Deli Kızıma 5
DELİ KIZIMA MEKTUPLARDAN 5
Gülümse deli kızım!
Zehir elde etmek amacıyla, nisan yağmuru yutmak için yeryüzüne çıkan bir yılan gibi kendimi sokağa atmıştım bugün. Yağmur altında sırılsıklam olmuştum. Biraz yağmur damlaları yutmaya çalışmıştım. Böylece sana yazacağım mektup için yüreğimi yağmaya hazırlıyordum sanki. Yağmur devam ediyor hala deli kızım. Sana mektup yazmama yakışıyor yağmur. Ey yüreğimin yağmuru, bu mektuba yazacaklarımı sırılsıklam et ne olur! Yağmurun içimde yarattığı hüzün sayesinde, odam deniz kokusuyla doldu gülüm. İçimi kaplayan aşk duygusu şimşekler çaktırıyor beynimde. Mektubumu okuduğunda, bir martı uçsun göğünden göğüme denizkızım! Özlem suyuna atılan bir karanfil olsun bu mektubum!
Bertolt Brecht, Bir Yaprak Gönder adlı şiirinde ’Bir yaprak gönder bana,/bir koruluktan koparılmış olsun,/hiç değilse evinden yarım saat öteden./Sen oraya dek yürür güçlenirsin,/bense kalkar teşekkür ederim sana/o güzel yaprak için’ diyordu. Bu şiirden esinlenerek, dün gece evimden yarım saat öteye kadar yürüdüm ve karşıma çıkan bir ağaçtan bir yaprak kopardım senin için. O yaprağı, bu mektupla birlikte gönderiyorum sana.
Sana bu mektubu Anne Frank’ın ülkesinden yazıyorum.3 yıldır Berlin’de yaşıyorum. Türkçe konuştuğunu sanan birçok insanın karşısında, yeterince bilmediğim bir yabancı dili konuşuyorlarmışçasına zorlanıyorum bazen. Hesap-kitap insanlarını, pazarlamacı kişileri, kendilerine sığıntı olanları gördükçe, kendimi iki ayna arasında kalmış gibi hissediyorum. Bu aynalardan biri kitaplar, ötekisi de aşk. Görüntümün sonsuzca tekrarlanması, sezgi gücüme güç katıyor. Dokunuşla renkleri gören kör bir büyücü oluyorum sanki.
Nietzsche’nin, sahibi tarafından kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak ağlaması, atın bedeninde bütün acı çekenlere sarılması geçiyor aklımdan şimdi.’Adları kırbaçlanan bilge kişileri, tarihin piçlerini’ düşündükçe, kitaplar ve yazdıklarım boynuma sarılıp ağlıyor. Sokak çocuklarını düşünüyorum, içimdeki çocuk boynuma sarılıp ağlıyor. Okuduklarımın ve yazdıklarımın annem, dostluklarımın ise babam olduğunu daha iyi anlıyorum böylece. Kirli dünyamızın havasını solumaktan dolayı acı çekenlere, tertemiz havalarını solumanın olanağını sağlıyor kitaplar. Tek itaat ettiğim sokağa çıkma yasakları, kitapların içinde kaybolduğum günlerdir deli kızım! Rainer Maria Rilke’nin, Kör Kadının Söyleşisi adlı şiirinden bir bölümle, çeliğe su verilmesi gibi, ben de mektubuma su vermek istiyorum:’Hiçbir şeyin eksikliğini duymuyorum artık/bütün renkler gürültülerin/ve kokuların diline çevrilmiş./Ve sonsuz bir güzellikte hepsi de,/seslere dönüştüklerinde./Ne yapayım artık kitapları?/Rüzgar, tek tek sayfaları çevirmekte ağaçlarda; /ve biliyorum hangi sözcüklerin yazılı olduğunu,/hafiften yineliyorum kimi zamanlar./Ve gözleri çiçekler gibi solduran ölüme gelince,/ulaşamıyor benim gözlerime.’
