- 220 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Beyaz Melek 5. Bölüm
Huzuru bulduğumuzu sandığımız günlerin sonlarına gelmiştik. Çünkü o gün ilk defa bir mahkûmu konuk edecektik. Ambulansla getirilmişti ve baygın bir haldeydi. Hapishane doktoru mahkûmu hastaneye sevk etmeye karar vermişti. Sanırım Adı Uslu Han Akın’dı. Bu isim bana hep ilginç geldiğinden olsa gerek unutmuyordum. Devlet hastanelerinin depremzedelerle dolu olduğu bir dönemden geçiyorduk. Bazı acil konular Bayındır Hastanesine gönderiliyordu. Bu mahkûm da o acil konulardandı. Uslu Han Akın’ın yolu böylece bizlerle kesişmiş oldu. Önlerinde rütbesinden anlamadığım bir rütbeli asker, onun hemen arkasında iki askerin kelepçesiz olan kollarına girdiği Uslu Han sürüterek müşahede odasına almışlardı. Muayene işlemleri devam ederken ismiyle müstesna bir durum sergiliyordu. Kendinden geçmiş, baygın bir halde yatıyordu. Fakat hiçbirimiz az sonra yapacaklarını önceden bilemezdik.
Adı Uslu kendisi deli olan bu adam birdenbire baygın numarası yapmayı bırakmıştı. Doktor Ercan’ın bir tespih gibi salladığı stetoskopuna bir şey sıçratmıştı. Boktu bu. Uslu, bir psikopat gibi sırıtarak, donuna pislediği bokunu avuçladıkça Doktor Ercan’ fırlatıyordu.
Doktor Ercan girdiği şok yüzünden ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Üzerine bulaşan boku temizlemek istiyordu fakat boka dokunmayı midesi kaldırmıyordu. Doktor Ercan daha sonra (Temizlendikten çok sonra) delirmiş bir halde ‘O adi adam eminim on gündür tuvalete gitmemiştir.’ Demişti.
O gün gerçekten rezil bir gündü. Hasta bakıcı Burhan Kılıç ve Hatice Hemşire Uslu Han’ı temizlemek için hazırlık yapıyordu. Ben Hatice hemşireye gelmemesini söyledim. O sırada hastane yoğundu ve bir bayanın bu işe bulaşmasını istemiyordum. Uslu Han Akın’a refakat eden iki askerle birlikte hastaneden daha az kullanılan ikinci kattaki tuvaletteydik. Burhan bir hortum bularak musluğa bağladı. Sıcak suyu açtı ve hortumun başını sıkarak Uslu Han’a doğru tuttu. Uslu ‘Yandım ulan!’ diye feryat etmeye başladı. Ona uslu durmasını söyledim. O sırada ilgilenmemiz gereken bir sürü hasta vardı. Gündüz gurubu üç doktor üç hemşire, iki temizlik görevlisi ve bir hasta bakıcıdan oluşuyordu. Gece gurubunda başka görevliler vardı. Zamanın şartlarına göre kötü bir çalışma sistemimiz yoktu.
Burhan ‘Kıpırdamadan dur.’ Diye bağırarak elindeki fırçayla öğüre öğüre Uslu Han’ı yıkıyordu. Bizler de üzerimize pis suyun sıçramaması için elimizden geleni yapıyorduk. İşin açığı hastabakıcıya bir katkımız yoktu.
Uslu Han küfürler ediyor ve debelenip kendi bokuna basıp kayıyor, yıkama işlemi içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Neyse ki Burhan Beyin gayretiyle bu iğrenç adamı herhangi bir yara bere almadan yıkamayı başarmıştık!
Askerler onu giydirdiler ve bu defa kelepçeleyip muayene odasına götürdüler. Uslu Han Akın’ın hiçbir şeyinin olmadığı raporunu verdikten sonra askerlere ‘Allah yardımcınız olsun.’ Dedim. Gerçekten işleri çok zordu. Böyle bir psikopatla meslek hayatım boyunca bir daha karşılaşmadım.
Onun, onca yıkamaya rağmen bok kokan bedenini muayene etmek hayatım boyunca yaptığım en kötü deneyimlerden biriydi.
Biraz dinlenmek için odama doğru yöneldim. Yoğun bakım ünitesinden geçerken Melek Bilen’le göz göze geldik. Yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Sanki o da bana ‘Allah kolaylık versin.’ Der gibi bakıyordu.
Sonra Doktor Ercan ile karşılaştık. O tuhaf bakışlarıyla bana bakıyordu. ‘O pis adam, sıcak suyun şokuyla kalp krizi geçirip ölseydi zerre kadar üzülmezdim.’ Dedi. Ona dostane bir gülümsemeyle karşılık verdim önce. Sonra da ‘Bir sürü soruşturma, ifade… Uğraşır dururduk.’ Diye konuştum.
