Kâinatın uyanışıdır söz
“Bir söz kulağa gelip orada kalıyor, kalbe ulaşmıyorsa, o söz dudaktan söylenmiştir.
Bir söz kulağı aşıp kalbe ulaşıyorsa o söz gönülden söylenmiştir.” diye buyurmuştur Hz. Ali (r.a.)
Konuşmaya muktedir değilken konuşturan, konuşmaya muktedir iken sükût ettiren elbette bize hikmetlerin en güzelini öğretir.
Cenab-ı Mevla’nın tedrisinde edep ve hayâ dersleriyle insan olduğumuzu hatırlamaya, her bir ayetin göğsümüzü yararak, kalplerimizdeki çekirdeğe inip bize yön verecek gücün ateşini fitillemesine ne kadar da muhtaç dönemlerden geçiyoruz.
İnsan, Yüce Allah’ın yarattığı bir kelamdır aynı zamanda; ne ile emanet olduğunun farkına varabilmeli diye sadeleştirerek. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen o büyük kelime, Rabbimizin “Ol!” emrinden hareketle, sözün yüceliğini daha çok incelikle tefekkür etmeliyiz.
Sözün hakikati, sözün ahlakı, sözün estetiği, sözün adaleti pencerelerinden lafzi derinliklere doğru ilmî bir paragraf açabiliriz burada...
Söz, bahar mevsiminin uyanışı gibidir. Seslerin dil vasıtasıyla ahenkli bir frekans ile fehm merkezimiz olan aklımıza intikalin de… Bu yüzden sözün israfından kaçınmak akıllı insanların sergileyeceği bir tutumdur.
Kâinatın uyanışıydı söz. Kadim metinlerin özünde aşikâr olmuş bir sır gibi, hakikate mutabık bir tecelli şu idi: “Önce söz vardı.” Mana ile yoğrulmuş her sözün, hikmete ram olunan bir kapıdan bizi buyur ettiği gibi “ Bu yüzden kelimelerin hakikat ile makes bulduğu o derinliği bilmek, görmek,fehmetmek, derya içre dalmak ancak kalbin irfanı ile mümkün olacaktır.
Kalbin irfanı, arifler meclisinde basiret, feraset, belagat kuvvetleriyle talibi olacağımız bir hazinedir. Kuşkusuz her hazinenin kıymetine vasıl olabilmek de kolay bir iş olmamalı.
İnsanoğlunun şu dünya macerasın da tefehhüm ile idrakine yol edebilmesi kelam ile mümkündür. Bu yüzden kelimelerin ve kavramların doğru bir şekilde ifade edilmeye ve anlaşılmaya mecbur olduğu kanaatini taşıyoruz.
Üslup bir kelime cilbabıdır. Anlaşılır olmaya ne biçtiysek, söz onu giyinir. Bilginin hızlı bir tüketime dönüştüğü enformatik bir çağın içinden geçiyor olmamız dolayısıyla, düşünceye olan ihtiyacın ne denli önemli bir mefhum olduğunu sibernetik uzay üslubunda karşılaştığımız menfi örneklere şahit oldukça daha iyi anlıyoruz.
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez fakat söylediklerini düşünür de söyler.” demiştir Aristoteles.
Mananın kalpte filizlenişi düşüncemizin dile geliş biçimiyle doğrudan etkili. Konuşma sanatı, bahar mevsiminin uyanışı gibidir bu yüzden. Yazıdan maksat buyrulan da sözdür, seslerin dil vasıtasıyla ahenkli bir frekans ile fehm merkezimiz olan aklımıza intikali de…
Bu yüzden sözün israfından kaçınmak akıllı insanların sergileyeceği bir tutum dur. Akıllı insan, sözün özünü bilir. Hem konuşurken hem yazarken, okuduğu ve anlattığıyla asla müsrif değildir.
İnsanı insan eden her şey, onun kendini ifadeye başlaması ile birdenbire bir panorama gibi kendini gösterir. Bu sırada bütün dimağ melekeleri hazırlanır, bütün fikir ve ifade kuvvetleri hare kete geçer.
İlahî “Kelimetullah” olarak dünyaya gelmiş Hz. İsa’nın henüz beşiğinde bir bebek iken tekellüm etmesi bir hakikatin açığa çıkması içindi.
Haksızlıkla itham olunmuş, kadınların en masumu Hz. Meryem’in sükût orucu ile mukabele etmesi ise insanın irfani noktada gelebileceği kemalatı bize aziz bir belagat ile öğütlemiyor mu?
Konuşmaya muktedir değilken konuşturan, konuşmaya muktedir iken sükût ettiren elbette bize hikmetlerin en güzelini öğretir. Şüphe siz sözün en doğrusunu Hz. Allah söylemiştir.
Cehri bir kelamı, hafi bir maksadı; kâh zahiri kâh batıni sözlerimizi; kalpte sabitlenmiş kavlimizi, dilimizle ikrar ettiklerimizi…
Geceleyin seccademizle yarenliğimizi, duamızı, ilticamızı ve yahut arkadan çekiştirmeye cüret ettiğimiz mevzu bahis her ne ise hepsinin…
En müstesna kâtiplerin nezaretinde zerre miskal şaşmaz bir mürekkep ile kayıt altına alındığına iman etmiş bir kul olarak, sözün künhüne ermek insanın diriliş amentüsüdür.
