- 184 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZİM FİLM NEREDE KOPTU ?
Köyün üç kahvesine de, sabahları Pendik’ten dönen ilk dolmuşla, aynı gazete, Tercüman geliyordu. Zamanın en çok bilinen, okunan gazetesi oydu. Adeta tüm köy sağ görüşlüydü. Hırsızlığın, namussuzluğun hiç de duyulmadığı tüm civar köylerin en büyük özelliği dedikoduydu. Erkekler kahve köşelerinde, kadınlar ise çeşme başlarında en çok dedikodu yaparlardı. Avcı palavraları da çok meşhurdu köylülerin. Ya çok tavşan, keklik, çulluk vurmuş olurlardı, ya da şanssızlığa çok kaçırmış olurlar. Ballandıra, ballandıra, kendilerini ve av köpeklerini anlatırlardı. Adeta herkes en iyi avcı, köpekleri de en iyisi olurdu.
Semih bey adında, kırklı yaşlarda, gözlüklü, kibar bir bey, her Pazar günü köye gelir, kahvemizin sahibi, İbrahim ağayı , Kırmızı Wolswagen arabasına alıp, birlikte ava götürürdü. O zamanlar, küçük köylerden biri olan Sultanbeyli- Kurtköy arası, komple koruluktu ve oralarda tavşan, keklik, çulluk avı yapılırdı. Şimdilerde tek ağacın kalmadığı, beton karmaşası oldu.
Gazetelerin köşelerinde, pehlivan tefrikaları yazılı olurdu. Bunları bazen bana okutur, can kulağı ile dinleyip, sonra da tartışmaya başlarlardı. Yağlı güreş merakı da galiba avcılık gibi atalarımızdan kalma olacak. Gençler, özellikle dolmuş şoförlüğü ve muavinlik yapanlar, bolca çapkınlık maceralarını, bire bin ekleyip, ballandıra ballandıra anlatmaktan hoşlanırlardı. Kızcağızın biri, az bir ümit vermişse birine, yanmış demektir. Kendi bacılarını, ablalarını unutup, başkalarının , onlara kim bilir ne kadar iyi niyetle ümit veren kızlarının , dedikodusunu yapmayı erkeklik saymakla övünmekten hiç de utanmazlardı.
Babamla ben, karşı karşıya gelip pek muhabbet edemedik. Onun hayatını, kaderini, kahvede başkalarına anlattıklarından, duymaya, öğrenmeye çalıştım. Babası , - Yusuf dedem - on iki yıl askerlik yaptıktan sonra, yaralı olarak köye dönmüş. Koçlar denirmiş, dedemin sülâlesine. Nasıl olduysa, köyün en zenginleri onlar olurken, dedem yoksulluktan kurtulamamış. ( Kimi, askerden kaçmakla diyor, kimi de define bulmuşlar ). Sonuçta eşi, üç çocuğunu ( halam, babam, amcam ) annesiz bırakıp, henüz yirmi sekiz yaşında, zamanın yoksul hastalığı, veremden hayatını kaybetmiş. Ondanmış, babamın, Veremli kız türküsüne tahammül edemediği.
Dedemin getirdiği üvey anne, çok zulmetmiş babamlara. Küfürbaz ve dayakçıymış : Bursa’lı Kel Emine. Babam , galiba kendi istemediği için okula gitmemiş. On üç yaşındayken, üvey annesini, metal leğende çamaşır yıkayan ablasına küfredip, elindeki sopayla dürterken görünce, dayanamayıp, eline geçirdiği kürek sapıyla vurup yere serince ; dedem tepki gösterip azarlamış ve hatta evden kovmuş.
Böylece on üç yaşında evini terk etmiş ve en yakın ilçeye, Gebze’ye giderek, kahvelerde garsonluk, ocakçılık yapmaya başlamış.
Herkesin hayatında bir dönüm noktası olur ya ; bizimki acaba, dedem on iki yıl askerlik yapıp yaralı dönünce mi, yoksa babam evi terk edince mi dönüm noktası olmuş ?
Askerlikten sonra Kartal’daki bir lokantada, önce bulaşıkçılık, sonra da aşçılık yapmaya başladığında, Tepeören köyünün ağası, Kara Hüseyin ağa ile tanışmış. Ağa, babamı alıp, Tepeören’ deki çiftliğine getirip, peynir tenekelerini lehimleme işiyle görevlendirmiş. Bir dönüm noktası da bu işte , hem babam hem de bizim için.
Hakkı mıdır, değil midir, siz karar verin ama babam, burada ağanın kızına gönül vermiş ! Gün olmuş ağa bu işin farkına varmış. Daha doğrusu babam, kendini ele vermiş.
