- 355 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
İSTANBUL VE BEN...
Bir öznem olduğunu henüz öğrenememiştim bir de öz verimi yüklenip çıktığım yokuşu adlandıramazken.
Sözcükler yalındı.
Aşk ise bakir.
Tınısı uzaktan geliyordu kulağıma ve delip geçiyordu sessizliği.
Baş koyduğum ne çok şey bilfiil edindiğim somut izlenimler ama sonunu getiremediğim daha doğrusu devamı gelmezken sonlanandı her biri.
İçim kıyılıyordu sahi neyin özlemini çekmiştim?
İçim dışıma çıkmıştı sanırım ben haddinden fazla şeffaftım.
Duvağı kırışıktı yalnızlığın bense rüzgâr misali eserken esneyen kurallarım ve şah damarımla olan barışıklığım alıp götürüyordu işte beni ve yetindiğim kadar mutluydum.
Başı olmayan hikâyelerdi belleğimde izini sürdüğüm ve gizi alt belleğin hani nerede ise tüm sırdaş düşleri alt çekmeceye tıkıp da üstüne fermuarını çekmişken de ağzımın ve ben her ne kadar sessiz kalsam da infilak ediyordu karşıdan gelenler.
Bir özrüm var mıydı sahi hele ki kayıp öznem…
Sıfatlardı aşikâr.
Pişen benliğim aşk ateşinde ve dergâhımda salındığım bir ileri bir geri.
Günlük mevzuat ise asla umurumda değildi hem benim derdim bana yeterken ek olarak daha neyi dert edinirdim ki?
Haddinden fazlasını hem de.
Kendim sorup kendim cevaplıyordum işte ve üstü örtülü idi kayıp dostlarımın mezarlarının iliğinde saklıydı bir o kadar hayal kırıklıklarım.
Kırgınlığım ve kızgınlığımsa hayli azalmıştı zaten sevdiği insana kırılmaz mıydı insan ve de insan olmanın hegemonyası ve zaaflarım, o haşmetli rüzgâr sayesinde bir azalıp bir çoğalıyordu işte.
Matbu muydu duygular?
Yoksa şahsına münhasır mı?
Bense edilgen addedilen varlığımla etken kılınmak adına bir ömür canhıraş mücadele verirken hep de istiflemiştim yenilgilerimi.
Yanılgı yüklü benliğim.
Esaretinde ömrün.
Kayıptım asla ayıp olmayan.
Kandırılmıştım da defalarca kandırmadığım kadar.
Kaybetmeye daha ne kadar gücüm vardı hem ve kaybolmaya…
Ve işte sıralıyordum yapmam gerekenleri.
Özlemim dinmişti pek çok şeye pek çok da insana ama kendimi hani dünde kalan bene olan özlemim git gide ivme kazanıyordu ve haiz olduğum ne var ne yok, döktüm eteğimdeki taşları ve cılız sesi ile arkamdan gelenlerin ben kuvvetli bir şekilde göğsümü germeyi de bir şekilde başarırken sadece ayakta ve hayatta kalma savaşı verdiğim de yalan değildi hani.
Sürtüktü kimi kelime süzgeçten geçen.
Sürmenaj olmuş belleğim, alt bilinci delip geçen.
Bir avuç gülücükse içimde beslediğim iyi niyeti de çarçur edip kendime çok da iyi davranmadığım bir gerçekti işte.
Sıra sayı sıfatlarından çıkıp da yola.
Sırasız gidenlerin çetelesini tutarken.
Sıra başında beklemekse tek dileğim ve uzun çok uzun bir kuyruğun sonunda bekletildiğim aşikârdı hem de fazlasıyla.
Tüten dumanı şehir vapurlarının bense gizinde şehrin istimlak edilmiş binaları ve yolları gördükçe içimden neler geçiyordu sahi:
İstanbul’un canı hiç mi acımıyordu?
Diğer deyişle:
İstanbul bu kadar yarayı bu kadar deliği nasıl barındırıyordu içinde üstüne üstük günbegün artan nüfusu şehrin nasıl kaldırıyordu bunca yükü sevdalı şehir hele ki haritada ufacık bir yüz ölçümü ile tüm dünyayı cezbetmeyi de başarmışken…
Hulasası duyguların.
Hükümranı aşkın.
İstanbul belki de devasa bir lekeydi düşmanların gözünde.
Ve de içine girdiği o kara delik daha ne kadar yutacaktı bu yaralı şehri?
Canım her yandığında andığım İstanbul mademki ruh ikizimdi ve elbet ortak paydada buluştuğumuz çok şey vardı.
Karanlığın dibinde uyuyan.
İzbelerde saklı gölgeler.
Şehrin ve de benim bir araya gelmezken iki yakamız.
Yakamozların çağrısında ses etmeden yola düştüğüm.
Gecenin bekası iken şafak saydığım.
Günü çuvala koyup da geceleri hayalet gibi yaşadığım zamanları sahiden özlüyor muydum?
Özlediğim çok şey vardı ve özlem giderdiğim de yalan değil ama beni bekleyen uzun meşakkatli bir yolun da çağrısı duyulmaz değildi hani.
Aslında tek duyulmayan bendim ben olmuştum bir ömür hele ki duyulduğuma kanaat getirdiğim yılların uzun zamanların ertesinde ayakta uyutulduğumu fark etmem hayli zaman almıştım.
