KAPAK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kış... Karsız sabahın ilk saatleri. Dışarısı buz kesiyor. Rüzgâr için hava hoş. Geniş kanatlarını açarak önüne çıkan kim ve ne varsa olanca gücüyle yokuş aşağı sürükleyip bir sundurmanın altında topluyor.
Bir grup kadın. Sarsılmışlar, ama ayaktalar. Çoğunluğu genç olsa da asık bütün suratlar. Titrek ve kızarık ellerde taşınmaktan yorulmuş buruş buruş poşetler. Kimi eller ise başka eller tarafından tutulmuş, hepsi de on iki yaşından küçük çocuklar. Konuşan dillerin bazısı önceden tanış, sohbet halinde. Bazı yüzler birbirine iyice sokulmuş, ısınmak istercesine. Aralarda dinlenmek için kirli duvarlara yaslamış kendini yorgun sırtlar. Az ilerde çömelen dizlere, bağdaş kurmuş kollar var. Parmakların arasından tütüyor, ucu yanık sigaralar. Vakti gelince nihayete erer diye bütün beklemeler; kimisinin üzerinde upuzak şehir yollarından getirdikleri yünlü battaniyeler, geceden birkaç ahşap kanepeyi sahiplenip iyice bir yerleşmişler.
Açıldı İşte!.. Dört gözle açılması beklenen kapılar. Önce ahşabı aşınmış kanepeler boşaldı birer birer. Sonra yavaş yavaş içeriye girmeye başladı ön sıradakiler. Derin bir ’’oh’’ çekti ilk gruptakiler, sıcak bir dokunuşa hasret beklemeye devam etti dışarıdakiler. Telaşlı bir çift ayak göründü yokuş başında. Rüzgâr kuvvetlice iteleyerek daha da kolaylaştırdı aceleci ve hızdan da hızlı olan bu adımları. Bir kadın daha, kucağında çocuğuyla sırada bekleyen kalabalığa karışıp sundurmanın altında yerini aldı.
Nefes nefese kalmıştı kadın. Rengi kararmış duvarlardan birinin dibine çökerek kucağından çocuğunu indirdi. Atkısının bağcığını çözdü. El örgüsü beresini biraz geriye doğru sıyırdı, çakmak çakmak gözlerine bakarak bir öpücük attı. İşaret parmağı uzunluğundaki simsiyah saçları birçok yerinden incecik, renkli lastiklerle tutturulup tokalanmışlardı. Ufacık çenesinin üzerinde pespembe yuvarlak toplar. Yanaklarına sanki iki tane eti puf koymuşlar. Sendeledi bir ara çocuk, düşecek gibi oldu. Mini mini ayakları henüz dengesini sağlayamıyordu. Annesi, ani bir refleksle belinden kavrayıp dizlerine oturttu.
Sağ elini kızının karnının üzerinden dolayıp ucu yere değen kabanının sol cebinden bir havlu parçasına sardığı biberonu çıkardı. Kapağını açtı. Dudaklarına doğru uzanan biberonun emziğini hemencecik kapan çocuk, gözlerini bayıltarak emmeye başladı. Havlu parçası, biberonun üzerinden yavaşça kayarak yere düştü. Karşıdan onları dikkatle izleyen meraklı bir kadın, yere düşen küçük havluyu anneye verirken dayanamayıp sordu:
- Ne içiriyorsun çocuğa?
-Öksürüyor birkaç gündür. Ihlamur kaynattıydım abla.
-Efferin! Efferin! İyi gelir ıhlamur, ciğerlerini yumuşatır. Doktora götürsen şimdi, peheyy ,heyy!.. Dayayacak antibiyotikleri. Bizim bir komşu vardı, iki aylıktı bebesi. Köh köh öksürüyordu. Götürmüş doktora, bir yığın ilaç vermiş. Çocuk iyileşcene daha da beter olmuştu. En sonunda da...
-Ayy deme deme! Allah korusun abla. Gözümden sakınırım kızçemi.
Bir sigara yaktı meraklı kadın. Dumanını anne kızın yüzüne doğru üfleyerek:
-Seninkinin suçu ne, neden içerde?
Bu efkârlandıran soru boğazını tıkadı, bir süre konuşamadı. Hem; suçu yoktu kocamın dese, kazara oldu dese, inanır mıydı? Nasıl anlatabilirdi bunca olan biteni. Ağzında biberon uyuyakalmıştı çocuk. Bir öpücük yolladı yine, güzel suratını görünce. Baş parmağının ucunu incecik dudaklarının kenarına takıp emziği usulca çıkardı. El örgüsü beresini başına giydirip, iyice bir sarıp örttü üstünü. Sırtını biraz daha duvara yerleştirdikten sonra başı önde ’’kader işte’’ diyebildi sadece.