Kilitlerimin anahtarlarını arıyorum okuduğum kitaplarda, dostluklarda deli kızım. Bitmeli artık kendi yüzümde sürgünlüğüm. Yaşamımda ne kadar çok şeyi ertelediğimi düşünüyorum şimdi. Ve de ertelemenin eksilmek demek olduğunu daha iyi anlıyorum. Berlin’de yasadığım 3 yıl, bir filmin reklam arası gibi hayatımda. Ama filmin kaldığı yerden devam edip etmeyeceğini bilmiyorum elbette. Ey eksilmelerimi eksiltecek deli kız! Neredesin? Ben buradayım. Kendinle sevişen yanını gönder bana!
Mevlana’nın fil meselini bilirsin. Karanlık bir ortamda, filin bedeninin değişik yerlerine dokunan birkaç insan, fili hep başka şeylere benzetiyorlar. Mevlana,’Bir mum ışığı olsaydı eğer, dokundukları şeyin bir fil olduğunu anlayabileceklerdi,’ diyordu. Aşkı anlatmaya çalışırken, fili tarif etmeye çalışanlar gibiyiz deli kızım. Bir insanin kendi yüzünü görememesi gibi, aşkı da kelimelere sığdırmamız olanaksız sanırım. Aşkı anlatırken, mum ışığı karşısında nefes çalışması yapan tiyatro oyuncuları gibiyiz. Oyuncunun mum ışığını söndürmemek için nefes ayarıyla konuşmak zorunda kalması gibi, ben de sana aşktan ne anladığımı anlatmaya çalışacağım. Evrenin yaratılışı, dinsel ve mitolojik gelenekte, erkek ve dişi ilkelerin birbirlerine duydukları aşkın sonucudur. Aşk ve sonsuzluk duygusu iç içedir. Bazıları aşkın, ilkel komünal toplumdan ’uygar topluma’ geçiş sonrası ortaya çıkan ve cins ayrımcılığına dayanan tek eşli aile kurumuyla birlikte gündeme geldiğini savunuyorlar. Ama aşk, dayatılan evlilik kurumunun içine sığdırılamıyor hiçbir zaman. Tarihin destansı aşk öyküleri, birbirine kavuşturulmayan sevgilileri ya da karşılıksız aşk sonucu acı çekenleri anlatıyor. Bu masalsı aşklarda töretanımazlığı görüyoruz. Aşıklar, kendilerini kuşatan toplumsal yapıya başkaldırmayı göze almışlardır. Neden mutlu aşıklar kendilerine dünya edebiyatında, folklorunda, söylencelerinde yer bulamıyorlar? Neden aşk masalları sevgililer birleşince bitiyor? Bu durum, mutluluğun anlatılamaz olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa tarihin, acılar yaratan sınıf savaşımlarının anlatımına dayanmasına koşut olarak, mutsuz aşklar mı layık görülüyor tarihin sayfalarına? Sanat yapıtları, çatışmadan doğdukları için mi, mutsuz aşklarla karşılaşıyoruz bu yapıtlarda? İnsanlar neden aşıkların mutsuzluğuna ilgi duyuyor? Aşkın, acı ve mutsuzluğa indirgenmesi doğru mu? Aşkın ortaya çıkışının cins ayrımcılığıyla ilişkili olduğunu varsayalım bir an için, bu durumda tarihin sonunda yani sınıflı toplumların sonlanmasıyla birlikte, aşkın da sonu mu gelecek? Aşkın sonlanması acısız, özgür bir sevgi ilişkisini mi beraberinde getirecek? Yoksa tarihin sonu, yeryüzünün aşkın yüzü olmasına mı yol açacak? Louis Aragon’un, ’mutlu aşk yoktur’ dizesinin yanlış anlaşıldığı kanısındayım. Yazılı tarihinin olmaması, mutlu aşkların yaşanmadığı anlamına gelmez elbette. Aragon, Mutlu Aşk Yoktur adlı şiirini, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Fransa işgal altındayken yazmıştır. Bu şiirle ’yaşanan ortak mutsuzlukta, bireysel mutlulukların olamayacağını’ vurgulamak istemiştir. Aşk, insanın insanlaşma sürecini hızlandıran en önemli duygu, en çocuksu halimiz. Mutlu aşkların olanaklı olduğuna ve tarihin sonuyla birlikte, aşkın kendisine yaraşır bir özgürlük dünyasına kavuşacağına inanıyorum ben. Mantığımızı aşan aşk, tarihi