Kayıp kişilik!
- 23 temmuz
muğla-
geçen gün boşalan bir odanın temizliğini yaparken büfenin üstünde gözüme bir kitap ilişti. kapağını öylesine açınca ilk sayfadaki şu paragraf dikkatimi çekti;
“ bunca felaket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünya da köpekler gibi mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. mutsuz olmak bir marifet değildir. çektiğin acıları gözler önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak onlarla yetinmektir asıl marifet. ”
evet, işte o gün şans eseri elime aldığım bu kitabı o andan itibaren hiç bırakmadan – İlber beyden azar işittiğim halde- günün de yetmemesi sebebiyle gecede sabaha kadar okumaya devam ettim. bir ara sıla odadaki ışıktan rahatsız olunca onu sıla’nın başucundaki şampanya şişesini yakarak o cılız ışıkta okumaya gönlüm razı olmadı. ve parmak uçlarımda aşağı kata inerek soğuk mutfakta okumaya mecbur kaldım. ilber beyin bir mum ışığı dahi görürse neler yapabileceğini tahmin edemeyeceğimi söylemesinden sonra başka bir şeye de cesaret edemezdim zaten. açık tehdit bu ama neyse. böyle günlerde mutfak işime yarıyor. çünkü onun odası yarım metre farkla burasını göremiyor. ne talihsizlik! neyse ki onunkiyle bizim süslü odamızın yerleri değişmiş falan değil. çünkü eğer öyle bir talihsizlik olsaydı ben şuan bahçede olurdum herhalde tir tir titreyerek. sıla’nın da ışıktan rahatsız olacağı tuttu. acımada yok bu kızda. bu ‘soğukta’ beni kapı dışarı etti.
— hiç çekemem şimdi. dedi beni iterken. evlense de kurtulsam
ayrıca neredeyse cinayetle sonuçlanacak, tam olarak bir ay beş günlük bir iş hayatım oldu. ve kovdurdum.
evet yani istifa bile etmeye gerek görmeden o iğrenç turizm şirketinden kendimi dışarı atarken ikinci eski patronumda ardımdan ‘defol’mamı söyledi. ve zaten işini terk eden birisini kovdurmayı da başardım. kendimi biran kötü hissettim ama bir dalgınlık anında görülen önemsiz rüyalar gibiydi ve unuttum bile. öyle olmasa şimdi oturup her şeyi ta başından anlatırdım. dimi ama?
bu akşam yine iki arada kitap okurken – çünkü akşamları hiç okuyacak halim kalmıyor- ilber bey ekinde: tarsus’a özgü; hafif bodur boylu, burun deliklerinin oluşumu iki ayrı burnun varlığını sandıran, diğer köpek türlerine oranla dişi erkek fark etmeden iki yılda değil altı yedi ayda ava başlayan ancak ne acıdır ki orada yaşayanların bile bu hayvanın kendi yörelerine özgü olduğunu bilmediklerini bir çırpıda anlattığı köpeği ‘tertip’i – çok ayıp - tanıttı. oğuz amca duymasın ona tertip dediğini. onun bana bunları bu kadar ayrıntısıyla uzun uzun anlatmasının nedeni ise zaten kitap okurken basılmışlığın tedirginliği varken üzerimde arkamı döndüğümde karşımda bu hayvanı görünce verdiğim;
— ay, ay bu ne? şeklindeki tepkim oldu. sadece bu. sanırım ilk kurbanı da bendim ki bu burnuna rağmen şirin beyaz fakat kahverengi çamur benekli şeyi bana anlattı. ama onun kuyruğunun doğal olarak mı yoksa sonradan mı kesik olduğunu bilmiyorum ve açıkçası sormaya çekiniyorum. ya yine başlarsa diye.
ilber bey köpek sevinciyle benim yine kitap okuduğumu bile fark etmeden onunla ilgilenmek için bahçeye çıktığında mutfakta onunla konuşup konuşmamak arasında büyük çelişki yaşadım. geçenlerde sıla ile birlikte şu ‘gölgesine’ aşık olduğum tepede – benden de ne beklenirdi ki insanlara değil cansız varlıklara aşık oluyorum. buna bir şey deniyordu ama unuttum şimdi.- bir halası varmış oraya gittik. biliyordum beni orada çeken bir şey vardı ama ne olduğunu bilmiyordum ve oraya gidince bulmama hiçte zor olmadı. aslında sıla’nın düğün hazırlıklarıyla ilgili konuşmak için gitmiştik ama benim ilgimi evin karşısındaki bir tarafı boş bir arsa diğer tarafı lüks bir evle çevrili olan şirin ama bir viran halde bir ev çekti. evin arkasındaki duvarla saklanmış mezarlık manzarası ise merakımı iyice celp etmişti. sıla ve halası benim bu ilgimi çeken ev hakkında bayağı tartıştılar ve ben onlara bir şey soramadım. burada sonunda dayanamayıp bahçeye ilber beyin yanına çıktım. oturduğu sedirin bir ucuna da ben oturup ilgilendiği köpeği sevdim bir süre. sonra ona merakımı sordum. ani sorum karşısında önce duraladı sonra pek kavrayamamış gibi düşündü kısa biran. sonra o gün ne olduğunu sorduğunda oturup olanları anlattım. ve ben sadece o evin ve duvarın sırrını sormuştum. etrafta sıla’nın olup olmadığını kontrol ettikten sonra anlatmaya başladı.
