Marx ve Marksizm üzerinden dini yumuşatarak anlatmak, dinin afyon olduğu gerçeğini, onun toplumsal alanı kamplara bölen, zıddını- karşıtını yaratan ve toplumsal alanı karşı karşıya getiren niteliğini gizleyemez. Toplum ne
zamanki sınıflara bölündü, din, sınıflı toplumların ekonomik mülkiyet ilişkisine dönüşerek, Egemen’in elinde ekonomik bir silaha, sonrasında toplumları kontrol eden güçlü bir ilizyon olarak toplumsal alanın da ciddi sorunu olmuştur...Din insanı yaratmadı, insan dini yarattı.
Dine karşı mücadeleyi direk ve en doğrudan dine yöneltmek, sorunu çözmekten öte, dini daha meşrulaştıran sonuçlar doğurmuş. Aslolan onu meşrulaştıran maddi gerçekliği, yani üretim ilişkilerini temelinden değiştirmektir. Altyapıyı temelinden bütün sebep ve sonuçlarıyla birlikte değiştirmeden, salt üstyapı kurumu olan din üzerinde yapıcı bir değişiklik yapmanın koşulları yoktur. Din olgusu insanın kendisine yabancılaşmanın en güçlü biçimidir.
Nasıl ki insan üreterek öz emeğiyle kapitalist için artı değer yaratıyor ve kendisinin sömürüsüne emeğiyle yol açarak kendisine ve emeğine yabacılaşıyorsa, dinde kendisine yabancılaşan insanın
dünyasını kuşatarak, kendisinin yarattığı bu ilizyona kendisi de inanarak, kendine yabancılaşmıştır...
Din ve bu ilizyonun, insanın çaresizliğinin ve bilgi yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkması ve o binlerce yıllık bir tabuya dönüşmesi, küçük bir takım reformlarla çözülebilecek, laik - anti laik bir eksende tartışılarak çözülmesi olanaksızdır. Din, uzun erimli güçlü devrimlerle ve bütün ekonomik zeminleriyle ortadan kaldırıldıkça anlamını yitirir...Laik, anti laik tartışması devlet içi, sistem içi bir tartışmadır ve dine meşruiyet kazandırmak amaçlıdır, ve temelini ekonomik çıkar ilişkileri belirler…Marx, Hegel’in Hukuk ve Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı Çalışmasında dine ilişkin şu önemli saptamalarda bulunur.
Din dışı eleştirinin (esası) şudur: İnsan dini inşa eder, din insanı değil. B
aşka bir deyişle din henüz kendini bulamamış veya zaten kendini tekrar kaybetmiş insanın öz bilinci, öz hissiyatıdır. Fakat insan
dünyanın dışında ikamet eden soyut bir varlık değildir. İnsan insanın
dünyası, devleti toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dini bu tersine dönmüş bilinçliliği üretir, çünkü bu tersine dönmüş bir
dünyadır. Din bu
dünyanın genel teorisidir, onun ansiklopedik bir özeti, popüler bir form içindeki mantığı, onun ruhsal onur meselesi, coşkusu, onun manevi müeyyidesi, ciddi tamamlanışı, teselli ve b
aşkalaştırımı için evrensel bir zemindir. İnsanın özünün fantastik gerçekleştirimidir, çünkü insanın özü hakiki bir gerçeğe sahip değildir. Bu yüzden dine karşı olan bu
savaş dolaylı olarak öteki
dünyayla olan
savaştır-dinin ruhsal bir korku kattığı
dünyaya karşı. Dinsel ızdırap aynı
zamanda gerçek (reel) ızdırabın bir ifadesi, gerçek ızdıraba karşı bir protestodur. Din, bastırılmış varlığın müşahadesi, kalpsiz bir
dünyanın kalbidir, tıpkı ruhsuz bir
dünyanın ruhu olduğu gibi. Din insanın afyonudur... Dinin ortadan kaldırılması insanların gerçek mutluluğu için gerekli olan aldatıcı (illusory) bir mutluluk gibidir. Onun koşullarıyla ilgili aldanıştan (illizyondan) vaz geçme isteği, aldanışlara ihtiyaç duyan bir koşuldan vaz geçme isteğidir. Dinin eleştirisi, böylece halesi din olan bir
hüzün, bir sıkıntı ırmağının tasarı halindeki eleştirisidir..