de aşacak elbette. Martin Luther King,’Dünyanın yarın yok olacağını bilebilseydim eğer, yine de bir ağaç fidanı dikerdim,’ diyordu. Ben de dünyanın yarın yok olacağını bilebilseydim eğer, yine de bir aşk şiiri yazardım. Varolan toplumsal sisteme eleştiri yapmaksızın, tavır almaksızın insanca aşkı yasamanın olanağı yok günümüzde. İnsanca aşk, sıradışı olmayı, hem kendimizi hem de toplumu dönüştürme çabasını gerektiriyor. Aşk, yaşanılası bir dünyayı düşleyebilme gücü veriyor bizlere. Böyle bir dünyanın savaşımını verirken aşkla zenginleşeceğiz. Sevgiliye duyduğumuz sorumluluk, toplumsal sorumluluğumuzu da geliştirecek. Aşk, özgürlük yitimi değil, özgürlük kazanımı olacak bizler için. Aşkı ’iki kişilik bencillik’ olarak yaşamak istemiyorsak eğer, dostlarımıza duyduğumuz sevgiyi de taşımalıyız aşkımıza. Çünkü toplumsal ilişkilerde kısır olmak, dayanışma, paylaşım yönünden gelişmemiş olmak, insanın kendisine yabancılaşmasına yol açan aşk bunalımlarını da getiriyor beraberinde. Aşk ilişkisinde bağımlılık ile bağlılığı, sorumsuzluk ile özgürlüğü birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Cinsler arası eşitsizlik önyargısı, sevilene sahip olma anlayışı aşkin yitimine yol açıyor. Aşkı, erkek egemen psikolojinin prizmasından geçiren erkeklerin, kendilerinden daha kültürlü kadınlarla birlikte olmayı göze alamayışlarıyla da sıkça karşılaşıyoruz günümüzde. Bu bakış açısıyla insanca aşk yaratılabilir mi? Sevdiğine bir şeyler vermeye çalışan erkekler pek çok, ama bir şeyler almaya çalışanlar çok az ne yazık ki. İnsanca aşkı savunabilmek, cinsiyet ayrımına karşı olmayı gerektiriyor. Her insanın aşkı, kültür anteninin alıcı gücüyle, tarih bilinciyle, romantik duyarlılığıyla doğru orantılı. Aşk sadece duygu işi değil, bilinç, kültür işi aynı zamanda. İrade dışı gelişen aşk, ilk bakışla gerçekleşebileceği gibi, belli bir yakınlaşma sürecinin üzerinden de gelişebilir elbette. Az emekle gelişebilen bir sevgi türü olan aşkın, paylaşım ve tanıma sonrasında sönümlenmemesi, sevgililerin kendilerini sürekli olarak yenileme konusunda gösterecekleri emeğin yoğunluğuna bağlıdır.
Biraz önce yıldızları seyrettim bir süre, üç boyutlu bir resmi algılamaya çalışan bir insanın yüz ifadesiyle. Bu sırada bir fanteziye kaptırdım kendimi.’Acaba evren de biyolojik bir varlık gibi işliyor olabilir mi?’ diye sordum kendi kendime. Bu sırada gökyüzünün derinliklerine işleyen bir bakış yaşıyordum sanki. Gökyüzünden kendi yüzüme aşı yapmış oluyordum böylece. Goethe gibi, ’Işık, biraz daha ışık’ dercesine, kendi yüzümün çevresinde dönen bir pervane oluyordum sanki. Göğüs kafesimden salıveriyordum ateşböceklerini o zaman. Işık hızıyla giden bir uzaygemisiyle, uzaydaki gezisinden dünyadaki geleceğine inen bir astronot gibi hissediyorum kendimi böyle zamanlarda.
Bu günlerde kendimi mitolojiye iyice kaptırdım deli kızım! Mitoloji,’sanatin dilbilgisi’ benim açımdan. Mitoloji aracılığıyla da aşklarımı, umutlarımı tuzlayabiliyorum kokmasınlar diye. Kendi gizlerinde boğulan insanlara karşı,’bilgi dilimi’ güçlendiriyor mitoloji. Köklerimi denizde, gövdemi karada hissetmeme yardımcı oluyor. Ana rahminin sıcaklığı gibi bir sıcaklık yaşatabiliyor bana. Yıllarca mitoloji denizinde yüzmemin sayesinde, şu gerçeği görebildim denizkızım: Mitoloji özümsenmeden, insanlık tarihi yeterince anlaşılamaz!