Zamandan çalıyordum aslında.
Aslında kendimden çalıyordum.
Aslında kendimden kaçıyordum.
Aslında ben hep kendim olmuşken kimsesizliğin nazında nazarında şaşkın mizacımla döneniyordum kendi etrafında.
Uydusu olduğum duygular haddinden fazlaydı ve de insanlar.
Sona çeyrek kala çalkaladığım bir ayran kutusu gibi içimde lıkır lıkır eden duygularsa açlığımı iyi kötü bastırıyordu işte.
Dağılan benliğim ve ruhum ve bedenim ve yüreğim.
Nazarında hayatın ben de bir şehir vapuruydum işte gece öten düdükleri bense aşkın ve hüznün ateşinde pişerken savurduğum duman misali belki de vapurun bacasından sökün eden Noel Baba gibi kendimden kendime uzanıp kendime hediyeler almışken bir ömür kendim olmayı da becermişken ve hayli de hoşnut olmadığım bariz iken anlamıyordum bazı insanların neden bana benzemeye çalıştıklarını.
Ne de olsa hayatta neye el atsam önce gerçek kılmış sonra da sonlandırmıştım nerede ise tüm hayallerimi ve eksik kaldığım kadar eksilen bir sayı gibi coşkuma yenik düşüp sevgimi üst kademe taşıdığım ve kalemin izini sürerken içimdeki gizi keşfetmem hayli zamanıma mal olmuştu.
Saltanatını süremediğim ne varsa seyyah bir ruhtum ben bazen Araf’ta takılı ya da göğün tepesine yerleşip hayatı kuş bakışı g/özlemlediğim.
Bir mevsim değildim sadece ruhumsa adeta bir mesire yeri ve şerh düştüğüm her duygu illa ki somut bir hal alıyordu kalemimden dökülenler sayesinde.
Mikado çöpleri gibi dağıldığımız da baki idi.
İçime yerleşik o heyecan ve umut dalgası bir o kadar hüzünle çarpışan hayallerim ve mutlu olma olasılığım da pek düşüktü hani ve cengâver yüreğimle baş koyduğum yolda bazen gerisin geri gittiğim de su götürmez bir gerçekti.
Yarıladığım yol.
Yanıldığım kadar da anılmadığım.
Bazense her şeyi üstüme alınıp küstüğüm.
Ve beni uzaklardan çağıran o ses:
İhtişamlı ve sükseli ve kalabalık duygularım bense sıradan bir insan olduğumun bilincinde bazen sıra dışı olduğumu da kabul etmek zorunda kaldığım.
Ve evet, açıktı mademki kartlarım kabullenmiştim de sıra dışı olduğumu ve hayatta tuttuğum ne ise hep elimde kalmıştı ve bonkör yüreğimle dağıttığım sevginin geri dönümü ne yazık ki hep de hüzün olmuştu.
Şakıyan iç sesim.
Aşka âşık şehri İstanbul.
Göç vaktim gelmeden göç etmeliydim aslında ve göçmen kuşlara öykünüp kanatlandığım şehrin yedi tepesi.
Aşikâr rüzgârdım ben.
Aşikâr İstanbul’un ta kendisi ve günümden dünüme yolculuk yaptığım kadar mutluydum gerçi biliyordum da çok sağlıklı olmadığın dünde yaşamak çok da iyi gelmiyordu hani insanlara ama beni ayakta tutan illa ki dünde kalan mutluluğum ve başarılarımdı ve ben sadece teğet geçerken hayata diklendiğim kadar haksızlığa ve kötülüğe ve zulme ve işte üç noktalı özlemlerimle öznemi saklı tutmak adına verdiğim mücadele nihayetinde zafere ulaşmıştı.
Bir uyak.
Bir ulaç.
Bir ünlem.
Bir uyruk.
Bir bulgu.
Bulantı.
Bulamaç.
Serkeş duyguların tahayyül edebildiği kadar en uzağa erişmekse tek hayalimdi aslında hayal kurmak bile hayalim iken ve ben hayatı ve şehri teğet geçip de içimi resmettiğim kadar mutluydum ve de coşkulu tıpkı İstanbul gibi nazlı İstanbul gibi yalnız ve kalabalık aynı anda ve iki yakamı bir ömür çekiştirirken biliyordum da imkânsızlığın şerh düştüğü her imkân dâhilinde kendimle uzlaşmanın verdiği hem huzur hem rehavetle kucaklarken de içimdeki yaslı şehri ve içimdeki çocuğu…
YORUMLAR
Tıkacı yok günün ve takıntılı rüzgâr saçlarıma konuyor bense üflüyorum rüzgârı ama nefesim ne kadar yetebilir ki ve yetemediğim kadar hayata yetindiğim kadar da içimle deşiyorum bir bir yaralarımı.
Dikiş tutmayan şiirler yazıyorum azığa aldığım ömürden arakladığım sevinci saklı tutuyorum şiirin hikâyesinde.
Dört duvar yalnızlığı asıyorum ipe ve çile çekişini seyrediyorum çil yavrusu gibi dağılan notalar saklı önümde bense bir lal alfabeyim ki tüm harfler kan ağlıyor tek tek eksiltiyorum harfleri ya da çoğaltıyorum her birini.