( Karl Marx- Hegel in Hukuk Felsefesini Eleştirisine Katkı )
Aydınlanma süreci dinin tarihsel ve toplumsal süreçler üzerindeki etkisini kısmen zayıflatıp bilimsel alanı güçlü kılması, bu süreci kökünden halletmediği görülmüştür.
Aydınlanma düşüncesinin, kutsal öğretilerin tahtını sarsarak akla ehemmiyet veren, düz çizgisel bir ilerleme çizgisinde direnen ve bu çizgide ısrar eden, bilimsel ve teknolojik bir
doğa ve toplum tasavvuru geliştiren temel önermelerini, gündelik hayata uyarlamanın en başarılı örneklerini ortaya çıkaran Endüstri Devrimi ve büyük Fransız Devriminin insanlık tarihindeki en büyük kırılma momentleri olduklarını söylemek mümkündür. Bu dönüşüm dalgası iktisadi alanda endüstri devrimiyle, siyasi olarak Büyük Fransız devrimiyle dalga-dalga bütün kıta Avrupasında büyük toplumsal değişimlere yol açmış ve Burjuva Demokratik Devrimler bu süreçte gerçekleşmiştir.
Marx’a göre insan kendi geçim araçlarını üretmesiyle hayvandan ayrışmıştır ve bu Marx’ın insanın özünü onun pratik etkinliğinin belirlediğidir. İnsanı insan yapan şey, insanın öz üretici etkinliğidir. İnsan kendisini ve ne olduğunu üretim içindeki etkinliğiyle ve bu üretimi ne ile, nasıl ürettiğiyle direk alakalıdır. Dolayısıyla bu yüzden der insanın ne olduğu, insanın üretiminin maddi koşullarına dayanır İnsanın özü tek tek bireyin
doğasında bulunan bir soyutlama değildir, insanın ilişkilerini toplumsal ilişkiler bütünü oluşturur ve toplumsal yaşamın özünü belirleyen de toplumsal ve bireysel pratiktir.
Hegel, insanı devletin bir bireyselleşmesi olarak görür, demokrasi ise; insandan hareket eder ve devleti insanın bir nesneleşmesi olarak düşünür. Yani devlet insanı yaratmadı, insan devleti yarattı. Dinin insanı değil, insanın dini yarattığı gibi...O nedenle siyasal bir kuruluş, bir yapı insanı değil, insan siyasal yapıları oluşturur. İnsanın varoluş nedeni, yasa-yasalar değil, yasa ve yasaların varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur.
Marx, tarihin öznesi olarak
dünya tinini ya da akıl’ı olarak görmez, Marx göre tarihte bir akıl vardır ama bu akıl kendini tarihte açan, kendi kendini belirleyen bir akıl değildir, hele töz asla değildir. Tersine bu akıl, maddi ilişkilerce belirlenen bir bilinç durumudur. Yani varlığı ve tarihi belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen şey varlık ve toplumdur. Tarihi belirleyen şey tinsel bir töz değil, maddi ilişkiler ağı olarak toplumun sosyo-ekonomik yapısıdır...
Marx ve Engels’te tek bir bilim vardır o da tarihtir, ve onlara göre
doğa bilimi bile tarihin bir ürünüdür. Tarihin özü insan etkinliğinde yani praksistedir, ( uygulama, aksiyon). O nedenle maddi ilişkiler, üretim ilişkileri toplumsal, siyasal ve tinsel yaşamı belirler. bu nedenle ilk tarihsel eylem üretim eylemidir. Doğa bilimi insanın
doğayı emeğiyle biçimlendirmesinin ürünü olsa da aynı
zamanda insan ve toplum
doğanın ürünüdür...Bütün bu nedenlerle tarihte egemen olan
doğa yasalarıdır ve tarih kavramlarla yaratılmaz, tarihi yapan insanın amaçlı üretimidir, çalışması ve pratiğidir.
