- 411 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HER ŞEYE RESET, YA BİZ
Hassasiyetlerimiz eşyalarımıza, kullandığımız zemine, aracımıza, ayakkabımıza ve kısaca kendimiz dışındaki neredeyse her şeyedir. İyi de kendimize olan hassasiyetimiz, kendimiz olabilmek adına süregelen savaşımızda hayatımızın neresindedir? Bize rağmen, bizi ıskalayarak daha ideal bir hayat mümkün mü?
Bundan yıllar sonrasına açılan pencereden şu anki zamana bakabiliyor olsaydık, muhtemelen ne denli büyük ölçüde önceliklerimizin yanlış olduğunu görür, kimi rutinlerimize, takıntılarmıza güler, kimine de kızardık muhtemelen. Bundan önceki zamanın öznesi bizdik, bugünün öznesi de bizi. Doğal olarak biz var oldukça da yarının da öznesi olacağız. Kendimizi neden en sona koyuyoruz o halde. Bu durum bir değerlendirme zaafiyetimi, önceliklendirme hatası mı yoksa farkındalığımızın körelmesinin bir sonucumudur bilinmez, yine de her şeye rağmen o öznenin, yaşamın her yandan hissedilişi ve planlamasını, emeğini veren bizin önemini geçersiz kılamaz. Bize rağmen bir biz olamayız değil mi?
Vücudu oluşturan hücrelere benzetirsek kendimizi, o vücudun da bir millete karşılık gelebildiğini kolaylıkla anlayabiliriz. Bir millet dahi o olmazsa olmazlarını bir eknara koyarak yeri geldiğinde ne de büyük devrimler yapıyor veya yaşıyor aslında. Ortadoğu coğrafyasının başat kültürü Türk milleti, bu söyleme en esaslı örnektir dersek abartı olmaz sanırım. Özgürlük ruhu, bayrak sevgisi, ecdada hürmeti ve onu diğer milletlerin daha bir üstünde kılan binlerce yıllık değerleri baki kalmak üzere, toplumsal hayatında son yüz yıl içinde ne de büyük devrimlere konu olmuştur. Üstelik özünü yitirmeden ve daha da güçlü çıkmasını da bilerek başarmıştır bunu. Bahsi geçen tarihi gerçeğin içinde I. Dünya Savaşı`nın can yakan ve dünya savaş tarihine not aldırtan ve İngiliz savaş tarihinin en büyük mağlubiyeti Kut-ul Amare, boğazlarda yedi düvele destan yazılmış Çanakkale, Anadolu içinde de kuvvacı ruhun en güzide yansımalarıyla gıpta edilen kurtuluş savaşımızın abideleşmiş cepheleri geçiyor elbette. Onca tozun dumanın ve sonuçta da varlık yokluk savaşımının galibi kadim milletimiz, geçmişteki hatalarını tekrar ederek yeniden karanlığın içine gömülmek yerine, üzerindeki tozlardan ve atıllığından silkinerek dimdik ayağa kalkmayı başarabilmiştir. Ne de büyük bir seret bu. Kadınlarımıza Avrupa`dan çok daha önce seçme ve seçilme hakkının verilmesi, okullaşma oranının %8-10`lardan %90`ların üzerine çıkarılması, millet mektepleri yolu ile dev kültürel adımların atılışı ve endüstri hamleleri vb büyük başarılar, atılımlar kısacık sürelerde hayat bulmuş, yepyeni mizyonu ve vizyonu ile Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur Anadolu`nun bağrından.
