- 421 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
UMUT VE ŞÜKRÜN GİZEMİ
İnsanlar pek çok şeye sahip olabildiklerini fark etselerdi, dünya daha bir yaşanılabilir olurdu. Yüzlerde soluk renk gider, tebessüme dönüşür; öfkenin yeriniyse katlanılabilir tartışmalar alırdı muhtemelen. Ne yazık ki durum hiçte öyle değil. Süreğen şekilde hep şu yukarılara öykünme hastalığı yok mu, önce ruhu, sonra bedeni çürütüyor. Ve bir zaman sonra artan oca mala, sosyal ve kültürel sayısız kazanıma rağmen, insan olma vasfımızsa giderek tükeniyor. İnsanlığın geldiği bu noktayı, yanmakla yanmamak arasında kendini hafiften esen bir rüzgâra teslim etmiş titrek mum alevine benzetirsek, büyük bir abartı olmaz sanırım.
Milyonlarca insanın kaderi hakkında hüküm verebilecek bir kudret sahibi de olsak, nihayetinde bir birey olarak araya geldiğimiz şey elbette mutluluktur. O öyle bir hissediştir ki, eldeki servetlerin tümünü, ömrünüzün en güzide yıllarını ve pahasız emekleri vakfetseniz de uğruna, bir matematik denklemi gibi çıkıvermez ortaya. Bu anlamda mutluluk sanki bir paradoks gibidir. Bir yanda şükrü ile hayata bağlanmayı başarmış ve size, bize göre daha sefil bir hayat süren binlercesindeki yüzden eksik olmayan esintileriyle tezahür eden saadet, öte yanda da alınabilecek bütün ihaleleri kapmış servetine her gün bir yenisini eklemesine rağmen yüzünde tebessümün emaresi olmayan diğerleri. Öyleyse, mutluluk dediğimiz şeyde ille de bir maddi kıstas aramanın karşılığı yok diyebiliriz.
İnsanların farklı coğrafyalardaki gerçek hayat mücadelelerinden bizlere kesitler sunan şu belgeseller, izleyenler için ne kadar da değer katıcıdır. Sri Lanka`nın devasa çay bahçelerinde nesilden nesile çay toplayıcılığı yaparak geçinmeye ve daha doğrusu hayatta kalmaya çalışan on binlerce insanın gerçekliği, bizlere bazı dersler vermesi bakımından oldukça manidardır. Henüz ilkokullu yaşlardaki kızlarının geleceği ve günlük nafakalarının da temini için sabahın erken saatlerinden itibaren çay bitkileri arasında yaprak toplamaklı aileler, yarınlar için kim bilir ne hayaller kurmaktadır.
Koskoca bir ömrün en dinamik anlarını derleyip sadece bir anlık sevince bağışlamak veya ulaşılmazı ulaşılır kılmak adına kelimelerle ifadesi çok zor meşakkatlere göğüs germek ne de yüksek gönüllerin işidir. Sri Lanka`dan ekrana yansıyan bir belgeselde aylarca çalışarak ancak karınlarını doyurabilen ve hiçbir menkule, nebata ve de hayvan sürüsüne sahip olmamış aileler, çocuklarının geleceği için alkışa değer fedakârlıklar yapmaktaydı. Kahramanımız ise bir ilkokul öğrencisi kızdı. Ailesinin gençlik yıllarını eze eze yitirmekli olduğu bu hayat, kendilerinden sonra bir ışık olsun diye kızları üzerine titreyen ortak duruşla, doğrusu duygulu anların da yaşanmasına çokça vesileyi ortaya koymaktaydı da. Kendilerine yardım için ne zaman bir ortak çalışma teklifi getirilse, nezaketle reddediliyor ve nadiren kabul görüyordu bu istek. Üzerine titredikleri yegâne değerleriydi kızları belli. Nedendi bir bisiklet almak bu denli zordu? Asıl soru ve düşünülmesi gereken buydu. Sıradan bir Avrupalı`nın en lüks otomobili almak için sadece bir iki yıl dişini sıkması yeterli iken, aynı gezegeni paylaşan, aynı atmosferden nefeslenen öteki coğrafyaların insanlarını bu derece ezen, horlayan neydi? Sadece bir bisikleti ve öylesine de sıradan. Günleri, haftaları ve hatta ayları bulacak ekstra çalışma karşılığı bu mu olmalıydı? Ne üzücü ve düşündürücü, kendi halimize bakınca da şükürsüzlüğümüzün yüzümüze mükerrer defalar vurulması hali değil mi bu? Bizler çok mu üstünüz ya da onlar eksik mi yaratılmıştı? Farklı kaderleri yaşamakta olan insanlar, bu çıkmazdan kurtulmadıkları sürece, birileri süt banyosuyla ölmemekli sapkın düşüncelerin ve eylemlerin peşinde savururken servetini, diğerleri de o bir litre süt için hebâ edecekler emeği, çocukluğu ve de gençliği…
Öykünün son bölümünde, bizde olmadığınca bir sevinç, son derece müteessir edici duygular yaşandığını da söylemeden geçmeyelim elbette. Komşu dayanışması da eklenince, bir anlamda imece ile satın alınan bisiklet, geleceğe dair umudun sembolüydü aslında.Öyle bir sembol ki, anlatmadan geçilemez. Onca yolu yaya olarak kateden küçük kız, bu bisikletle daha konforlu, daha az zamanda ve büyük bir motivasyonla gidecekti okuluna. Okula yaklaşmasını ve geleceğe taşıyacak bu müesseseye ulaşımı kolaylaştıran gelecek, yarınların aydınlık kapısını açmaklı bir enstürman da olacaktı böylece. Bu arada, bisiklet sürmenin verdiği keyif de cabasıydı. Anne ve babanın çocukluk yllarında hiç binemedikleri bu motorsuz araca, kızlarının sahiplenmiş olmasından duyulan memnuniyet görülmeye değerdi doğrusu. İzlerken, apartmanın altındaki depoda atıl durmaklı olan çokça bisiklet geliverdi aklıma. Aylardır kimseler binmiyor, zamanın insafına bırakılmış halde orda öylece duruyorlardı çünkü. Oysa, bizim için bir köşeye terk edilmiş aletlerin, ekipmanların ve veya araçların ne de büyük ehemniyeti varmış. Sahip olduklarımız yeniden gözden geçirmek zamanı geldiğini düşünmemek elde değil.