Marx, Hegel’in hukuk felsefesinde, felsefi uğrağı şeyin mantığı değil, mantığın şeyi oluşturmaktadır der. Hegel’de mantık devleti tanımlamaz, tam tersine devlet mantığı tanımlar. Hegel, hukuki felsefi bir yaklaşım içinde değil, mantık bilimci bir yaklaşım görülür. Her şeyin salt düşünce alanından ibaret olduğunu savunan bu mantıkçı yaklaşım, salt tinin belirleyiciliğine teslim olmuştur... Dolayısıyla tüm insanlık tarihinin ilk öncülü
doğa, canlı insan ve tüm canlıların varlığıdır ve ilk saptanması gereken olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve
doğayla olan ilişkileridir.
Bütün tarih yazımı bu
doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişikliklerden kök almalı ve hareket etmelidir. Bu tarih bakışı gerçek öncüllerden hareket eder, onlardan yoksun değildir. Bu öncüller, yalıtık ve değişmezlik içinde olan insanlar değil, belirli koşullar altında gerçek, deneysel olarak gözlenebilir sürekli gelişme süreci içindeki insanlardır.
Bu gerçekten ve öncüllerden hareketle, tarih deneycilerin yaptığı gibi cansız olgular derlemesi olmaktan ve idealistlerin yaptığı gibi hayali öznelerin hayali olmaktan çıkar. Gerçek yaşamda spekülatif metafiziğin bittiği yerde pozitif bilim başlar ve bilim üzerine yapılan bütün spekülatif boş söylemler biter, ve bunun yerini gerçek bilgi alır. Bu da gerçek
dünyanın öteki
dünyayla açıklanmasını boşa çıkarır.
Hegel, bütün diyalektiğini düşünceyle başlatır ve
doğayla bitirir, Marx’ta tam tersine
doğayla işe koyulur ve teorisini
doğa üzerine kurar, oradan düşünceyle devam eder. Marx’a göre tüm insan varoluşunun temeli duyusal, maddi koşullar olarak insan pratiği, insanın pratik etkinliği olduğu için, tüm tarihin ilk öncülünü, yani insanların tarih yapabilmesi için yaşayabilir bir konumda olması gerektiği öncülünü belirlemekle yola çıkmak gereklidir...İnsan gereksinimlerini karşılamak için maddi araçların üretimi insanın ilk tarihsel etkinliği olduğundan maddi yaşamın üretimi tarihsel gelişmenin ilk koşulu olarak tüm tarihin temel koşuludur.
Marx, ilke olarak her tarih yazımının materyalist ilkelerden, materyalist temellerden kök alması gerektiği görüşündedir. Ona göre beş duyunun oluşması şimdiye kadar ki
dünya tarihinin sonucudur. ve bu nedenle
dünya tarihi bir anlamda insanın yetileri ve becerilerinin gelişmesinin tarihidir. Bütün tarih Marx’a göre duyusal bilinçliliğin nesnesi olmaya yönelen insanı geliştirme ve hazırlamanın, aynı
zamanda kendi
doğal ihtiyaçlarına doğru yönelen insan olarak insanın gereksinimlerini dönüştürmenin tarihidir. Tarihin kendisi
doğal tarihin bir parçasıdır,
doğanın insanlaşmasının parçasıdır ve bundan ötürü Marx, insan
doğa biliminin dolaysız nesnesidir der.
Ancak aynı şekilde
doğa da insan biliminin dolaysız nesnesidir. Çünkü insanın ilk nesnesi duyusallık olarak
doğadır ve insanın
dünyasının, duyusal yetileri ancak
doğa dünyasının biliminde kendilerinin bilincine varabilir. İnsan kendisini nesnel olarak gerçekleşmesini
doğal nesnelerde bulabilir. Yine insan ilk gereksinimlerini karşılamasının kaçınılmaz olarak yeni gereksinimlere yol açmasıdır, yani yeniden ve yeniden üretim ve gereksinim, bütün bunlar için yeni araç ve gereçler, yeni üretim araçlarına olan gereksinim. Buda tarihsel bir zorunluluktur.