Bir anım geldi şimdi aklıma deli kızım!1997 yılının bir akşamında ’adları bende saklı’ iki dostumla birlikte bir Alman barına gitmiştim. Sohbet sırasında romantik bir oyun oynamalarını sağlamıştım bir ara. Dostlarımdan erkek olanı sigaradan bir yudum aldıktan sonra, kadın dostumu dudağından öpüyor ve sigarayı ona veriyordu. Kadın dostum da aynı oyunu tekrarlıyordu. Bu oyun sigara bitimine kadar sürdü. Oyunun bitiminden sonra masanın üzerine çıkıp bağdaş kurdum. Ben Efkan Şeşen’den, Yüreğim Yangınlarda’yı söylerken, onlar da dans ettiler. Bu oyunun ardından sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Geceleyin bardan çıkıp evlerimize gitmek üzere yola koyulduk hep birlikte. Bir sokak lambasının yanından geçerken durdurdum onları. Bir şiir okuyacağımı, şiiri okuduğum sırada içlerinden geleni yapmalarını istediğimi söyledim. Turgut Uyar’ın, Göğe Bakma Durağı adlı şiirini okumaya başladım. Bu sırada onlar da gökyüzüne baktılar, göz göze geldiler, el ele tutuştular, öpüştüler. Turgut Uyar’ın bu şiirinden bir bölüm yazmak istiyorum sana:’İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım/Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından /Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından/Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar/Şu aranıp duran korkak ellerimi tut/Bu evleri atla bu evleri de bunları da/Göğe bakalım’ Durma göğe bakalım deli kızım. Gökyüzünün bir noktasında gözlerimiz kesişebilir belki. Durma kendini hatırlat denizkızım!
Kabuk değiştiren bir ıstakoz gibi hissediyorum kendimi son zamanlarda. Bilirsin, ıstakozlar kabuk değiştirme sırasında güç yitimine uğradıklarından dolayı, denizin en dibindeki kayalıklara saklanarak güvenliklerini sağlamış olurlar. Ben de son zamanlarda gönlümün en derinindeki aşkımıza sığınıyorum deli kızım. Sanki Rus Ruleti oynuyorum kendi kendimle. Silah, sana duydugum aşk elbette. Silahın içindeki tek kurşun ise hüzün. Murathan Mungan’ın deyişiyle hüzünden kaçan insanlar, yapay sevinçlere kilitlenme yanılsamasından kurtaramıyorlar kendilerini. Çıkmaz sokaklarda çıkış arıyorlar. Benim için aşk mektupsa, hüzün de bu mektubu koyduğum zarftır denizkızım. Bilir misin bilmem, balinaların gövdesine yapışan çeşitli deniz bitkileri ve hayvanları, balinanın hızını etkilermiş. Balina ise hızını kesen bu yükten kurtulmak için, tuzlu denizden büyük nehir ağızlarına dalar ve bir süre tatlı suda kalırmış. Ben de sistemin üzerimde yarattığı kiri atmak için, tatlı su niyetine, tiyatro ve edebiyatın içine balıklama daldım hep. Gün gelecek yasadığım acılar sayesinde, en güzel kahkahalarımı atabileceğim deli kızım. Yaşama sevincim, beşiklik yapıyor yazmayı düşündüğüm yazılara. Aşklarım, umutlarım, özlemlerim, düşlerim, şiirlerime yataklık yapıyorlar. Gölgem düşsün düşlerine denizkızım. Yatağını zorlayan nehir ol gülüm!