‘Haklısın.’ Dedi Stetoskopu boynunda olmadığı için elini sanki oradaymış gibi tutmaya çalıştığı attığı anda hemen geri indirdi. ‘İşimizi bile kaybedebiliriz. Sen dediklerime aldırma.’
‘Neyse ki vücudunda kızarıklık falan oluşmadı.’ Dedim.
‘Bir şeyler uydururduk.’ Dedi. Bu son sözünün üzerine düşünmem gerekiyordu. Çünkü ‘Bir şeyler uydururduk.’ Derken beni işlediği bir suça hem ortak ediyordu hem de bir takım işi yapmışız gibi bir ifade vermiş oluyordu. Onun hangi maksatla bu sözü söylediğini sormadım. Belki de soramadım.
O hafta Almila’nın yoğum bakı ünitesinde geçirdiği son günleri yaşıyorduk. Çünkü durumu tamda tahmin ettiğim gibi iyiye gitmiyordu. Ailesiyle yaptığım görüşme biraz olsun onları saracak olan kötü günlere hazırlamıştı. Ama ben hazır değildim. Hüzünlüydüm de... İçten içe yanıyor gibi hissediyordum. Size üzen kötü bir olayı yaşadığınız zamanlarda karnınızın tam orta yerine oturan hissiyat vardır ya işte o his bir insanın ölüm fermanını her imzaladığımda karnımın orta yerine otururdu.
Almila ile bu hissi tekrar yaşamaktan korkuyordum. Bir doktor olarak her türden kesik, yara, kan, irin, ölüm vs… görmüş olsam da bir çocuk ölümü beni hep derinden sarsardı.
Barış Manço’nun bir şarkısında dediğinin tam zıttı şeyler olmak üzereydi. Uzaklarda bir yerlerde güneşler batıyordu. Gök bir üvey baba misali gök gürlüyordu. Şimşekler bir korku filmini andıran derinlikte ve şiddette çakıyordu.
Gerçekten de bu havalardan hiç haz almıyordum. Karanlık bir sokakta yürürken hep kötü bir şeyler olacakmış gibi hisseder ve korkardım. Aynı korkuyu kapalı ve yağmurlu havalarda da hissederdim.
Hislerimde yanılmamıştım. O gün korkunç bir şeyin olacağını önceden anlamıştım. Olmuştu da… O gün Doktor Ercan Karaca, belki de Almila’yı hayatta tutan tek varlığın, Mırnav’ın ölmesine sebep oldu.
O güne dair anılarım hala çok canlı. Çünkü bu anıların canlı kalmasında çocukken baktığım muhabbet kuşlarının da etkisi var. Mırnav gibi onlar da bir kaza sonucu ölmüşlerdi.
Doktor Ercan ile yaptığım sempatik ve uyarı dolu konuşmamın uzun süre işe yarayacağını düşünmüştüm ama öyle olmamıştı.
O gün her şey olması gerektiği gibiydi. Hastanemiz yine kalabalıktı. Fatma Hemşire her zamanki gibi bir orkestra şefi gibi personelleri organize ediyordu. Doktor Ercan kendi halinde takılıyor, temizlik görevlisi Aydın Bey tuvaletleri temizliyordu. Hopörlörlerde Beethoven’in Ayışığı Sonatı çalıyordu.
Almila’nın annesi olacakları biliyordu. En basit haliyle anlatmak gerekirse canından bir parça kopmak üzereydi. Sevgi Aksoy ve eşi Erling Aksoy kızları Almila için canlarını bile vermeye hazırlardı. Tek bekledikleri bir umuttu. Ama o umut Almila için asla gelmeyecekti. Çünkü, Almila’nın kalbi büyüyordu ve o yıllarda bu hastalığın bir çaresi yoktu.
Sevgi Aksoy o gün benden bir şey istemişti. Benim olmayan ama onay verebileceğim bir şeydi. ‘Almilam ölürse eğer.’ Gözlerinde biriken yaşları sildi. ‘Bu kelimeyi duymak dahi istemiyorum.’ Dedi. ‘Bana ondan bir hatıra kalsın istiyorum.’
Sevgi Hanımın ne demek istediğini önce anlayamadım. Eşi Erling’de oradaydı. Bir ara göz göze geldik. ‘Saçından bir tutam almaktan mı bahsediyorsunuz?’ diye sordum. Kızarmış gözleriyle bana bakıyordu. ‘Hayır.’ Dedi. Ellerimi iki yana açarak ne istediğini beden dilimle sordum. ‘Mırnav’ı biz alabilir miyiz?’ diye sordu masumca.
