üzülmeni anlıyorum neden kaçıyorsun? Ama inan geri dönüşünle kendine de bana da çok şeyi kanıtladın. Açıkçası beklemiyordum.”
Şaşkınlık ve mutluluk arasında gidip geliyordum. Ne kendimi ne de karşımdakini tanıyamıyordum. Meğer ben onun hakkında hiç ama hiçbir şey bilmiyormuşum. Bana bakışının bu denli acımasız olduğunu, hayata karşı bu kadar güçlü olduğunu, bu kadar duyarlı olduğunu… Düğüm çözmeye gelmiştim ama kopmuş bir ipte düğüm çözmenin bir anlamı yoktu sanırım. Onun kendine dair hiçbir sorunu yoktu. Tüm düğümler bende mevcuttu. Ama bu uzun nutkuyla ben onu da çözmüştüm. Kendime karşı bu denli kör davranmamın bir bahanesi var mıydı? Tüm yanlış hesaplardan sakınırken yolumu kaybetmiştim. Kimdim? Ya da kim değildim? Her şey bu noktaya nasıl gelmişti? Yarını bile belki görmeyecek olan bir insan bu kadar mı tutkulu, bu kadar mı hayata bağlı olurdu. Tanrım bu ne güçtü? Asıl durumu içler acısı olan, acınacak durumda olan bendim. Haklı olduğunu söylemekten başka bir şey gelmedi elimden. Onu şimdi daha anlamlı seviyordum. Teşekkür edip çıkmaya hazırlanırken gözüm bavullara takıldı. Ben sormadan durumu açıkladı
“ Bir yıldır memlekete tayinimi istiyordum. Dün nihayet geldi. Yaşayacağım ne kaldıysa orada yaşamak istiyorum. Sana söyleyecektim ama yoktun ortalıkta. Sana veda etmeden gideceğim için çok üzgündüm.” Yüzünde hafif bir tebessüm vardı nedense.
Ve o an hayatımın kararını verdim. Doğru bir yol için büyük ve önemli bir adımı attım Ben de onunla gidecektim. Kendimi, haksızlık ettiğim tüm insanlara karşı temize çıkaracak kırdığım dağıttığım her şeyi toparlayacaktım. Ben haklı dahi olsam en azından üstüme düşenleri yapmalıydım. Ve bunu bunca zaman yapmamıştım. Kime ne vermiştim ki ne istiyordum. Hayatın bana verdiklerini elimin tersiyle itmekten başka şımarıklılıktan başka ne yapmıştım?
Bu kararımı ona söylediğimde hiç tepki vermedi sadece cüzdanından iki bilet çıkardı. Benim için de almıştı zaten. Bu inanılmazdı. Bu kadar mı ele vermiştim kendimi. Nasıl beni bu kadar iyi tanıyabilmişti? Cevabı basitti çünkü kendini iyi tanıyordu.
Hiç uyumadan sabahladık. Son kez Bodrum’un gündoğumunu izledik. Kıyafetlerimi bile almadan, hiç kimseyle vedalaşmadan otogarın yolunu tuttuk. Gene her şeyi ve herkesi geride bırakıyordum. Memleketim, gurbetim birbirine karışmıştı. Bodrum’ u özlemeyecektim ama çünkü burada kıyafetlerim ve sadece yüzü olan birkaç insan dışında bir şey bırakmamıştım. Benim her şeyim Tevfik ‘ti. Onda aradığımdan da fazlasını bulmuştum. Kendimi bulmuştum. Geçmişimi bulmuştum. Geriye dönüş yolunu bulmuştum en önemlisi. Yoksa bir labirentte kaybolacaktım. Bir başına ayrıldığım yere oldukça kalabalık dönüyordum.
Her şeye başlamak zor olacaktı ama. Kendimi kabullendirmem, affettirmem, kaybettiklerimi geri kazanmam… Bıraktığım savaştan daha büyük bir savaş beni bekliyordu. Ve Tevfik in hastalığı. O bana hayat vermişti ve ben de ne pahasına olursa olsun ona hayat verecektim. Onun gözlerindeki o ışıltıyı ebedi kılmak için ne gerekiyorsa yapacaktım. İçimde yanan ateşe inat buz gibi duracaktım. İşte şimdi hazırdım ufuktan hırçın deli gibi kopan kara kışa.
Otobüsün kalkışı anons edildi. El ele otobüse bindik ve memleketimize doğru yola koyulduk. Merhabaların ve elvedaların dostluğu ile…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.