Son yıllarda birçok aşamalardan geçtim deli kızım. Yurdumda yaşadığım psikolojik nefes darlığının ardından, soluğu yurtdışında aldım. Bir derviş gibi yollara düşmüştüm. Yanımda Aşk, Hüzün ve Şiir de vardı. Sonradan Tiyatro da aramıza katıldı.’Bundan sonraki yaşamında karşılaşacağın zorlukların, çilelerin, iyiye ve güzele açtığı kapılardan geçeceksin. Yaşamında nelerle karşılaşırsan karşılaş yıkılmak sözcüğü olmayacak sözlüğünde. Umudunu yitirmeyeceksin hiçbir zaman!’ deyip bize katılmıştı. Şiir,’İçindeki hiçbir şeyin kurtlanmasına izin vermemelisin,’ demişti. Bunun üzerine içimde biriken negatifleri kusmuştum. Arkasından insanlığın geleceğine dair içimde taşıdığım umuda, çeliğe su verilmesi gibi martı çığlıkları vermiştim. Aşk, bunu yapmamın sevinciyle,’Yaşamdan bir şey bekleme artık. Çünkü o senden bir şeyler bekliyor!’ demişti. İşte böyle deli kızım. Yanımdakilerle birlikte yolculuğa devam ediyorum hala. Akşam nasıl gündüzle gecenin arasındaysa, ben de kendimi sonsuzluk ve varoluş sancısı arasında duyumsuyorum. Bu duyumsayış, içimden sürekli olarak mutluluk salgılanmasına neden oluyor. Turgut Uyar, Sibernetik adlı şiirinde,’aşkın aşkla çarpımı/nedendir bilinmez/garip bir biçimde/hep sonsuzdur’ diyordu. Ey deli kızım karşıma çıkıp sobele beni ve aşkımızın çarpımıyla sonsuzluğu tadalım artık!
’Çocuksun sen!’ deyişini duyar gibi oluyorum. Haklısın. Hiçbir zaman çocuk duyarlılığımı yitirmeyeceğim. Bak aklıma ne geldi! Yıllar önce Akgün Akova bir söyleşisinde anlatmıştı. Akgün Akova bir gün eşiyle birlikte videodan film izlemek istiyor. Fakat videonun kaset yuvasının kaseti almaması üzerine, videoyu tamirciye götürüyor. Birkaç gün sonra videoyu almaya gidiyor. Tamirciye para ödeyip tam kapıdan çıktığı sırada, videoya plastik bir kaşığın bantlandığını farkediyor. Geriye dönüp tamirciye bunun nedenini soruyor. Tamirci de plastik kaşığın videonun kaset yuvasından çıktığını söylüyor. Şaşırıyor Akgün Akova. Anlam veremiyor bu duruma. Eve gittiğinde bu şaşkınlığını eşiyle de paylaşıyor. Bir süre düşündükten sonra, plastik kaşığın küçük erkek çocuk tarafından video kaset yuvasına neden sokulduğunu çözüyorlar. Küçük çocuk, anne ve babasıyla birlikte izlediği bir filmde, bir annenin çocuğuna mama yedirmeye çalışması, fakat çocuğun yememekte diretmesinden o kadar etkileniyor ki, daha sonra o çocuğa mama yedirme düşüncesiyle videonun kaset yuvasını zorlarken kaşığı içine düşürüyor. Akgün Akova bir başka ilginç olay daha anlatmıştı. Avrupalı bir aile film izlerken, arkasından duman çıkması üzerine baba hemen televizyonu kapatıyor. Arka kapağı açtıklarında ekmek kırıntılarını farkediyorlar. Meğerse küçük çocukları, televizyonda gördükleri bir deri bir kemik kalmış Afrikalı çocuklardan o kadar etkilenmişler ki, onları doyurmak için televizyonun arka kapağının deliklerinden içeri ekmek kırıntıları atmışlar! Akgün Akova’nın bu anlattıkları, iki yazarın başından geçenleri hatırlattı bana. Günlerden bir gün, Balzac’ı bir dostu ziyaret eder. Fakat Balzac’ı gözyaşları içinde bulur. Nedenini sorduğunda, Balzac, Langeais Düşesi’nin öldüğünü söyler. Düşes, Balzac’ın yazmakta olduğu romanın kişilerinden biri. Tam dostunun geldiği sırada, düşesin ölümünü sağlamıştır romanda. Buna benzer bir şeyi Baba Alexandre Dumas da yaşamıştır. Üç Silahşörler-Yirmi Yıl Sonra-Bragelonne Vikontu, Baba Alexandre Dumas’nın üçleme romanlarıdır. Oğul Alexandre Dumas babasını ziyaret ettiği gün, babası Bragelonne Vikontu romanını bitirmiştir. Oğlu babasının gözlerinin ağlamaktan kızarmış olduğunu farkeder ve nedenini sorar. Baba Dumas,’Romanımda Porthos’u öldürdüm. Öldüğü için gözyaşlarımı tutamadım,’ der. Her iki yazarın da çocuk duyarlılıkları ne kadar etkileyici değil mi deli kızım! Bu iki yazarın taşıdıkları çocuk yüreği gibi, ben de çocuk yüreğimle iyilikler, güzellikler peşinde koşacağım hep. Paul Nizan,’Bir erkek, ya bir devrime ya da bir kadına sarılarak kendini yeniden yaratabilir,’ diyordu. Ne zaman bana sarılacaksın denizkızım? Yunus Emre’nin erik ağacından üzüm yemesi gibi, ben de senin gözlerinden alacağım güçle evrenimizi kucaklamalıyım. Karşında baştan aşağı göz kesilebilmeliyim. Sana yeniden seslenene kadar kendine aşk ile bak gülüm!
