DENİZLİ ŞİİR VE MÜZİK ETKİNLİĞİNDE KALEMİMDEN DAMLAYAN ANILAR... (3)
Etkinliğe bir hafta kala gençlik yıllarımın ve aynı mahallenin tığ gibi delikanlısı olan Aziz Gökdemir gönüldaşım yıllarını verdiği otogarda otobüs işletmeciliğine hâlâ devam ediyordu emeki olmasına rağmen. Mesleğini çok sevdiğinden canla başla çalışıyor; halka dostlarına, gönüdaşlarına hizmetini kusursuz veriyordu ve onu, kibar hizmetinden dolayı seven çoktu şehrimizde. Dürüstlüğü, müşteriye olan sonsuz saygı ve hizmet aşkı onu daha da devleştirmişti şehrimizde. Benim gibi zayif ve uzun boylu, yüreği sevgi deposuydu. Onunla geçlik yıllarımızda ne maceralar yaşamış, sokakların tozunu alırdık. Aynı ülküye inanmışlığımız bizi birbirimize daha da bağlayan etken olmuş, boynumuza taktığımız koccaman bozkurt kolyelerle Ege Efeleri gibi dolaşıyorduk yeni terlemiş, aşağılara sarkmış bıyıklarımızla. Sokaklar bizden sorulurmuşcasına Kürşat yürüyüşleri yapardık. Zaman geldi ayrıldım aralarından. Uçup gittim uzak diyarlara, Lahey’i mesken tutmuştum genç yaşımda. Zaman zaman haberleşiyor, bağlarımızı koparmıyorduk. Ağabeyisi Vehbi Gökdemir Ülkü Yolu Derneği genel başkanı olmuştu 12 eylül darbesine kadar. İlahiyatçıydı Vehbi. Birlikte İmam Hatip okulunda okumuştuk Doğanhisar’da ama ben öğretmenlerle aram açıldığı için orta kısımdan ayrılmıştım. Geçen yılların izlerini hiç bir zaman silemiştik yüreğimizden. Aziz can arkadaşımdı. Her izine gelişimde hasret giderir, eski günlerin hatıralarına acı bir kahveyle anımsardık.
Kır evimden Aziz’i aradım.
’’ Selamün Aleyküm Aziz’im. Hayırlı işler. Nasılsın? ’’ dediğimde her zaman ki gibi.
’’Allah’a çok şükür iyiyim, umarım sende iyisindir. Gel bi çayımı iç!’’ dedi.
’’ Geldiğimde içeriz. Aziz’im senden bir ricam olacak’’ Sözümü şıp diye kesiverdi,
’’ Buyur Zafer gardaşım. Rican değil, emrin olur. De hadi!’’ Dedi gülümseyerek.
’’ Denizli’de bizim Edebiyat, şiir ve müzik etkinliğimiz var. Orada Cuma sabahı olmam gerek. Zira, etkinlik sabah on’da başlıyor. Şehri gezdirecekler. O nedenle Denizli’ye erken saatlerde arabanız varsa bana bir yer!’’
’’ Tamam, hemen bakacağım. On dakika sonra seni ararım!’’ diyerek vedalaştık tlf konuşmasında.
Bahçemdeki işlerimi bitirmiştim. Hemen şehre babamlara gitmek için arabama binerek çıktım yola. Arkamdan gönüllü baktığım köpekler peşime takılsalar da, bastım gaza geri eve dönsünler diyerek. Yolun yarısına gelmiştim ki; telefonum çaldı. Pantalonumun sol cebinde olduğunda zar zor çıkarırken tlf. kapandı. Baktım bizim Aziz aramış. Hemen onu aramak için beş dakikalığına aramayı sağa çekerek aradım Aziz’i
’’ Özür dilerim, araba kullanıyordum. Telefon cebimde olduğundan hemen çıkaramadım. Buyur, bileti hallettin mi?
’’ Hallettim sayılır ama sen yine gideceğine üç gün kala beni yeniden ara. Araba sabah saat dokuzda. Sence uygun mu bu saat?’’