Eliyle cezaevinin bir başka kapısını gösteren meraklı kadın ’’Bak! Onların kocaları da pisi pisine yatar içerde, yıllardır gelip giderler böyle. Kime sorsam hepsi kader mahkumu, hepsi suçsuz!’’
İçeriye alınan ilk grubun görüşmesi tamamlanmış, diğer kapıdan dışarıya salınıyorlardı. Bu cephede ise ön sıralarda yeniden bir hareketlilik başlamıştı. Gardiyanlar, sundurmanın altında toplanan kadınları evraklarını hazır etmesi için uyarıyor, duyarlı kapıya yönlendiriyordu. Üstleri tek tek metal dedektörlerle aranan ziyaretçilerin; çanta, poşet kontrolleri x-ray cihazından geçirilerek yapılıyordu. Çocuğu uyandırmamaya imtina ederek ayağa kalktı kadın. O da diğerleri gibi kontrollerden geçerek sırayı takip etti. Bekleme salonuna alacaklardı daha. Vakit bir türlü geçmek nedir bilmeyecekti. Yalnız, bildiği bir şey vardı ki kocasına ulaşana kadar birçok demir kapıdan tek tek geçeceklerdi. Çok heyecanlıydı kadın. Eş görüşüydü bu, açık görüşme. Daha önceki ziyaretlerinde loş bir ışıklandırma altında görüşmüşlerdi. Her ikisinin önünde de tel kafesler vardı. Aralarında en az bir metre boşluk. Ne yüzünü doğru düzgün görebilmişti ne de sesini tam olarak işitebilmişti. Öyle kalabalıktı ki ortam. Kan bağı olan herkes ziyaret halindeydi. Anne, baba, anneanne, dede, kardeş, Abi... Sesler birbirine karışıp uğultu haline gelmişti. Ama şimdi durum çok farklıydı. O gittiği; kapalı görüştü, bu ise açık görüş. Hem de sadece eşlere özel. Ortam nasıl olacaktı? Hiçbir fikri yoktu. Sürekli hayaller kuruyordu. Bir odada kocasıyla, kızçesiyle baş başa. Yanağı yanağına değecek, doya doya sarılacak, öpecek, koklayacaktı . Hem hasretini giderecek hem de acısını bir nebze de olsa hafifletecekti. Sahi, böyle bir şey miydi açık görüş dedikleri? Bütün gözlerden uzak sadece kocası ve kızçesi. Çocuğunun yüzüne baktı gülümsedi, bir öpücük fırlattı. ’’Babaya gidiyoruz, az kaldı’’ dedi.
Bekleme salonundan çıkıp, ceza infaz kurumu görevlileri ve ziyaretçilerle birlikte yürümeye başladı kadın. Uzun uzun koridorlardan geçtiler. Her koridorun giriş ve çıkışlarında demir parmaklıklı kapılar vardı. Nihayet bir kapıdan daha geçip merdivenlerden aşağı indiler. Kadın burada diğerlerinden ayrılıp, kurumun belirlediği başka başka odalara alınacaklarını sanıyordu. Halbuki bütün ziyaretçileri toplayacak kadar büyükçe bir meydana ayak basmışlardı .Meydanın etrafı dört tarafından birbirinin aynı olan gri renkli, yüksek binalarla çevriliydi. Hepsinin de bu açık alana çıkan birer kapısı vardı. Bu kapılardan ikisi kapalıydı, ziyaretçilerin giriş yaptığı ve onun tam karşısındaki binanın açık olan kapısı nöbetçiler tarafından tutulmuştu. Görüşme alanında boydan boya enli, uzun, beyaz bir masa vardı. Masanın ön ve arkasına karşılıklı konulmuş sandalyeler bulunmaktaydı. Ziyaretçiler sanki önlerinden kapan varmış gibi alelacele sandalyelere yerleştiler. Kadın ise rahatlıkla bulduğu boş bir sandalyeye sakin sakin oturdu. Çocuk hâlâ uyuyordu. Biraz kollarını dinlendirmek için çocuğu masanın üzerine yatırdı. Tutuklular henüz getirilmemişlerdi. Kimseyle göz teması kurmamaya dikkat ederek etrafı incelemeye koyuldu.