Ağanın oğlunu eğlendirip, oyunlar yaparken ;
- Ablanı bana vericen mi, ablanı bana vericen mi ? diye sorarken, arkasından gelen ağayı fark etmemiş.
- Hangi ablasını vericekmiş bakem ? diye soran ağaya, onun kızını isteyecek cesareti kendisinde bulamayınca , aklına gelen başka bir ismi söyleyivermiş :
- Fevziye ablasını diyom ağam ! deyivermiş.
Fevziye, annemin adı. Bir zamanlar Tepeören’ in hem öğretmeni, hem de muhtarı olan kocasını kısa bir süre önce kaybedip, ikisi kız, biri erkek, üç çocuğuyla dul kalmış. Bu iş ağanın kafasına yatmış. Ağa olarak, köyde sözü de geçeceğine göre, annemi, ölen eşinde kalan , köy evine , babamı iç güveysi alması için razı etmiş. Annem eşini kaybedeli bir yıl geçmediği için, kanunen resmi nikâh kıyılamamış, imam nikâhı ile evlenmişler.
Babam otuz bir, annem otuz yaşında. on- on iki yaşlarında kızları ve daha küçük bir oğlu var. Ölen babaları eğitimli,
babam ise cahil ve biraz da kaba. Özellikle kızlar asla kabullenmemişler bu işi. Evde asla huzur olmamış. Babam, ağanın çitliğindeki işini bırakıp, köye sığırtmaç olmuş. Sabahleyin ev ev dolaşıp, köyün sığırlarını otlağa götürüp, akşama geri getiriyor. Ablam dünyaya geldiğinde, evdeki huzursuzluk biraz yumuşamış. Babam annesinin adını vermiş ablama : Mukaddes.
Oldukça evcimen olduğunu söyler babamı o günlerden tanıyanlar. Sürekli kucağı dolu eve dönermiş. Fakat her evde olduğu gibi, o da en küçük çocuk olduğu için ablama fazla düşkün olmuş. Bu da diğer çocuklar için kıskançlık sebebi oluyor, evdeki huzursuzluk günden güne büyüyormuş. Yangına asıl kibrit, ağa kızının, annemin evinin tam da karşısına gelin gelmesi olmuş. Köy yerinde, hiç bir şey gizli kalmadığı için, babamın ağa kızına vurgunluğunu da, annem dahil, herkes biliyormuş elbet.
İpler koptu kopacak, yuva yıkıldı yıkılacak derken, annem bana hamile kaldığını öğrenince çılgına dönmüş. Tanıyan komşulardan dinlediğime göre, beni dünyaya getirmemek için, her yola baş vurmuş. Fakat, bana, ondan bulaşmış olacak ki, Arnavut damarımdan dolayı, inadına gelmişim, istenmediğim bu dünyaya ! Ne dersiniz, dönüm noktası burası mı ? babam bu defa bana, annemin babasının adını vermek istemiş : - Halil, olsun demiş. Fakat ablamlar, inadına - Fikret olsun, demişler. Fikret olmazsa bakmazlarmış bana. Sonunda , Fikret olmuşum işte.
Ben bir buçuk yaşındayken, mevsim yaz, okullar tatil. Babam, hayvanları otlağa götürürken, yardım için ablamları da yanına götürmüş. Hiç gönüllü olmasalar da, iki büyük ablam, babamla gitmek zorunda kalmışlar. Hayvanlar otlarken, babam oturmuş sigarasını tüttürüyor, ondan az ileride ablamlar da birlikte oturup, ters ters ona bakıp dedikodusunu yapıyorlar. Bir kaç hayvanın, uzaklaştığını gören babam, onları çevirmeleri için ablamlara seslenince ; ısrarla reddedip omuz silkiyor ablamlar. Babam ısrar ettikçe, onlar da inatlarında ısrar edince babam, büyük ablama sert bir tokat atma hatasını yapmış. Bence, bizim film, en kötü şekilde burada kopmuş. O kopuk, bin yıl geçse de onarılamayacak ve asla, o film mutlu sonla bitemeyecekti artık.
Ağzı, yüzü kan içinde kalan ablam, kardeşi ile birlikte ağlaya, ağlaya köye dönünce, babam, ’’ üvey kızına saldıran, sapık üvey baba ’’ damgasını yiyip, köylüce dövülerek, annem ve köylü tarafından kovulmuş. Yani bizim film kopmuş. Sırtına eski kumaş paltosunu, eline çoban sopasını alan babam, yürüyerek Kurtköy’e varmış ve şimdiki bu kahveyi İbrahim ağadan kiralayıp, hayatını devam ettirmeye çalışmış.
Ne dersiniz ? Sizce bizim hayat filmimiz nerede kopmuş ? Telâfisi var mu bu filmi devam ettirip, mutlu sona ulaştırmanın ?
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.