’’ Saat sabahın beşinde olsaydı, yetişebilirdim etkinliğin şehir gezisine ama başka araba yoksa, yapacak bir şey de yok. Teşekkür ederim can gardaşım!’’
Çok isterdim etkinliğin ilk saatlerinde arkadaşlarımla olmayı. Üzüldüm ama elden de bir şey gelmedi. Bir gün öncesi perçembe günü gitseydim bu sefer evde baktığım kedilerim, köpeklerim fedanlar, meyve ağaçları vardı. Onlar engeldi erken gelmeme. ’’sağlık olsun’’ diyerek bekledim Cuma gününün gelmesine. Bir kaç gün kala telefon ettim otogara.
Demesinler mi?
’’ Dokuz otobüsünde yer yokmuş. Dokuz arabası tamamen dolmuş Konya otogarından. Ama saat sekizde Muş arabası gelcek, ondan yer var’’ dediklerinde daha çok sevindim. Bir saat daha erkendi. Bilet almaya gittim vakit kaybetmeden. Ne olur, ne olmaz! Bileti geç alırsam o da dolabilir korkusu ile Otagara giderek aldım biletimi garanti olsun diyerek. Doğu illerimizden İzmir, Bursa, Bodrum, Kuşadası’na giden otobüsler bizim şehirden geçiyorlardı. Bazıları otogara uğruyor, bazıları da uğramıyordu. Beni Denizl’ye götüren olsun da, kim olursa olsun, hiç bir ayrıcalığı yoktu. Hepside pırıl pırıl arabalar ve beyefendi şöfor ve hizmet eden muavinler.
Yola çıkma vakti gelmişti. Hazırlıkları akşamdan yapmıştım. Gömleklerimi, pantolanlarımı ütülemiştim. Sabah ezanından sonra bi sinek kaydı traşı oldum. Kedi ve köpeklerimi de iyice doyurdum, kedilerime evin aralığına kurumama ve su bıraktım. Hafif kahvaltının ardından sırt çantamla otogara vardım. Arabamı emniyetli bir yere park ederek otogara girdim. Sabahin ışıkları ile otogarda soluğu alanlar pek fazla yoktu. Büfeden çay alarak geçip oturdum yeni otogarın yeni banklarına. Her yer çok temizdi, bakımlıydı. Arkadaşım Aziz daha gelmemişti. Yanında çaılışanı büroyu açmıştı. Yanına giderek sordum.
’’ Günaydın ağa. Muş otobüsü zamanında gelir mi?
’’ Abi 15 dakika belki geç gelebilir. Bazen oluyor molalardan dolayı’’ dedi.
Dışarı çıkıp serin havada temiz oksijen depolayayım dedim kendi kendime. Sağa sola olta atmaya başladım mahkumlar gibi. Mahkumlardan terk farkım, elimde otuz üçlük tesbihim yoktu. Vakit
bir türlü geçmek bilmiyordu. Otogarın miniminnacık kitaplığından bir öykü kitabı aldım. Banka oturarak okumaya başladım. Bir sevdanın yangınlarını anladıyordu ilk öyküde. Kurgu veya gerçek olabilirdi. Açıklı geçen yılların özetiydi. Kimler yaşamadı ki bu ülkede evliliklerde sorunlar olmasın... Dalıp gitmişim öykünün sürükleyici atmosferinde. Saate baktım dokuza çeyrek var. Sekizde gelecek araba ortalıkta görünmüyor, haber evrende olmuyordu. Kalkıp yazıhanedeki sorumlu gence sordum.
’’Ağa araba henüz otogara teşrif etmedi. Arıza falan mı var. Haber eden oldu mu size?’’ deyince üzgün yüz ifadesi ile,
’’Ağabey, araba Ilgın’da şu an, yarım saatte burada. Araba Muştan geç çıkmış. Gecikme sebebi o. Bazen oluyor böyle gecikmeler, kusura bakma!’’ dese de kusura bakmıştım. Ülkemizde düzgün giden ne var ki? İşte bu olumsuzluklar can sıkıcı. Etkinliğe yine geç kalacaktım. Üzgün üzgün dolaşırken dışarıda telefonum çaldı. Orhan Oyanık arıyordu.