(Omayra May)
YORUMLAR
AŞKIN GÖZYAŞLARI YA DA RAPUNZEL İLE AVARE
(...)Ask benim icin her zaman bir baskaldirma bicimi olmustu,bunu yillar sonra anladim.Ta o zamandan beri Ömer ile kizinin askinda,annemi babami cileden cikaran,bütün cevremizi günlerce tedirgin eden o askta yasamin bütün anlamini,yeni bir dünyanin bütün isigini görmüstüm.Dünya bizim ellerimizdeydi;yeniden yaratilacakti.Sonra agabeyim birakti kizi.Annem büyüler yaptirmis da ondanmis,ablam öyle demisti.Onlardan oldu,o büyülerden diyor da baska bir sey demiyor ablam.Onun icin bütün dünya,anlamini bilmedigi,gizini cözemedigi bir büyüydü.Agabeyim o kizi birakti.Ayrilirsam,yasayamam ölürüm diyordu.Ayrildi.Zorla nisanlandirildi.Yasadi.Zorla evlendirildi.Ölmedi.Annemin sözünden cikamam,diyordu.Cikmadi.Agabeyim o kizi birakti.Nisanlandi,evlendi.Hicbir zaman bagislamadim onu.Birkac yil sonra gecirdigi bir trafik kazasi sonucu onu görmeye gittigimde anladim ki hic bagislamamisim onu.Ona acimiyordum,o benim icin bir yabanciydi,onu sevdigimden bile kuskuluydum artik.Agabeyim benim merhamet duygularimi alip götürmüstü.Onu hasta yataginda öyle caresiz gördügümde bütün bunlari düsündüm.Askina,aska,hayata,hayatina ihanet etmisti.Bir seylere kiymisti.Baskaldirmamisti.Demek ask yalnizca bir ortam ya da bir uyum sorunuydu.Bunun icin Türk filmlerindeki analar,babalar hakliydilar.Ask acisi birkac ay,bilemedin birkac yil sürer,sonra da biterdi.Bu da gecerdi.Her sey gecerdi.Hele simdi,hele simdi.Artik iyice tedavülden kalkti ask.Büyük asklar,soylu duygular,onulmaz yikimlar yalnizca sarkilarda yasaniyor.Bulundugun ile,calistigin ortama,arkadas cevrene,kusatilmis degerlere,sinirlanmis yasamlara bagli.(Agabeyimin vazgecisinde kendimin ve askin gelecegini görmenin öfkesini yasiyordum.)Bütün bunlara göre birini secmek ve onunla yasamaktan ibaret kaldi ask.Artik hic kimse ask icin daglar asmiyor,irmaklar gecmiyor,diyar diyar gezmiyor.Mecnun bütün cölleri tüketmis,kimseye cöl kalmamis yeryüzünde.Kurumus vahalarda seraplar bitmis.O olmazsa öteki,o olmazsa bu,o olmazsa su...FARK ETMEZ FARK ETMEZ.İlle de o.Yalnizca o.Sonsuza dek o.O.O.O.O diyen kalmadi.
Kimse kimsenin O'su degil.