Hayata tutunmak ve ona değer katabilmek, yaşanılır kılabilmek adına ne de çok sebep var. Onca sebebe rağmen, bu yollar asla dümdüz ve pürüzsüz ilerlemiyor ne yazık. Türlü engeller, koskocası sabırlı bekleyişlerin, gayretten taviz vermeden ve yılmadan devam edebilmek yola, belki de hayatın gerçek sırrıdır. Bu anlamda, bir Kırgız kızın ses rengine, şarkı söyleme yetisine dayanarak hayata tutunuşunun öyküsü de değinilmeden geçilmeyecek kadar güzeldi. Yaşlı bir anne, baba ve evde kalan son küçük olmaklı ailede, o çorak topraklardan neleri ve nasıl yeşertirimin derdine düşmek, olsa olsa büyük ufuklara sahip tertemiz yüreklerin işi olsa gerek. Bizim küçük, ufak yaşlardan itibaren kopuz çalmayı annesinden öğrenmiş ve buna sesini de ekleyerek adeta tek kişilik bir ekip haline gelmiştir. Şarkıları öylesine içten, doğru ve özveriyle okumaktaydı ki, her geçen gün daha bir ileri giden bu yeteneği, kısa sürede etrafı tarafından da fark edilmişti bile. Küçük eğlencelerin vazgeçilmez konuğu, kutlamaların vazgeçilmezi haline gelmesi de çok uzun sürmedi. Kırgız geleneklerine göre, düğünlerde, kınalarda davet edilen bu yetenekler davetlilerin meraklı bakışları arasında sıklıkla kendi çaldıkları enstürman eşliğinde geleneksel müziklerden kulak pasını açarlar. Bu icraların yankılanması çok sürmez. Sesini ve sazını en güzel biçimde ve heyecanını da en olabildiğince dizginlemeyi başaranlar için yeni ve daha görkemli kapılar aralanır gelecekleri adına. Burada ortak kararı veren komisyon da jüri de merasindeki izleyicilerden başkası değildir. Duygulara hitap etmeyi ve onları harekete geçirmeyi başarmışsanız, yaldızlı bir geleceğin de anahtarını almışsınız demektir. İşte emek ve bu emeğin sonunda da paye olarak takdim edilen statü ve maddi anlamda da elbette para. Daha şarkılar bitmeden yürüyen banknot haline geliveren yetenekler, her takılan paradan sonra daha bir coşku ve güvenle okurlar repertuarlarını. Ve derken, bu coğrafyanın eğitim sisteminin de yeteneklere açık yönü akademik anlamda da kapıları açmıştır size. Bir yanda mahalli ve ses getirmeye başlamış bir alalılık hali, öte yanda da bu statüyü destekleyerek teknik anlamda daha bir ileri götürecek mekteplilik. İşin realitesine bakılınca da günümüzde bu işler hep böyle değil midir? Yaratılışta var olan potansiyel uygun yer ve zamanda kendini dışa vurmak ister. Biz de bunu ister isek, önümüzdeki sis perdeleri aralanır yavaş yavaş. Bir yükseliş başlamıştır artık ve biz istemedikçe de durdurulamaz.