Milletin terkip eden bizler de kendimizi yaşanan güne ve uzanmak istediğimiz geleceğe hazırlamada bir şeyleri yeniden gözden geçirmeliyiz. Hayatın renklerini yeniden ve daha olumlu bir bakışla kucaklayabileceğimiz, kendimiz olabileceğimiz ve hayata da kendimizden katabileceğimiz, sıradanlıktan kurtulabileceğimiz, heyecanı yakalayabileceğimiz bir devinim için daha beklemeli miyiz? Elbette hayır. “Yarın artık bu gündür.” anlayışı ile yeni şafağa daha anlamlı bakan, daha gerçekçi gören, olumlu hissiyatlarını kuvvetlendiren ve hayatın aksayan yönlerine takılmak yerine onlar için çözümler üreten biz daha iyi olmaz mı? Kendimizle de barşmak anlamında olan bu durum, bizden başlayan bu olumlu havanın etrafmıza da motive edivi bir tesirde bulunacaktır kuşkusuz. İnsanlığı aydınlatmanın ilk adımını kendimizde görmemiz gerekir. İnandığımız şeyleri düstur edinerek, söylemden eylemlere geçerek başarabileceğimiz bu aydınlanma, çevremizde de halka halka yayılarak göz kamaştırıcı bir güneşe dönecektir nihayet.
Milletimizin tüm umutlarının en azından kağıt üzerinde topyekün yok edildiği yakın geçmişimizde nasıl da umutlara sarılarak üzerimizdeki kara bulutları dağıtarak yeniden güne doğmuşsak 19 Mayıs şafağıyla, yarınlarımız için de aynı şeyi kendimiz için yapmak durumundayız. Hayatın sıradanlığı içinde savrulup gitmektense, her yeni günü yepyeni heyecanla kucaklamak ve yüze yansıyan, gücünü de ruhumuzdan aldığımız o sinerjiyi hayata olabildiğince yansıtmak daha anlamlı ve kârlı değil midir sizce de?
Kader dediğimiz şeyin değişmez olduğu an yargısı ne kadar da kötü. Oysa o, bizim irade ve isteklerimizle yeniden şekillenebilen ve farklı tezahürlere evrilebilendir. Niçin olmak istediğimiz hayatın öznesi pozisyonu varken, bizim dışımızda ve bizi boğan, daraltan ve dahası bizi bizden öteleyen ve koparan bir hayatın öznesi olalım? İnsanlar bir şeylere cidden inandıkça, onu hayal ettikçe, adım adım da o zeminin rüzgarını hisseder, o zeminin renkleriyle kuşanırlar. Kısacası, hayata duruşumuz, onu nasıl yaşayacağımız da nasıl yaşamakta olduğumuzu da belirler.
Her şeyin dönüp dolaşıp kilitlendiği yerin, aynı zamanda çözümün de başlangıcı olan yer olduğu gün gibi ortadadır. Ya kendimiz için bir iyilik yapacak ve bizi aydınlığa çıkaracak yollar için cesaretle ve inançla o ilk adımı atacağız ya da kurulmuş bir saat gibi o sıradanlığın içinde ömrü günbegün tüketeceğiz. Kendi ile savaşı, insanın en büyük savaşı olsa gerek. Kendini aşmak, Çin Seddi`ni aşmaktan çok daha öte bir şeydir bu manada. Kendi bilinmezliği içindeki denklemleri doğru okuyan ve yaradılıştan getirdiği mücadele ruhunu da zemine yansıtmaktan kaçınmayan kimileri belki ilk seferinde arzu ettikleri hayata ulaşamadılar. Yine de denemekten vazgeçmediler ve öngördükleri hayatın öznesi, nesnesi, tümleci, yüklemi oldular. Kontrol edemediğimiz şeylere rağmen, hayatımızın akışına yön verebilmemiz mümkündür. Bu anlamda yüzlerce yıldır en bereketli toprakların özlemle beklediği suya kavuşması ki bu temayı temelllendirecek çokça öykü vardır, kader diye atfedilen şeyin, karar olduğunu bize çok net göstermiştir. Köyü için ömrünü su kanalı açmakla tüketen bir Çinli, hükümetin başaramadığını o ilk azimli adım ve inancıyla ateşlemiş, etrafında ona inananların verdiği ilham ve güçle yüzlerce ve belki de binlerce insanın kaderini değiştirebilmiştir.