Artik degil.
Her seyi rastlantilar belirliyor nicedir.Kücük yasamlar,kücük duyarliklar,kücük yüreklerin daracik yüzölcümleri icerisinde gidip gelecegiz,gidip gelecegiz.Ucuz duyarliklara,günübirlik iliskilere,mantik evliliklerine,yalanci asklara,filmlerden,romanlardan ögrendiklerimizi yasama gayretlerine,düzmece ask serüvenlerine,bir mevsimlik yaz asklarina,karanlik sokak iliskilerine gönül düsürdük,hayatimizi düsürdük.Ayaklar altina aldik soylu yanlarimizi,erdemlerimizi,tutkularimizi,derin acilarimizi,yeteneklerimizi,kendimizi.
(...)
KIRK ODA-MURATHAN MUNGAN-METIS YAYINLARI
"Aşk sadece duygu işi değil,bilinç,kültür işi aynı zamanda.İrade dışı gelişen aşk,ilk bakışla gerçekleşebileceği gibi,belli bir yakınlaşma sürecinin üzerinden de gelişebilir elbette.Az emekle gelişebilen bir sevgi türü olan aşkın,paylaşım ve tanıma sonrasında sönümlenmemesi,sevgililerin kendilerini sürekli olarak yenileme konusunda gösterecekleri emeğin yoğunluğuna bağlıdır."
"Bu iki yazarın taşıdıkları çocuk yüreği gibi,ben de çocuk yüreğimle iyilikler,güzellikler peşinde koşacağim hep.Paul Nizan,''Bir erkek, ya bir devrime ya da bir kadına sarılarak kendini yeniden yaratabilir.'' diyordu.Ne zaman bana sarılacaksin deniz kızım?Yunus Emre''nin erik ağacından üzüm yemesi gibi,ben de senin gözlerinden alacağım güçle evrenimizi kucaklamalıyım.Karşında baştan asağı göz kesilebilmeliyim.Sana yeniden seslenene kadar kendine aşk ile bak gülüm!"
Etkilenmemek mümkün değil. Hayranlıkla okuyorum...
"Ben de mesnevinin öyküsünde olduğu gibi,son yıllarda birçok aşamalardan geçtim deli kızım.Yurdumda yaşadığım psikolojik nefes darlığının ardından, soluğu yurtdışında aldım.Bir derviş gibi yollara düşmüstüm.Yanımda Aşk,Hüzün ve Şiir de vardı.Sonradan Tiyatro da aramıza katıldı.''Bundan sonraki yaşamında karşılaşacağın zorlukların,çilelerin,iyiye ve güzele açtığı kapılardan geçeceksin.Yaşamında nelerle karşılasırsan karşılaş yıkılmak sözcüğü olmayacak sözlüğünde.Umudunu yitirmeyeceksin hiçbir zaman.'' deyip bize katılmıştı.Şiir,''İçindeki hiçbir şeyin kurtlanmasina izin vermemelisin.'' demişti.Bunun üzerine içimde biriken negatifleri kusmuştum.Arkasından insanlığın geleceğine dair içimde taşıdığım umuda,çeliğe su verilmesi gibi martı çığlıkları vermiştim.Aşk,bunu yapmamın sevinciyle,''Yaşamdan bir şey bekleme artık.Çünkü o senden bir şeyler bekliyor.'' demişti."
"Ben de son zamanlarda gönlümün en derinindeki aşkımıza sığınıyorum deli kızım.Sanki Rus Ruleti oynuyorum kendi kendimle.Silah,sana duydugum aşk elbette.Silahın içindeki tek kurşun ise hüzün.Murathan Mungan''in deyişiyle hüzünden kaçan insanlar,yapay sevinçlere kilitlenme yanılsamasından kurtaramıyorlar kendilerini.Çıkmaz sokaklarda çıkış arıyorlar.Benim için aşk mektupsa,hüzün de bu mektubu koyduğum zarftır denizkızım."
emi tarafından 4/5/2007 9:39:41 PM zamanında düzenlenmiştir.
emi tarafından 4/5/2007 9:49:07 PM zamanında düzenlenmiştir.
emi tarafından 4/5/2007 9:54:01 PM zamanında düzenlenmiştir.