Marx, materyalist tarih anlayışının yaşamın basit maddi üretiminden başlayan gerçek üretim sürecinin açıklanmasına dayalı bir anlayış olduğunu söyler. Materyalist tarih anlayışı bu çıkış noktasından hareketle bilinç, din, felsefe, ahlak gibi bütün farklı kuramsal etkinliklerin üretilişini de açıklar ve bu etkinliklerin doğuş ve gelişmelerini izler. Pratiği düşünceden yola çıkarak açıklamak yerine, pratikten yola çıkarak düşüncelerin oluşumunu açıklar.
Marx’a göre, sosyalist insan için
dünyanın tarihi denen şeyin tümü, insanın emeği yoluyla insanın yaratılmasından b
aşka bir şey değildir.
Marx’a göre sosyalizm insanın olumlu bir şekilde bilincine varışıdır. Komünizm de değillemenin değillemesi olarak evetlemedir, olumsuzlamanın olumsuzlaması olarak olumlamadır.
Komünizm, Marx’a göre insanın kurtuluşu ve iyileşmesi sürecinde tarihsel gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu olan evredir.
Tarihsel süreçte insanın
doğayla olan ilişkisi önce insanın
doğal bilincini, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini , insanların birbirleriyle ilişkileri de insanların toplumda yaşadıklarına ilişkin bilinçlerini, yani toplumsal bilinci ortaya çıkarır, ancak bu bilinç sürü bilincidir. Bu aşamada insanda yalnızca bilincin iç güdünün yerini alması, b
aşka bir deyişle içgüdüsünün bilinçli bir içgüdü olmasıyla hayvandan ayrılır. Bu bilinç kabile bilincidir.
Bu süreçte artan üretkenlik ve gereksinimlerin artması ve bu ikisinin temeli olan nüfus artışı daha çok gelişip yaygınlaşmış ve bu temel olguyla yeni üretkenliğin, gereksinimlerin ve nüfus artışıyla birlikte işb
ölümü de bu gelişmeye paralel gelişir. İnsanlık tarihinde ilk iş b
ölümü cinsel etkinlik açısından bir iş b
ölümüyken, daha sonra
doğal eğilimler, gereksinimler ve rastlantılar gibi etkenler sayesinde gelişir. Maddi ve zihinsel bir işb
ölümü ortaya çıktığı andan itibaren işb
ölümü, hakikatin işb
ölümü olmuştur der Marx….
Bu süreçten itibaren bilinç mevcut pratik etkinliğin bilincinden b
aşka bir şey olduğunu sanarak kendisini
dünyadan kurtarma ve saf teoriyi , teolojiyi, felsefeyi, etiği vb. oluşturmaya geçer. İşb
ölümüyle de entelektüel ve maddi etkinlikler , eğlenme ve çalışma etkinlikleri birbirleriyle karşıt durumlar oluştururlar ve oluşturmalıdırlar. bu karşıtlığın ortaya çıkmasının tek yolu işb
ölümünün ortaya çıkmamasıdır, yadsınmasıdır.
Marx’a göre hiç bir toplumsal düzen, içindeki bütün üretici güçler gelişmeden ortadan kalkmaz ve daha üstün üretim ilişkileri de varoluşları için gerekli olan maddi koşullar eski toplum aşamasının döl yatağında olgunlaşmadan asla ortaya çıkmazlar. Bundan ötürü, Marx’a göre insanoğlu yalnızca çözebileceği sorunları karşısına çıkarır, çünkü yakından bakıldığında görülür ki sorunun kendisi yalnızca çözümü için zorunlu olan maddi koşullar mevcutsa ya da mevcut olma yolunda bulunuyorsa ortaya çıkar.
Marx, bir toplum kendi tarihsel deviniminin
doğal yasalarını bulmuş olsa da bu toplum, norm gelişiminin birbirini izleyen aşamalarının ortaya koyduğu engelleri, ne gözüpek sıçrayışlarla temizleyebilir, ne de meşru yollarla ortadan kaldırabilir olsa olsa doğum sancılarını kısaltabilir ve ya uzatabilir...