Umudun asla bitmediği ve var olanların farkındalığı olduğu sürece ki buna şükür demek gerekir, hayata renk katabilmek olasıdır. Farklı coğrafyalardaki insanların çok uç sınırlardaki hayata duruşları, şu şükür hususunu bir değil, binlerce kere daha düşündürmeyi gerektiriyor. Sahil kenarına dalgaların sürüklediği bir çeşit sert yapılı yosun demetini dererek hayata tutunmaya çalışan ve oldukça da ileri yaşına rağmen de yüzünü asla ekşitmeyen bir Afrikalı ninenin hayatı, bizlere çok şeyi anlatıyor olması gerekir. Sabahın erken saatlerinden itibaren ve üstelik yarı ağrılı dizleri üzerinde ve onları da dayanak olarak kullanarak adeta ip eğirir gibi ortaya koyduğu emek ve bu emeğin karşılığında alabildiği çok cüzi bir para, hayatı yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini, var olan nimetlere daha bir başka bakabilmemizin zaruretini adeta yüzümüze vurmaktadır. Burada, üç öğününde de pirinç lapası yemekli olan binlerce insana değinmesek bile, hayatın her birimize dört dörtlük bir sunumla verilmediğini anlamız gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki, bizim hayıflana durduğumuz evimiz, arabamız, bilgisayarımız, bütçemiz ve dahası, başkalarının ellerinde çok büyük bir nimet olarak anlam kazanmaktadır. Bizlerin bir günlük kazancını üstelik çok daha ağır koşullarda ancak bir ayda kazanabilen insanların varlığını nasıl inkâr ederiz. Doğrusu bu, biraz imanî bir bakışla bile haddi aşmak, nimetleri hiçe saymakla eş bir durumdur. Ellerimin olduğuna, gözlerimin görebildiğine, ayaklarımın tüm vücudumu taşıyabildiğine nasıl şükretmeyeyim. Mesele bu farkındalıktan sonra başlıyor. Bu nimetlere sahip olmanın neşesini asla eksiltmeden taşırken, diğer insanlar için de bir şeyler yapma gayretine girmek, sizce de erdemli bir yol olmaz mı?
Asıl sorgulanması gereken şey, başkaları ile aranızdaki varlığa ne denli sahip olunduğu üzerindeki mukayese değil, var olanların ne derece farkında olunup olunmadığı olmalıdır.Ve işin ilginç tarafı da şu ki, sizdekiyle kıyaslanmayacak derecede varlık yoksunu insanların hayatla daha iç içe ve sizden daha özverili şekilde de ona değer katıyor olmaları. Düşünsenize, sizdeki varlık hacmine bu denli şükre sahip ve umudunu yitirmeyen insanlar sahip olsalardı, dünya nasıl bir şekil alırdı. Muhtemelen daha yaşanılası, paylaşımcılığı özümsemiş, gerçek kontrasına doyum sağlayabilmiş; gülmelerin riyâkarlıktan uzak, acıların her yürekte kor bularak hafiflediği, sen ve ben kavgalarının, insanı yoksunluğa ve helâka sürükleyen kibrin rafa kaldırıldığı bir dünya. Tam da burada metalara rağmen sadece yaratılışımızdan gelenlerin bile bambaşka hayatlar için yeterli olabileceğini anlamamız, kendimize güvenmemiz ve umut ettiğimiz coğrafyalara kavuşabilmek adına da kabuğumuzu kırmamız gerekir sanırım. Günümüzün en popüler sanatlarları, bilim insanları ve hayranlık uyandıran el becerilerine sahip yüzleri, bu kadim noktalara varlığın gücü ile değil, yaratılıştan gelen potansiyellerini işe koşarak, işleyerek, güçlendirerek gelmediler mi? Onların öylesine abartılı bir varlıkları yoktu, metaya küskün zeminler ve zamanlarda var olmuşlarsa da, umudu hep sakladılar, ona sarıldılar ve şükürlük nimetlere de ulaşabildiler.
Sayısız prova ve saha deneyimi ile okuldaki teorik bilgiler bir araya geldiğinde, geleceğe yaşadığınız kültürü enstürmanı ve sesiyle taşımakta olan bir elçi olmuşsunuzdur artık. Ne büyük bir paye. Maddi olarak bunun bir karşılığı olsa da, hayat boyu çak nadir yeteneğe temas edebilen bu manevi hazın karşılığını tarif etmek imkansızdır kanımca. Bazen yıllar sonrasına direnemeyerek küfe boğulmuş bir bisiklet, yıllarca asılı durmaktan bütün teknik vasfını yitirmiş bir enstürman veya şimdilerde bize demode gibi gelen bir kablolu mikrofon, tabloların efendisi spatula, fırça gibi hatıralar kim bilir hangi ellerde ne de masalsı bir hayatın objesi olmuşlardır. Var olan olanakları değerlendirerek bazen bir bazen de milyonlarcasına insanın dokunabilmek, onlarda güzel duygular uyandırmak ve geleceğe pozitif bakabilmelerini sağlamanın vereceği keyif ve kibre kaçmaksızın da gurur her şeye değer, diye düşünüyorum. Her birimizin var oluşumuzla birlikte getirdiğimiz ve ortaya çıkacağı zamanı ve mekânı sabırsızlıkla bekleyen kim bilir ne yeteneklerimiz vardır. Onları kendimize saklamak yerine, başkalarına da mutluluk ve esin katmak üzere paylaşmaya var mısınız?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.