- 169 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİPTİLLİ'DE YENİ HAYAT
İnsana masal gibi gelse de şimdi dört yıl askerde evden, genç karısından, kızından uzak kalmıştı Osman…40’lı yıllar Harb-i Umumi’nin gölgesinde daimi bir teyakkuz halinde, korku, açlık ve umutsuzluk ile geçse de insanlar yine de evleniyor, düğün yapıyor, aile kurup hayata devam ediyorlardı. Savaş yıllarında gelin olanların kaderiydi kaynata evinde boyun büküp beklemek…
Aslında Osman’ın annesi Mürüvvet’de bir savaş geliniydi. Osmanlı’nın son yıllarında ard arda kopan savaşlarda yitip giden genç nüfus yüzünden kendinden çok büyük dul bir adamla evlenmek zorunda kalmıştı. İlk hanımdan da çocukları olan Mustafa Efendi aksi, geçimsiz, cimri biriydi ama ne gam…Eskiden kadın ve erkeğin rolleri belliydi…Aileler karar verir gençler evlenir, kadın çocuk doğurup büyütmekle, ev işleriyle uğraşır, erkek evi çocukları beslerdi. Ne kadından gidip çalışması beklenirdi, ne de erkekten ev işi yapması…Bu iyi mi kötü mü eleştirisini yapmak şu an konumuz olmasa da belki her iki taraf için daha kolay olduğunu söyleyebiliriz. Binlerce yıldır yürünmüş bir yoldan yürümekle, az geçilmiş bir patikada iz sürmek arasında en azından zorluk kolaylık farkı vardır düşüncesindeyim.
Üç çocuk vardı en büyükleri Osman, ortanca Recep ve en küçük Huriye…Osman askere gitti, Recep terzihanenin başına geçip evin sorumluluğunu aldı ve Huriye ne yapardı bilmiyoruz çünkü çok genç yaşta geçirdiği zafiyet yüzünden sağlığı bozuktu…17 veya 18 yaşındayken yine çok hastalanmıştı ve yatıyordu, yeğeni küçük Türkan hoplaya zıplaya yanına vardığında ona sevgiyle bakıp kuzum derken verdi son nefesini…
Osman askerliğini eski İmparatorluk başkentinde İstanbul’da yaparken aldı büyük kentte yaşamanın, denize karşı bir sigara tüttürmenin tadını. Ben izin günlerinde arkadaşlarıyla beraber denize girip eğlendiklerini bile hayal edebiliyorum. Yüzmeyi biliyordu ve nerede ne zaman öğrendiğini sormak hiç aklıma gelmemişti. O zamanlar askerlik bir okul gibiydi, köyden, küçük Anadolu kentlerinden gelen gençler hayata dair birçok şeyi askerde öğrenirlerdi. Komutanlar biraz da baba gibi olurdu aslında…Sünnet olmadan erkek, asker olmadan da adam olunmazdı o günlerde…
Bir gün geldi yenilmez denilen Hitler yenildi, savaş başladığı gibi bitiverdi ve Osman Nevşehir’e annesinin, karısının ve kendini pek tanımayan küçük kızının yanına döndü. Herhalde annesinin elini öptü, kardeşine sarıldı ve korkuyla bakan kızını kucağına aldı ama Hanımı Saniye’ye bir şey söylemedi. Adetler neyse öyle davrandı Osman, yalnız kalana dek Saniye’nin elini bile tutmadı.
Belki her şey olağan ritminde akıp gidecekti eğer Recep terzihanenin içini boşaltıp dikiş makinesini de satmasaydı…Eğer Mürüvvet Hanım “Recep’i evlendireceğim, kendinize ev bulun çıkın” demeseydi…Bşaka eğerlerde vardı şüphesiz ama bunu bilemiyoruz. Bu sürecin bir yerinde ikinci bir çocuk, çok beklenip çok istenen erkek çocuğu Adnan doğmuştu.
Osman başını önüne alıp düşündü günlerce…Kardeşine darıldı, annesine küstü ama işlerin daha da kırıcı bir hal almasna engel olamadı.