orası sıla’nın, anne ve babasıyla birlikte çocukluğunu geçirdiği evmiş. – tahmin etmiştim bir şeyler olduğunu- severlermiş de orayı. eh tabi sevilmeyecek gibi de değil hani. solunda ege sağında akdeniz, arkasında harika kayın ağaçlarının sardığı bir tepe… harika bir atmosfer ve ayaklarının dibinde kalan deniz artı mavi bir ufuk. aynı kardeşimin gözleri gibi. ikiz olmamıza rağmen ufuk’un gözleri mavidir.
sıla’nın annesi hastalanıp ta kısa sürede hayata veda edince onun oyun alanı olan mezarlığa gömülmüş. bu da tabi ki hayatında her şeyi alt üst etmiş. önceleri annesinin mezarının odasını birkaç adım ötesinde olmasına rağmen neredeyse geceleri bile başından ayrılmazken sonra zamanla ondan kalıcı olarak ayrıldığını yüzünü uzun süreler rüyalarında bile göremeyince anlamış. tabi ki içine büyük bir kaya gibi oturmuş. gel zaman git zaman zihninde annesiyle burada kimsesiz mezarların başında ettikleri dualar ve daha bir çok anısı daha da özlemle belirdikçe eh annesinin de burada yattığını düşündükçe küçük yüreği çok yanmış anlaşılan. önce babası taşınmamak için bir duvar örmüş arka bahçeye ama buda çok idare etmemiş. nede olsa büyüdükçe canlılar daha bir akıllanıyorlar. oturup ta babasına içinde çektiği acıları çocuk diliyle anlatınca ilber beyde dayanamamış sonunda ve çok uzaklaşamamasına rağmen orada da duramamış. tepedeki evlerini bırakıp bu kıyıdaki büyük ata yadigarı konağa yerleşmişler. – ve bende böylece bu pansiyonunda nasıl açıldığını anlamış bulunuyorum. biraz oğuz amcanın lokantasına benziyor hikayesi. –
ilber bey;
— beni en çok ta sıla’nın bu bahçede annesi olmadan neler çektiğini anlattığında dayanamadım. dedi. ben büyüktüm, sözde olgundum ama o çocuk kalbiyle bana anlattıklarını ben kendime bile itiraf edemiyordum. zamanla yine o gidip gelmeye başladı tepeye ben ise yapamadım.
kız kardeşi yani esme teyze çok itiraz etmiş ama dinletememiş. eşyaları ne yaptıklarını merak ettim. ‘ hepsinin de birer anısı olmalıydı’ diyordum. ilber bey onların çok az bir kısmını yani resim, mektup gibi belgeli hatıralar haricindeki tüm eşyayı hatta söylediğine göre evin ön odasında yani bahçeye bakan odada eşinin küçük bir butiği varmış. oradakileri bile hiç düşünmeden satmış.
— bir ara bende tertip gibi kapısız bir odaya hapsetmek istedim onları. onun ki evlat benimki hayat arkadaşı olsa da acılarımız neredeyse eş zamanlıydı. ama sıla onun ailesi gibi değildi. tam tersi benim kızım her şeyi unutma niyetindeydi. yapamadım. dedi. ve daha uzun bir süre sıla’dan saklanarak o anlattı ben dinledim.
…ve sonunda da zamanlamam belki biraz bencilce olacaktı, ama beni asıl heyecanlandıran soruyu yani burasıyla neden bu kadar ilgilendiğimi sorduğunda ona biraz tereddütle düşüncemi açıkladım. biraz da duygusal davranmak gerekiyordu ve ona küçükken bile bu evi hayal edip evcilik oynarken evimi hep ayrı kuruşumu anlattım. tabi biraz güldü bu çocukça hayale ama aynı zamanda heyecanla ellerime atıldı.
