Kusursuz Aşk - Bölüm 2 - 3
Bölüm 2
- Üzerinde kimlik yok komiserim. dedi polis memuru.
- Neyse, eleman kendine gelince sorun bakalım...?
- Peki amirim…
Komiser Salih Alkan, 32 yaşlarındaydı. Ortadan hafifçe uzun boylu, koyu kahverengi gözlü, hafif göbekli ve kiloluydu. Stresten saçları da şakaklarından beyazlamaya başlamıştı. Terörle mücadele birimindeydi. O akşam 2 şüpheliyi hastaneye rapor almaya getirmişlerdi. Doktorları beklerken tanıdık birkaç polis ile birlikte gelen hasta ilgisini çekmiş, arkadaşlarından olay hakkında mâlumat alıyordu. Bir süre sonra şüpheli 2 kişinin de tetkikleri bitmiş, Komiser Salih arkadaşlarına hayırlı nöbetler dileyerek veda etmişti.
Veysel’in yatırıldığı hastane otele 10km gibi yakın bir mesafede olduğundan cankurtaran kısa sürede olay yerine intikal ederek yaralıyı buraya getirmişti. Trafikte akıcı günlerinden birindeydi.
- Beyin kanaması olabilir. Acil MR için hastayı hazırlayınız.
Dr. Merih Güngör. 1,80 boylarında, kısa açık kahverengi saçları öne doğru taranmış, sevecen bakışlarına yakışan mavi gözleriyle karşılaştığı kişilere güven veren bir kişiliği vardı. Bulunduğu çevrede saygı duyulan birisi olmanın yanında, mesleğinde başarılı bir kariyere sahipti. Ancak kendisi bu yeteneklerini yardıma ihtiyacı olan insanlara adamışçasına yüksek ücretli özel sektör tekliflerini daima geri çevirmekteydi. Dr. Merih, şifaya kavuşturduğu hastaların dualarıyla bir başka mutlu oluyordu. Belki de yengeç burcunun duygusal ikliminden etkilenmişti. Sebebi ne olursa olsun, hayatından memnun olduğunu düşünüyordu.
İlgili tetkiklerden sonra hastanın korkulacak fiziksel bir hasarı olmadığı tespit edilmiş, sonrasında gözlem altında tutulması için tek kişilik bir odaya alınmıştı.
Veysel uykuyla uyanıklık arasında üç gün geçirmişti. Yaşam ile ölüm arasındaki farkı idrak edebilecek durumda da değildi. Üçüncü günde ilginç bir gelişme yaşandı. Veysel’in beyni kendisine bir oyun mu oynuyordu yoksa… rüyâ ile gerçeklik arasında görüntüler etrafında dans ediyordu. Parlak beyaz bir ışık, şekilden şekile bezeniyor, kimi zaman bir kadın siluetinde kimi zaman bir yanardağ şeklinde havada uçuşuyor ve Veysel ‘i kendine doğru çağırıyordu.
- Siz ne yapıyorsunuz..!?
Bir anda tüm ışık dağılıverdi etrafından. Hemşirenin sesiydi bu ışığı kaçıran. Farkında olmadan odanın kapısına kadar yürümüştü ve tam o sırada gelen hemşire durumu fark ederek, azarlamıştı Veysel’i.
- Işık… diyebildi Veysel. …Işık…
Bölüm 3
Istanbul’a 60km uzaklıkta bir köyde, fakir bir ailenin tek kızıydı Elâ… Babası seneler önce vefat etmiş, annesi ise ciddi bir hastalığın pençesinde çaresizce eriyip gitmekteydi. Tüm sorunları bununla da bitmiyordu Elâ’nın. Güzel olmak gibi bir (kadersizliği de!) vardı; annesi de gidince kendisini kim koruyacak, kim sahip çıkacaktı… akrabalarıyla da yıllardır görüşmüyor, haberleşemiyorlardı. Köyde sahipsiz gibiydiler… Köyün tüm erkekleri, dağdan inen aç kurtlar gibi Elâ’nın sahipsiz kalıp yem olması için bekleşiyorlardı. Arada sırada yapmacık birkaç iyilik hareketinden de geri kalmıyorlardı. Köyün birkaç okumuş yaşlı ileri geleni olmasa, Elâ çoktan kurtlara da yem olmuştu aslında…
Haziran ayının ortaları gibiydi. Elâ’nın annesinin durumu ağırlaşmış, konuşmak için kızını yanına çağırmıştı. Anne kız bir müddet sessizce birbirlerine bakmışlar, sonra yıllardır görüşmüyormuşçasına, bir hasretle sarılıp ağlaşmışlardı.
- Canım kızım, hayatımın ışığı… fazla vaktim kalmadı.
- Lütfen öyle söyleme anneciğim… iyi olacaksın, bak ilaçlarında bulundu. ( Köyün muhtarı ve birkaç ileri geleni kendi çabalarıyla çok pahalı olan bu ilaçları sağlayabilmişlerdi.)
- Kızım, canım benim… senin için hayat devam edecek… kaderimize boyun eğmeliyiz… Yüce Yaratan böyle takdir etmiş… lütfen ağlayıp beni daha da üzme…
- Gözyaşlarını uzun parmaklı küçük ellerinin tersiyle iki kez silen Elâ… bak ağlamıyorum anneciğim diyerek zoraki bir gülümseme göstermişti.
- Canım kızım, şimdi muhtar beye gidip buraya çağırmanı istiyorum derken son kelimeler boğazından zorla çıkmış gibiydi.
Güzelliğini gizlemek için yüzünü kir pas içinde bırakan, saçlarını ve bedenini kapalı elbiseler ardında tutan Elâ, sokağa çıkar çıkmaz, yine de üzerinde odaklanan gözlerin verdiği rahatsızlıktan kurtulamıyordu.
Muhtar Vural Şahin, 70 li yaşlarda, uzunca boylu, kocaman elleri olan külhan beyi görünüşlü bir adamdı. Köyde bir sözünü ikiletmeyen otoriter bir yapısı vardı ve yaklaşık 20 yıldır da köy muhtarlığı görevini yürütmekteydi. Elâ’nın şansına muhtar yazıhanesinde oturmaktaydı. Kahvehane olsa muhtara ulaşması biraz daha zor olacaktı. Çok fazla kişiyle muhatap olmaktan utanıyordu. Elâ’yı gören muhtar, ciddi bir durum olduğunu hemen anladı. Çünkü öyle olmasa, Elâ buralara kadar gelecek bir davranışta bulunmazdı.
- Gel kızım, buyur, bir derdin mi var?
- Annem… (ışıl ışıl buğulu Elâ gözlerinden fışkıran masumiyetiyle, yürekleri titreten zarif sesiyle)… Annem… dedi Elâ. Sizinle konuşmak istedi.
- Hemen çıkalım kızım…
Elâ’ların evine doğru yol alırken, muhtar telsiz telefonundan doktora da haber vermiş, eş zamanlı evin önünde karşılaşmışlardı. Hep birlikte içeri girdiler.
Elâ mutfağa sığınmış, kafasının içerisinde umutları ve umutsuzluklarıyla mücadele etmekteydi. Bir yandan kendine moral veriyor, diğer yandan ise ağlamaktan kendini alamıyordu. Güçlü bir kişiliği vardı. Ancak, en güçlü kişilikler bile bazen, çaresizliğin pençesinde oyuncak olabiliyordu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.