’’Abi nerelerdesin? Sanırım biraz geç geleceksin. Biz şehir turuna çıkacağız birazdan. Geldiğinde nerede olduğunuzu söyler, oraya gelirsin.’’
’’ Tamam Orhan yiğidim. Bende üzgünüm ama elden bir şey gelmiyor. Keşke Afyon üzerinden geleydim. Eh, ne yapalım, geçte olsa Denizli’ye ayak basacağız Allah’ın izniyle!’’
Aradan pek zaman geçmeden Denizli’nin yüz akı Ali Tukluk şairimizde aradı.
’’Abi çok özledik seni. Bekliyoruz aramıza biran önce!’’
’’ Az kaldı, geelceğiğm Ali gardaşım. Bende sizleri özledim vatan, bayrak özler gibi’’ dedim ona.
Zamanı adımlar, sabırla geçirirken saatte dokuz kırka gelmişti. Yazıhane görevlisi anayolun ta öbür tarafından bana el salladı. Anladım arabanın gelmekte olduğunu. Sırt çantamı omuzlayarak kıvrak adımlarla yola doğru yöneldim. Demek araba otogara girmeyecekti. Girse ne, girmese ne? Beni alıp uçursun da Denizli’ye. Sağıma soluma dikkatlice bakarak yolun karşı tarafına geçerek, Konya istikametinden gelen yönde beklemeye başladık. Beş dakika sonra gelen otobüs yanımızda durdu. Harika, yeni bir otobüstü. Geçiksede değdi aramanın gıcır gıcır olması. Fazla yüküm olmayınca muavin beni alıp koltuk numaramın yanına götürdü ama koltuğuma başka biri çöreklenmişti. Kalkmak istese de, kaldırmadım keyfine set çekmemek için. Arkadaki koltuğun biri boştu, bende çöktüm oracığa. Pencere kenarında genç biri oturuyordu. Selamlaşarak ’’yolculuğun nereye’’ dediğimde, demesin mi o da bana’’Denizli’ye.’’ Gence baktım şöyle bir, bizim oraların toprağına pek de benziyordu. Araba bir kaç kilo metre gitmişti ki;
’’Nerelisiniz? Muş’lumusunuz desem size, pek de benzetemedim sizi oralara.’’ Aksanınız ’’buralar’’ diyor bana.
’’ Yok abi, ben Yalvaç’lıyım.’’ demesin mi. Bizim şehrin sınırlarının bittiği noktada. Isparta sınırları içinde. Tarihi mekanların olduğu ve Hollanda’da yıllarca birlikte mücadele ettiğimiz, Eindhoven’da Turan derneğinin kurucularından, başkanlığınıda yapmış siyah kuşaklı kareteci Sülayman Yalvaç arkadaşımın şehri Yalvaç. Sohbetimizin koyulaşacağına delaletti bu. İşlerini, uğraşılarını sordum.
’’Ben Muş’ta sivil polis idim abi. Tayinim Delizli’ye çıktı. Ev aramaya gidiyorum.’’ dedi.
Ülkemizin, devletimizin, halkımızın göz bebeğim Jandarmamız, polisimiz. Ömrümü bu vatan için harcağım değerlerimin mihenk taşı onlar. İyi ve zorlu günlerinde hep yanlarında olduk. Gazi veya şehit olduklarında yüreğimiz binbir parçaya bölündüğü, ağıtlar yaktığımız, dize dize şiirler yazdığımız şanlı kahramanlarımız. ’’Polisim’’ dediğinde içimdeki tufan koptu kopacak. Kalkıp boynuna sarılasım geldi gencimizin. Vatana, devlete, halkımıza, bayrağımıza en ufak bir leke düşürtmemek için canlarını seve seve feda edenlerimiz. Onda kendimi buldum bir an. Gençlik yıllarımızda biz ülkücülerde ateş topu, ihanete karşı demir yumruktuk. Korkusuzduk ateş hattında. Kahpe tuzaklarda nice fidanlarımızı kara toprağa yollamıştık. Ahhh o yıllar! Gözlerim doldu hatıralar yirmilik çivi gibi saplanıp kaldı kalbime. Önüm kesilererek altmış kişiden yediğim tekmeler, yumruklar ve kan içinde kalan her yanım, sızılarım depreşti yeniden. Şehirde toplasan yirmi otuz kadardık o zamanlar ve genelde fakir ailelerin çocukları ülkücüydü. Kimisi talebe, kimisi inşaat amalesi, kimisi ayakkabı boyacısı. Açlığa, sömürüye, emperyalizme karşı mücadele eden biz ülkücülerdik. Yani esas Sosyalist olan bizdik! Gel de halka anlat bunları o zamanlar. Gözyaşlarımı dökmeden sıyrılayım bu hengameden! Belaların içinden yırıdım kendimi hemen o an!