Marx, kapitalde modern toplumun ekonomik devinim yasalarını analiz ederek, toplumun ekonomik şekillenişinin evrimini de
doğal tarihin bir süreç olarak gördüğünü açıklamıştır. Dünya tarihinde komünist devrim geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinde en köklü kopuşunu oluşturur.
Proletarya kentsoylu toplumuna karşı
savaşımında zorunlu olarak birleşerek önce bir devrimle egemen bir sınıf durumuna gelir; ardından eski üretim ilişkilerini kaldırarak bu eski üretim ilişkilerinin yol açtığı sınıf karşıtlıklarını da kaldırmış olur. Böylece proletarya kendi sınıfının egemenliğini de kaldırmış olur.
Komünizm özel mülkiyetin ve insanın kendine yabancılaşmanın aşılmasıdır, toplumsal bir varlık olarak insanın kendisine tam dönüşüdür. Diyalektik, her şeyin sürekli hareket halidir, her şey,
doğada var olan tüm şeyler, bir süre varlıklarını sürdürdükten sonra yerini b
aşka bir şeye bırakarak yok olurlar. Doğa anakronik değildir, her şey her dakika her saniye değişir ve çelişki evrenseldir, tersi çelişmezlik ilkesine götürür, temelleri Aristotelese kadar gider, oradan kök alır...
Marx’a göre her şey değişim halindedir ve toplumlarda durmaksızın değişirler. Çünkü Marx’a göre emek,
dünyayı daha yaşanılabilir hale getirme, insan ihtiyaçlarını daha işlevsel kılma ve herkese yayma, ve bu faaliyetiyle insan, insanın varoluş ve potansiyeli geliştirme kapasitesi insanın özünü oluştur. Tarihteki toplumları anlamanın gerçek anahtarı üretim tarzıdır. Marx.
Marx, insanlık tarihinden gönümüze var olan, ve varlığı tarihte hep yaşanmış ve hissedilmiş üretim tarzı, iktisadi yapı ve onların ayrılmaz bir parçası olan toplumsal üretim ilişkileri arasında bir karşıtlığın sürekli olduğunu savunur. Marx’a göre, her üretim tarzı kendini sürdürebilecek uygun toplumsal ilişki biçimlerini yaratmak zorundadır. Toplumu anlayabilmek için öncelikle insan
doğasını, onu
doğadaki diğer varlıklardan ayıran temel özelliği bilmek gerekiyor.
Bize değişmez gibi görünen toplumsal süreçler, biz fark etmesek de durmaksızın değişirler. Marx, değerlerin üretimi olarak üretim ve kullanım değerlerinin üretimi olarak üretim arasında yaptığı ayırım ile kapitalizmin gelişimi ile birlikte üretim ilişkilerinde yaşanan değişime dikkat çeker.
İnsanlığın geldiği bu aşamada kapitalizm de nitelik değiştiren, değişen ve dinamik olma özelliklerini giderek kaybetmiştir. Kapitalizmin kendisini tüketen ve
dünyadaki üretimi silah zoruyla dağıtan bir nitelik kazanmasıyla birlikte, modern toplumun ekonomik hareket yasası da giderek ortaya çıkacaktır. Marx, Olguların belli bir tarihsel bağlam içinde, karşılıklı bağlantılar içinde ve bu bağlantıyı düzenleyen şeyi araştırarak, tarih ve toplumsal yapının bütün parçalarının karşılıklı birbirleriyle içsel ilişkiler içinde bulunan ve belirli dönemlerde gerçeklerin formunu ve tipini şekillendiren yasaları nasıl ürettikleriyle ilgilenir.
Marx’ın toplumsal değişmeyle ilgili düşünceleri, tarihteki toplumların araştırılması ve analiz edilmesi üzerine yapılan sistematik ve bilimsel çalışmalarıyla şekillenmiştir. Kimilerine göre Marx, sadece kapitalist toplumu analiz ederek bu sonuca varmıştır anacak, bu iddia haksız ve basit bir analizden ibarettir. Marx, toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu açıktan söylemektedir.
Er
doğan ATEŞİN