O an Sevgi Hanıma ne diyeceğimi şaşırmıştım. Mırnav hastanemizin misafiriydi ve onu bir hasta yakınına vermek gibi bir düşünceyi, bir olasılığı hiç aklıma getirmemiştim. ‘Bilmem.’ Dedim. ‘Bir sorun olabileceğini de düşünmüyorum.’ Dedim.
Diğer yandan içimde beliren ve nedenini bilmediğim bir düşünce vardı. Almila’nın o kediye daha fazla bağlanmasını istemiyordum. Ya da Mırnav’ın Almila’yla güçlü bir bağının olmasını istemiyordum. Üzülmelerinden korkuyordum. Muhabbet kuşlarımın öldüğü o çocukluk gününde yaşadığım acıyı yaşasınlar istemiyordum. Bu düşünceyi söylemek olasılıksız bir düşünceydi.
Sevgi Hanım hala karşımdaydı ve gözüm Melek Bilen’e kaymıştı. Bana doğru bakıyordu. Yine bir güç dalgalanması hissetmeye başlamıştım. Beynimin içinde bir anda ‘Kimse üzülmeyecek.’ Düşüncesi belirdi.
Eğer kötü bir sonuç olursa Mırnav’ı onlara verebileceğimi söyledim. Erling’in gözlerinde yaşlar birikmişti. Erling Aksoy Türkçeyi biraz olsun biliyordu ve en azından kedinin onlarda kalabileceğini anlamıştı. Sonra Erling İngilizce olarak, annesinin bir İngiliz olduğundan ve İngilizlerin kedilere karşı çok sevecen olduklarından bahsettiği kısa bir konuşma yaptı. Omzuna dokundum. Elimin işaret parmağıyla ‘Tamam’ işareti yaptım.
Kedi sanki onun hakkında konuşuyormuşuz gibi bir anda koridorda belirmişti. Tüm kötü hava bir anda dağıldı. Mırnav ortama neşe katmıştı. Hopörlörde Vivaldi’nin La Stravaganza adlı parçası çalıyordu. Mırnav yine ritmik hareketlerle oyun oynuyor, tuhaf ve şirin hareketler yapıyordu.
Sonra bir ara ameliyathanenin olduğu kata doğru yöneldi. İşte ne olduysa o anda olmuştu. Doktor Ercan o katın merdivenlerinden aşağıya doğru iniyordu. Kediyi karşısında görünce ayağındaki beyaz terliği koridorun düz ve sert zeminine ‘Şlapp!’ diye indirdi. Kedi bir an o ses dalgasının koridorda yayılmasının etkisiyle ne yapacağını şaşırdı. Sonra arkasına bakmadan dışarıya oradan da yola fırlamıştı. La Stravaganza’nın en hüzünlü kısmını sokaktan gelen acı bir fren kesintiye uğratmıştı. Herkesin göz göze geldiği ve Mırnav’ın öldüğünü düşündüğü kısa bir an yaşandı.
Sevgi Hanım, Erling ve hasta yatağında yaşananlara şahitlik eden Almila acıyla bağırdılar. Almila çelimsiz ve zayıf bedeniyle yataktan fırlayıp, kolundaki serumları çeke sürüte koridora kadar geldi. Mırnav’ın adını bağırıp ağlıyordu. Ben onu kucağıma alıp yatağına yatırmaya çalışırken Almila ellerini açmış onlarca metre mesafeye rağmen Mırnav’a doğru uzanmaya çalışıyordu.
Doktor Ercan yine tiyatro yapıyordu ama yüzündeki endişeli tavrın sahte olduğunu bir tek ben biliyordum. ‘Bir anda karşıma çıkınca korktum ve tökezledim. Ona bir şey yapmak istemedim.’ Diyordu.
Hastane bahçesinde araba yoluna sadece on beş metre mesafe vardı. Mırnav’ın başından ve kulaklarından akan kan küçük bir birikinti oluşturmuştu.
Çok üzgündüm ve Ercan’ı oracıkta öldürebilirdim. Elimden sabırlı davranmaktan başka bir şey gelmiyordu. Öyle de yaptım. Önce Almila’yı sakinleştirdim. Sonra Sevgi Hanım’ı.
Tüm bunlar bir film sahnesi gibi yaşanırken gözüm yine Melek Bilen’e kaymıştı. Çalan şarkının eşliğinde zamanın yavaşladığı kısa bir an yaşadık. Bana doğru bakıyordu. Yine bir güç dalgalanması hissetmeye başlamıştım. Beynimin içinde bir anda yeni bir düşünce belirdi. ‘Mırnav’ı hemen bana getir.’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.