Yüz yüze baktığı binanın en alt katında; zeminle bitişik, küçük küçük, parmaklıklı pencereler. Aklına geldi daha önce denk gelip izlediği kâbus dolu filmler. Burası mıydı acaba hücre dedikleri yer? Nefesi sıkıştı birden. Fareler.. Koca koca fareler... Tiksinip ürperdi, farkında olmadan iki ayağını birden yerden kaldırdı. Düşünmesi bile korkunçtu. O an, karanlıklara gömülen zihnini feraha çıkaramıyordu. Ya Halil’ i, canından çok sevdiği kocasını da oraya atmışlarsa? Ya Halil uyurken; fareler ellerini, ayaklarını kemirip, parçalamışlarsa? Bunları düşünürken kadın iki kaşını birden yukarıya kaldırıyor, dişlerini sıkıyor, çenesiyle birlikte kısa aralıklarla geriye doğru hareket ettirdiği boynu kasılıp duruyordu. Birkaç saniye sonra bütün yüz hatları yavaşça gevşemeye başladı. Yoook!.. Yook! Buna ihtimal veremezdi. Uykusu hafifti bir kere kocasının; ama ya, uyanamamışsa? Dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. Uyanmıştır Halil, kovmuştur pis fareleri. Halil’di o, hassastı. Dışarıda rüzgâr esse, evin içinden uçak geçiyor sanırdı. Nasıl uyanmazdı Halil’i? Hem, çok çok eskilerde taa çocukluğunda oturdukları mahalledeki Mehmet Amca gibi derisi kalın değildi ki!.. Mehmet Amca gecekondunun bahçesinde kapı önündeki sedirde bir gece uyuyakalmışken, kulağını kemirmemiş miydi eşek kadar bir lağım faresi? Sabaha karşı elinde pompalı tüfekle fare peşine düşmemiş miydi? Ailesi de böylece haberdar olmamış mıydı durumdan? Pat güm seslerine daha kargalar bile bokunu yemeden kalkmamışlar mıydı yataklarından? ’’Benim kulağımın derisi; toynak duvarı gibi kalın, nal çaksalar işlemez’’ demedi ya, aşk olsundu! Kulağın yarısı piyasada yoktu. Fakat o, hiç hissetmedim dememiş miydi? Neymiş efendim!.. Fare ısırmadan önce üflemişmiş kulağına, o da yetmezmiş gibi bir de tükürmüş. Vay be!.. Tükürük salgısıyla uyuşmuşmuş. Hadi ordan Mehmet Amca, kimi kandırıyorsun sen? Halil’imin kulağına üfürmez fare. Hem üfürse de uyanır benim Halil’im... Peki ya doğruysa dedikleri, ya uyuşturup öyle ısırıyorsa? Hafif hafif başını sağa sola sallıyordu kadın; gözlerini kısıyor, ağzından ’’hayırr, hayırr’’ sözcükleri çıkıyordu. Bu arada kızçesi uyanınca ağlamamış, tatlı tatlı etrafına bakınıyordu. Sandalyeleri dolduran ziyaretçiler ise kendi havalarında konuşuyordu.
Bir türlü zihnindeki sesleri susturamıyordu kadın. Keşke görmeseydi karşıdaki küçük küçük pencereleri. Belki de hücre değildi orası, tüm bunlar kendi kuruntularıydı. Halil’i hücreye atmazlardı ki! Hem niye atsınlardı?
birinci bölüm sonu
EbRuAsya//
YORUMLAR
Sevgili Rú siz gerçek bir roman yazarısınız.
Tüm detayları ince ince işlemiş bir film sahnesi gibi gozönüne sermişsiniz hayran kaldım
Çok kitap okuduğunuz belli tabi
Tebrik ediyorum değerli kaleminizi
Sevgi ile ...
Rû //
karınca kararınca bir şeyler üretmeye çalışıyorum.
kitap evet..
okumak ve araştırmak yazmak isteyen herkese büyük katkı sağlıyor
çok teşekkür ediyorum değerli yorumunuz için
kucak dolusu sevgiler
Rû //
sevgili Ayşe hanım hoş geldiniz.
motive etti yorumunuz.
sağ olasınız
çok teşekkür ediyorum
en içten sevgi ve selamlarımla
Sevgili Rú ,
yine güzel bir öyküyü okuma güzelliğiyle
tatlandırdın bizi.Devamı olacak belli , okudukça aklıma Tatar Ramazan geldi neden bilmem , belki hayalimdeki Halil öyle biri oluverdi.Sabırla bekleyeceğim ...
Kalemine ve yüreğine sağlık.
Sevgiyle...
Rû //
ne hoş bir geliş bu... gelişi güzelim:)
evet devamı olacak öykümüzün..
beş bölüm gibi düşünüyorum.
(toparlayabilirsem tabii.)
''Halil’di o, hassastı. Dışarıda rüzgâr esse, evin içinden uçak geçiyor sanırdı.''
halil karakteri tatar ramazandan farklı görünüyor sanki
ancak yine de belli olmaz ama yazan kalemin hali.
buradaki hassasiyet bulunulan mekana göre değişikliğe uğrayabilir
bir bakmışız koğuş ağası olmuş kök söktürüyor millete.
olur mu olur..
kalem nereye götürürse..
bakalım.
katılım ve değerli yorumun için çok teşekkür ediyorum.
sağ olasın..
en içten sevgilerimle