Bu güne değin çokça denemeye karşın bir şeylerin değişmemiş olması, bundan sonra da değişmeyeceği anlamına gelmez. Thomas Edsison`un belki de bininci denemesinde içindeki havanın boşaltılmış olduğu fanusa verdiği elektrik akımının ışığa dönüşümünde tungsteni kullanması bu duruma çok da güzel bir örnektir aslında. Üstelik yıllar önce bütün deney ve tecrübelerinin yeşerdiği laboratuvarının yanmasına rağmen, çalışmalarına ara vermeden devam ederek yüzlerce patentin sahibi olması, insanları gecenin bir yarısında sanki gündüzü yaşarmış gibi aydınlatabilmesi az şey midir?
Halen kendindeki bazı eksiklikleri dev gibi görürken, kendindeki güzelliklerin ve kabiliyetlerin, becerilerin farkında olamamak ne kötü. Yeterince gözlem ve bilgi sahibi olunduğunda, bizlerin şu anki yetersizliklerinin çok ötesinde ve hatta acınası gibi durumdaki insanların ortaya koydukları başarılar bizi yeniden içe dönmeye zorlamalıdır. Bize yeniden bir hayat verebilecek bu içe dönüş, belki de en mühim kırılma noktasıdır hayatımızı ve onun içinde de kariyerimizin. Kolları olmayan ve sadece ayak parmakları ile dir dergide editörlük yapabilen, bizlerden daha meşhur olabilmiş çok sayıda insanın varlığına, ampute sporcuların da eklenmesiyle ortaya çıkan gerçek nasıl okunmalıdır sizce? Kendimize bakışımız, yetersizliklerimizin olabileceğine ve fakat güçlü yanlarımızı ortaya koyar isek, yaşama amacımızın ve ondan alınan hazzın da başka bir yere dönüşebileceği gerçeğini ortaya koymaz mı?
Hayatın içinde farklı zaman ve zeminlerde roller alıyoruz, alacağız da. Hayat denilen sahnenin her zaman oyuncusu olmak ve dikte edilen senaryonun gereğini yapa gelmekten ötede, bu senaryoyu yazan kalem olmak da işin içinde. Ben o kalem olmayı tercih ediyorum. Her doğan günün yepyeni bir gün, her saatin yeni bir saat, her bakışın bambaşka anlamlar çıkarabilen bir bakış ve her eleştirinin de yeni ve ideal çıkarımlar yapmaya zemin olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Başkaları için koşmak , durmak, düşmek veya kalkmak yerine; kendimiz için ufuk açabilecek yönelimlere harcamalıdır enerjiyi.
Bu güne değil sadece, yarınlara da heyecanla uzanmak, hedefleri sürekli yenilemek ve çitayı da her geçen gün biraz daha artırmak gerekir. Kendini bilmede onu iyi tanımak, ona nasıl yaklaşılacağını kestirmek ve ve o özü en naif ve canlı şekilde dıışa yansıtmak gerekir. Ne mutlu ilk günkü heyecanla yıllar sonra bile mesleğini icra etmek için aynı ve hatta daha fazla heyecanı yaşayabilenlere. Bu mevzu her birimizin peşinden koştuğu ve uğruna yılları, emekleri, maddi sunuları harcadığı mutluluğun da mevzusu değil midir?
Meselemiz güzele, iyiye, hoş olana ve esenliğe değebilmek ise, bunun için bir milat beklemenin anlamı yoktur. O milat şu andır, şu saattir. Beklemelerle tüketilecek ömrü olanlara bir sözümüz yok ve fakat, hayallenen hedeflere bir an önce harekete geçmeden varabilmek de mümkün değil. Bizi içinde hapseden o görünmez kafesi kırarak gerçek dünyaya açılmanın vaktidir şimdi. Haydi, her şeye reset atan ve bir beklentiler zinciri için bunu yapan biz, son ve esaslı o reseti kendimize de atalım.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.