Mahiyet itibarıyla insanın kalbine nüfuz eden, gönlü okşayan, hakikat değeri ihtiva eden, faydalı, müspet güzellikteki latif kelama, “Kavl-i maruf” denilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de kavl-i marufun nasihat edildiği ayetlerden bir tanesi de şöyledir:
“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/263.)
Yüce dinimiz İslam, güzel sözü insanlar arasında teşvik ederek, bir birimize karşı sorumluluklarımız arasında kalbî hassalarımızın farkına vararak kulluğumuzu kemale erdirmemizi ister.
İncitmeden ve incinmeden… Sözün kılıçtan keskin olduğu o çizgide durup, kuyumcu tartısındaki bir mücevher gibi hassasiyetle tartarak, inceliklerle tezyin edilmiş billur kadehten içilmiş o leziz şerbetler gibi konuşarak.
Kalp ikliminde, varılacak cennet tasavvuru nedir diye sorsalar, “Orada ne boş bir söz, ne de günaha sokan bir şey işitirler. Sadece ’selam!’, ’selam!’ sözünü işitirler. Ahiret mutluluğuna erenler, ne mutlu kimselerdir!” (Vakıa, 56/25-27,) ayet-i celilesini huşu ile okuyacak kadar kelimelerin özüne, mananın künhüne âşık olmak.
Bütün muradı “Muhabbetullah” olan, lisan-ı kalbe meftun irfan ehlinin sadede geldiği kıvam ile…Kâinatın uyanışıdır söz.
“Bir söz kulağa gelip orada kalıyor, kalbe ulaşmıyorsa, o söz dudaktan söylenmiştir.
Bir söz kulağı aşıp kalbe ulaşıyorsa o söz gönülden söylenmiştir.” diye buyurmuştur Hz. Ali (r.a.)
İrfan dolu bir kalbin manevi lezzeti, tazim ve ihlas ile muhabbet ehli âlimlerin, ariflerin sohbetine vasıl olabilmekle bereketlenir.
Yaratılışını güzelleştirdiği gibi ahlakını da güzelleştirmesi için dua eden Hz. Peygamber, göğsünde bir mücevher gibi taşımıştır sözü. O insana değer vererek, hiçbir ayrıma tabi tutmayarak, kin ve garazı yasaklayan, musafahayı tavsiye edip arada selamı yaymayı öğütlemiştir.
Kusurları yüze vurmayarak rencide etmeden hakikati öğreten, çocuklara gayet müşfik, hanımlarına adil ve muhabbetli, ashabına dost ve yâr olan, tüm kâinata sevgili bir peygamberin ahlakı bize her şeyi açıklamaya yetip artıyor.
Sanki başlarının üzerinde bir kuş var da kıpırdasalar uçuverecek zannıyla pür dikkat Allah Rasulünü dinleyen, edep dairesinden çıkmayı adaba mugayir bir tavır olarak telakki eden bir sahabenin izinde nice nesiller yetişmiştir.
Kur’an’dan yola çıkarak Hz. Peygamber’in örnek yaşantısını kendi yaşamına rol model alan bir dönemin yaşamış insanlarında vücut bulan peygamberi hayat toplumun her safhasında kendini göstermiştir.
İnsanların birbirlerine hitaplarında gayet dikkatli ve nazik bir üslubu benimseyerek seslenmeleri, mahalle eşrafının herkesi tanıdığı ve birbiriyle hasbihâl etmeden geçmediği, yoksulun gözetildiği, ihtiyarların kollandığı, yetimlerin doyurulduğu, sadaka taşlarının vücut bulduğu, ölmüşlerin dahi ihmal edilmediği, canlı, cansız her şeyin hatırının gözetildiği, Fatihalar, Yasinlerle duaların eksik edilmediği zamanlar yaşandı
Çocukların edep ve terbiyesinde Kur’an odaklı nice sünnet, kıssa ve menkıbelerin akşam sohbetlerinde dedelerin ninelerin dilinden küçük hafızalarına nakşedildiği geniş aile yapısıyla birlikte toplumun ruhuna sirayet etmiş genel kurallardan tutalım da bir evin kapısının tokmağındaki ince detaylar oldu hayatımızda.
Yahut bir evin pencere pervazındaki çiçeğin ifade ettiği anlama varıncaya kadar o zamanlardaki bu yaşantı bizler için düşünüldüğünde, sadece mazide kalarak özlemle yad edilecek bir dönem olarak değerlendirilmemelidir.
Çünkü “Rabbin her an gözetlemektedir.” (Fecr, 89/14) ayeti hakikati haykırdıkça yola revan olmuş ruhlar, bedenin nefsi arzularına galebe çalacak ve edep “ol nûr-ı Hüdâ’dan bir tâc” olmaya devam edecektir.
İlyas Kaplan
25.Mart 2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.