Yol boyunca sıkı konuşmamız oldu. malum konuları konuştuk polis gençle. Otobüs mola verdiğinde de çayın sıcaklığında sıcacık sobetlerimiz sürdü. Babası da sağlam ülkücülerdenmiş. Bizim 78 kuşağından. Yolculuğumuz bitmese de, sohbetimiz uzayım gitse yüz yıllar boyunca diye düşündüm bir ara. Gencinde bilgisi, görgüsü çok iyiydi. Allah babasından, hocalarından razı olsun. İşte böyle, çakı gibi evlatlar yetiştirilsin ulu vatanmıza. Gururumuz olsun onlar bizim. Onunla konuştukça hayal yelpazem açıldıkça açılıyordu. Nerelere kadar uzanmadık ki?.. Tanrı dağlarına, Ötüken’e, Orhun ırmağına, Çin seddine kadar... Oradan Allah’ın bize emanet ettiği kusal topraklara, binlerce şehit verdiğimiz Yeman’e, Mısır’a, Kudüs’e Sudan’a, Somaliye, Balkanlara, Viyana’ya ve yüzde yüz Türk olduklarına inandığım Ukrayna’ya, Moldavya Gök Oğuz türklerine, Hun Türklerinden, Atilla atamızın soyu Macarlara, Kırım’a, Başkurtistan ve diğer Türk devletlerine, Turan soylu, Türk kanlı Kızılderili dedikleri soydalarımıza... Dünya’daki Türklüğü gezdim soybet boyunca. Uzun uzun anlattım Türklüğü yiğide. Onun yüreğindeki heyacanını, duygularını hissediyordum can kulağı ile beni dinlerken.
Sultan dağlarının Ege’ye uzanan tarfı da yemyeşil. Çam, ardıç ağaçları ile süslenmişti gelin olacakmışcasına. Doğa güzelliği vermiş Tanrı’m ülkemizin her karışına. Seyrin doyumsuzluğu keyif veriyor insana. Mis kokan havası, dünyanın ağız tadı kiraz
bahçelerimizin mükemmelliği mest ediyor herkesi. Şiir gibi mekanlar. harıl harıl çalışan tarım ve bahçe işçilerinin alınlarından dökülen helal terlerin, nasırlı ellerin mübarekliğini görüyorum onlarda. Eber gölünün bir zamanlar yüzlerce göçmen kuşların vaz gezilmezi eski güzelliğinden pek eser kalmamış. Gölün yalnızlığı, kirletilmişliği, kuşların oraları terküi diyar etmesi Tanrı’nın insanlara verdiği ceza sanki. Acımasız, vidanını kaybetmişlerin güzellijk abidesi pırlanta gölü ne hale getirmişler. Tanrı bunu cezasız mı bırakacaklarını sandı gafiller, doğa düşmanları... Sultan dağlarının yamaçlarından nazlı nazlı akan derlerin esamesi yok! Gençliğimde sınıf arkadaşlarımla hafta sonları eğlendiğimiz, kadehlerin vuruştuğu, sazların konuştuğu mesire alanlarına baykuşlar tünemiş... Kahırlı hakırlı bakıp iç geçirdim geçerken oralardan.