-Osman oğlum karına takılan bilezikleri ver de yeni geline takalım masraf edecek durumumuz yok.
-…….
-Oğlum bu iş böyle olmaz.
Nevşehir’in eski çarşısında bir dükkanda oturmuş konuşuyorlardı iki arkadaş…Yanlarında tavşan kanı çay ve sarma sigara kutusu ile…
-Ne yapayım bilmem ki!...
-Senin elinde sanatın var git Adana’ya orada bir terzihane aç vallaha buradan çok daha fazla para kazanırsın. Ben haftaya gideceğim gel beraber gidelim bakınalım dükkan bulalım.
-Ben Adana’ya gideceğim ana…
-O nereden çıktı ?...
-Dükkan bakacağım, kendime anası evden kovdu dedirtmem, karımı çocuklarımı alıp giderim daha iyi, sen de gelin mi alırsın ne yaparsan yaparsın.
Sesler kokulara, renkler ışığa karışırdı Siptilli Pazarında…Kargaşanın tatlılığı, hayatın sürekliliği gibi sarıp sarmalardı insanı…Herkesin herkesi tanıyıp bildiği o güvenli zamanların çok sesli senfonisi gibiydi…Alçalır, yükselir, Allegrodan Andanteye oradan sirtodan Hicaz taksimine geçer ve o kakafoni içinde bile insana kendini evinde hissettirirdi eski Adana pazarları…Zembilini, sepetini, küfesinin alan yola düşerdi, çocuklar minik elleriyle annelerinin eteğine yapışır, bağıra çağıra pazarlık yapılırdı. Taptaze, kokusu uzaktan bile hissedilen yeşil otlar taze meyveler, eski çimento kağıtlarından yapılmış hala biraz çimento tozu içeren kese kağıtlarına doldurulup sepetlere yüklenirdi.
Ürünler satılıp cepler para gördü mü efe efe yürünerek bir kebapçıya, pavyona ve terziye gidilirdi. İşte Siptillli pazarının bir köşesinde herkesin bildiği, tanıdığı terzi Osman elinde uzun tahta cetveli, kocaman makası ile kumaşları ölçer biçer ve hızlıca şipşak şalvarlar dikerdi. Gelen giden eksik olmasa da, geçinmeye fazlasıyla yetecek para kazansa da içi huzurlu değildi Osman’ın…Siptilli’nin şalvarcısı olmak değildi amacı, Beyefendilere pantolonlar ceketler dikmek bir nevi sosyete terzisi olmak istiyordu aslında…O yıllarda hazır giyim mağazaları, konfeksiyon atölyeleri yoktu, yani zengin fakir herkesin bir terziye ihtiyacı vardı.
Evet yepyeni bir hayata başlamıştı Siptilli’de, anasına kardeşine rağmen işini, evini kurmuş, karısını koluna takıp kardeşinin düğününe gitmiş, hatta geline bir de bilezik takmıştı. Ama yine de “şalvarcı mı oldun” diyen kardeşinin küçümseyen bakışlarından kurtulamamıştı. Büyümek, gelişmek, büyüklerle aşık atmak, belki siyasete el atmak, paltosunu, fötr şapkasını giyip davetlere katılmak, sınıf atlamak, basamakları üçer beşer çıkmak ama bu arada da iyi yaşamak, iyi yemek, iyi eğlenmek de istiyordu…
Hayat Siptilli pazarında bir güvercinin kanadına yapışmış akıp giderken, taş avlularda ayak sesleri, şadırvanlardaki su seslerine karışırken ve ağustos böcekleri öğlen ezanıyla yarışırken bir başlangıç mı yoksa son mu bilinmez Küçüksaat Meydanın’da Kristal Palas’ın temelleri atılıyordu. Siptilli’den Kristal Palas’a uzanan yolda ne kazanıldı ne kaybedildi artık soracak kimse kalmadı…
Bir öğle vakti Seyhan nehrinin kıyısında durup düşündü Osman ve defterini açıp bir şiir daha yazdı, bir karar daha verdi ve bir bedel daha ödedi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.