— bunu sahiden istiyor musun kızım? dedi. ben itiraz edeceğini sanmıştım ama sadece şansımı deniyordum. tabi ki ısrarcı davranabilirdim. onaylayınca;
— aslında buraya sıla’nın ısrarıyla geldik ama bir ben gidemediğim gibi o evle de ilgilenemez olmuştum. eh kardeşim de nereye kadar. sıla da işte annesinden kalanların onun gittiğinde asla yakın olmayacağı bir odada olduğuna emin olduktan sonra halasını ziyarete gidebildi zamanla. dediğinde ben kendimi tutamayıp;
— sanırım artık yine gitmeyecek. dedim ve onun meraklanması üzerine o gün olanların geri kalanını da anlattım. ve tahmin ettiğim diğer neden.
— ve, dedim. sanırım birde benim yüzümden hiç gelmez artık. bana çok kızar mı sizce?
— artık itiraz edemez sanırım. nede olsa orasının böyle biçare kalmasına oda katlanamaz. orası artık bir viraneymiş. sen nasıl üstesinden geleceksin? dedi. cevap vermedim ama ona güven verdim ve merak ettim.
— doğru söyleyin hiç mi gitmediniz?
— sadece bir kere o da kardeşimin beni telefonda ısrarla çağırmasıyla. aslına bakarsan ben gitmem diye tutturmuyordum ama gitmekten kaçıyordum kimseye söylemeden. anlaşılamaz bir şey olmadığını tahmin edersin. yine gitmezdim ya iki nedenim vardı. birincisi acımla yüzleşmek ikincisi ise kardeşimi başka türlü göremeyeceğimi bilmemdi.
- mahsuru yoksa esme teyzenin neden aşağıya gelmediğini bana da söyler misiniz? o ‘düzlüğe’ inmiyor, siz ‘tepeye’çıkmıyorsunuz!
- ha evet zaten oraya çağırılış nedenim de buydu. çok eskiden daha evliliğinin birinci haftasında eşi ortadan kaybolunca – allah’ım gene mi dedim içimden evden ayrıldığımdan beri karşıma hep böyle veya benzer konular çıkıyordu. – o hariç herkes onun deniz de kaybolduğuna kanaat getirmişti. ama dedim ya esme buna üzerinden yirmi beş yıl geçmesine rağmen inanmadı. oradan hiç ayrılmadan onu bekledi ve bir gece beni aradı ısrarla onun geldiğini söylüyordu. gittiğimde tabi ki böyle bir işaret yoktu ama acısı benimkinden de derin onun. nede olsa kayıp bu ölüden beterdir onun acısı. dedi ve farkında olmadan beni de vurmuştu. ah be kızım bunu bilirsin, bilirsin de ne diye çektirirsin bunları cümlenize birden. dedim kendime bir kez daha. belki de bilerek böyle dedi. çünkü oğuz amcadan şüpheleniyorum. ona benim evden kaçtığımı söylemiş olmalı. yoksa beni nasıl tanıtmış
- olabilir ki ona. hem de bu kadar sahip çıkmasını üstüne basarak söylemesi ve onun da bana rağmen onu dinleyişinden ben sadece bunu çıkarabiliyorum. neyse sonuç olarak aslında o denizci de gelmemiş.
ikinci sonuç olarak ise sıla ya henüz bildirmemiş olsam da sahibinden izin aldım. ondan aynı ağaçlarına dalacağım bahçe sahibi gibi çekiniyorum. bunun bir diğer nedeni de ilber bey bu haberi kızına asla kendisinin vermeyeceğini söylemesi oldu.
peki ya neden sevinemiyorum?
oysa izin almadan önce kendi kendime hayal kurarken ki heyecanım bir yana düşündüklerimi beğenirken şimdi o arzuyu yitiriyor muyum yoksa. sanmıyorum. ve eğer bu hedefim için bir girişimde bulunmazsam ihtimal olan sıla’nın tepkisine rağmen ben bu işten vazgeçebilirim. aslında o itiraz edince ben iç güdüsel olarak inadına hareket edeceğimi de biliyorum. bu ne tereddüt yoksa aslında sandığım kadar istemiyor muyum bunu? ama artık çok geç. çünkü düşüncemi birisine kesin olarak açtım ve ben yapacağımı söyleyip de ondan dönersem eksilirmişim gibi hissediyorum. ondan vazgeçsem dahi. hatta bazen öyle durumlar oluyor ki benim söylemediklerim bile bana yakıştırıldığında bile bunların benim üzerime yapıştığını benim düşüncem yada davranışım haline dönüştüğünü hissediyorum. ve aslında bu saçmalığı sevmiyorum.
kayıp kimlik / salina
Kayıp kişilik! Yazısına Yorum Yap
"Kayıp kişilik!" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.