Akşehir’de planlanan taaruzun izleri, Bizans kalıntılarının bastığı köylerimizden yükselen acı çığlıkları kulaklarımda çınladı. Ne zorluklarla Mustafa Kemal’in önderliğinde kurtarılan Tanrı’nın bize emaneti güzel yurdumun perperişanlığına şahit oluyordum yollarda. Aklıma ve yüreğime kazınan Yemen Türküsü duygularımı kamçılıyor, feryatlarını duyuyordum...
Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölü yok bu ne figandır
Şu Yemen elleri ne yamandır
Ah o Yemen’dir gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası Huş’tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir
Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Ah o Yemen’dir gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir
Burası Huş’tur yolu yokuştur
Giden gelmiyor acep ne iştir?
Denizliye kayıp gidiyoruz güzel yolların koynunda Muş otobüsü ile.
İkinci molanın ardından dört saatte varabildik Denizli oto garına. Polis gence yeni mekanında başarılar dileyerek ayrıldık. Sırt çantasmı omuzumda sağa sola bakınarak giderken elimdeki kalacağım otelin adresini sordum bir kaç kişiye. benim gibi onlarda oraya gezmeye gelenlerdendi. En güzeli kurabiye, simit, çay satan görkemli büfenin önünde satış yapan genç bayana sormalıydım. Karşısına yorgun halimle dikilerek sordum. Bir kaç kelimeyle tarif etti adrersi ve yürümekle on, onbeş dakikada varılacağını söylerken de mis gibi kokan Denizli’nin simidinden ve karton bardakla çay aldım. Şairlerimizin, yazarlarımızın aşıklarımızın, ozanlarımızın otağ kurduğu çil horozun karşısındaki otele aheste adımlarla ilerlerken, kaldırıma konan bir banka beş dakika ilişerek simidi yedim. Harika tadı vardı susamlı simidin ve oldukça gevrekti. Bizim şehirde simit diye satılmaz. Gevrek diye satılır. Çayımı yudumlarken bana bakanlara ’’Hoş bulduk!’’ der gibi bakıyordum bende. Yol güzergahında tarihi bir kaç bina gördüm. Onları çaylak fotoğrafçı olarak fotoğrafladım. Yolda gördüğüm bankamın avm’sinden para çekerek otele yirmi metre kadar kala birine sordum yine. Bana ’’kör müsün? ’’ dercesine.
’’ Ahan da orada gideceğin otel’’ dedi sert sözlerle. Teşekkür ettim tebessümle. Ama içimden, ’’şuna bi hiciv şiiri mi patlatsam’’ diye geçirdim.
Otelin camlı kapısından içeriye adım attığımda lobide oturan beş kişi kadar vardı. Yüzlerine şöyle bi baktım. Şair olduklarını tahmin ederek selam verdim ve kendimi tanıtarak el sıkıştık. Hepsi birden;
’’Hoş geldiniz aramıza Zafer Direniş!’’ dediler. Kısa sohbetin ardından kaydımı yaptırarak üçüncü katın 301 nolu odasına tek başıma bir odayı tahsis ettiler. Yukarı odama çıkarak eşyalarımı bıraktım yorgunluk duşumu aldım. Hazırlığın ardından lobiye tekrar indim. Gözlerim Ali Tuluk arkadaşımızı, Fatma bacımı ve Orhan’ı aramaya başladı. Bir müddet sonra Ali ile karşılaşarak kucaklaştık.
’’Abi Denizli seni çok bekledi. Hoş geldin şairler kentine!’’ diyrek tekrar sarıldı bana. Candı O, gerçek şairiydi Denizli’nin.
Alıp beni şiirlerin kaleme alındığı, atışmaların yapıldığı Mantı Bella alanındaki İncir altına götürüyordu. Çok nezih ve tertemiz yerdi buralar. Otelin karşısındaki caminin manevi atmosferinden olsa gerek, insanları sessiz ve sakindi.
Otelin karşısındaki meydana dikilen kocaman çil horoz bize bakıp,
’’ Hoş geldiniz şehrimize. Sabah ezanında size ’’Hoş Geldiniz’’ ötüşü yapacağım’’ der gibiydi duruşu.
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.