- 355 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Advay‘ın Gizli Sesi
Bir ilk yaz sıcağında ulaştı birbuçuk milyarlık nüfüsa sahip olan Hindistan’dan Avrupaya. Hindistanın Orissa Eyaleti, Bhubaneshwar şehirinden. Hiç bir şey yolunda gitmemişti daha doğduğu günden itibaren ve yaşamadığı gençliğini geride bırakarak buraya adım atışına kadar. Advay’ın doğduğu memlektete de bir çok anakara da olduğu gibi, yoksulluk, işsizlik, evsizlik, aşırı nüfus artışı, gelir dağılımdan kaynaklanan adaletsizlik, devlet baskısı, polis terörü, aile şiddeti, yani gücü gücü yetene ve daha bir çok medeni standartlardan uzak bir yerdi. Uzaktı her şeye; ekmeğe, aşa, sıcak yatağa, başını sokacak bir odaya, … vs.
Yine de yaşamalıyım, yine de direnmeliyim hisleriyle doluydu beyni, genç yaşına rağmen. Sekiz çocuklu bir ailedenim ve beş tane de kız kardeşim var diyordu. Bunlar geleneksel evliklikler yapmak zorundaydı. Kast sistemine sıkışmış bir toplumun feodal baskıları ise apayrı acı veren, neyi var, neyi yoksa son kuruşuna kadar harcamış, yoksulluğun izlerini siyahi simasına yapışmış bir tutkal gibi hisseti kendisini. Düşündü, ağlayamazdı, gülemezdi, sevinemezdi, sevinmesi için bir nedeni de yoktu, tek sevinci fiziki varlığı çözüm yolları aramalıydı. O da her Hindistanlı ve Avrupa dillerine yer etmiş bir Üçüncü Dünya Ülkesi vatandaşıydı ve hiç bir yasal hakkı yoktu. Tek yasal hakkı iltica hakkını kullanarak bu kıt ve zor şartlarda kendisine bir yer edinmek ve hizmet sektöründe çalıştırılacak kölelerden birisinin kervanına katılmak olacaktı. Yani satacak iş gücünden başka hic bir güvencesi yoktu.
Şudralar sınıfına ait olan ve Vaişyalar sınıfına hizmet ederek çocuk ve ilk gençlik yıllarını harcamış ancak dokuz yıl okula gidebilmişti. Buna rağmen dil öğrenme, özellikle Inglizceyi akıcı konuşması ona diğer ülke mültecilerine göre bir nevi de olsa güven verebiliyordu. Hintçe anadili, anadili kadar iyi konuştuğu bir de İnglizcesi vardı yinede. Bunun yanında boyu posu yerinde, yoksullukla dolu bir yaşam sürmesine rağmen hemen hemen bir Avrupalı gibi bir atletik cüsseye de sahipti. Bunların dışında başka sermayesi de yoktu. Sadece umutlara yazdığı hayalleri vardı. Zaten yeterli sermayesi olsa, beşbin kilometre yolu da tepelemezdim diye geçiyordu içinden. Her insanın içinden zaten böyle şeyler geçerdi, gönüller içinde yaradan başka bir acı saklamıyordu. Acı, Avrupaya kapağı atmakla da bitmiyordu, asıl yaşam mücadelesi bundan sonra başlıyordu. Bir sürü engel aşılmak zorundaydı. Ve bütün insiyatifler bu yüzden kendi içinde sakladığı güçte olmalıydı ve öyle de oldu.
Advay, yoksulluğunu aşmak için çalımalıydı, hem de deyim yerindeyse eşek gibi çalışmalıydı. Yaptığı ilk iş Hindistanlılar’ın community’isine giderek oarada kendisi gibi aynı kaderi paylaşan, aynı yaşlarda binlerce gençlerden, biraz daha önce gelenlerden yardım almalıydı, onlarla diyaloğa geçmeliydi, geçici de olsa, kendine bir yer edinmek için bir çözüm yolu bulmalıydı. Ya da Almanya’da yine kendisi gibi daha çok, restaurant, lokanta, pizzacılar, otellerde mutfak alanında çalışmak gibi genelde Hindistanlılar’ın çalıştığı alanda bir iş bulmalıydı. Girişken olmasa da şartlar onu zorluyor ve daha çok aktif olması gerektiğinin bilinciyle hareket ediyordu. Sıkıntılıydı, yorgundu, bir yıldan beri yollarda olmanın tedirginiliği her mülteci gibi onun da ruhunda tahribatlar yaratmıştı. Mültecilere has genel sorunlar; ülkelerinden kaçış sırasında ve gittikleri ülkelerin tavırları gereği yoğun bir güvensizlik duygusuyla yüklü olurdu ruhları. Advay da bu korkuları, endişeleri, güvensizlik, yanlızlık ve kendisine yabancı duyguları, kendisine yabancı bir dili hazmetmesi gerektiğinin bilincini ilk etapta kavramış, ama çaresiz kalmanın dışında elinden bir şey de gelmemişti. Mültecilere has güvensizlik, ülkelerini terk edip başka bir ülkeye gelirken aile ve arkadaşlarını, ailesinide terk etmektedirler. Bu yüzden geldikleri ülkelerde sadece yalnızlık duygusu yaşaymıyorlar birde üstüne üstlük hasretliğin acısını çekiyorlar. Yabancı bir ülkede yaşamak aile ve sosyal çevreden uzak kalmak, sinirlenmek, kızmak, gücenmek, darılmak, … kime ve neden olduğunu bilmemiş gibi. Burada Advay da aynı duyguları yaşayarak dışlanmışlık hisleri içinde ayağını basacak yer arıyordu. İltica işlerinin ve iltica edenlerin yoğunluğu sebebyiyle yüzlerce kişinin kaldığı eski bir kışlada ve dört kişi 16 metrekarelik bir odada ikiserli ranzalarda uyumak ve dinlenmek ise mültecilere has anksiyete, mutsuzluk hisleri, ağlama, caresizlik, aysar bir ruh haline bürünme, yoğunlaşma (konsantrasyon zayıflığı), sinirlenme, başağrısı, yanlızlık, uykusuzluktan kaynaklanan şüphecilik, yetersizlik, vazgeçme ve geri dönme hissi, nefret ve stres semptomları Advay’da da kendini göstermeye başlamıştı.
Advay yaşamında hep bir şeylerin yetersiz kaldığını kafasına sokmuş, hayallerini henüz gerçeklere proje edecek kadar da pişmemisti. Dağınıktı kafası, elbisesi ve bir naylon torbada olan ve haftalardan beri yıkanmayan pis ve kir kokusunun tiksintisini kendisinin bile duyumsadığı ve aldırmadığı günlük yaşamında! Her şey eksikti ve bu eksikliklerin tamamlanması için ise kafasında hiç bir palnı yoktu. Sıkıntılıydı, ezikti, büzüktü, ektrovartif bir hali yavaş yavaş kişiliğine içselleşme evresine de girmişti. Üstüne üstlük, yorgun ve hiç istemediği toplu kışla yemeği atmosferi ona acılı Hindistan yemeklerinin yanında bir hiç sayılırdı. Özel bir yardım hiç kimseye yapılmadığı gibi konuşup sohbet etmek bile yavaş yavaş bir lüks haline gelmişti. Kaldığı odada her mülteci ayrı bir ülkeden geldiği için sadece oratk dil olarak Ingilizce onları bir nokta da buluşturmayı başarmıştı. İspanya ve Fransayı alt üst ederek Almanya’ya kapağı atan hırsızlık ve eroinden başka bir iş yapmayı düşünmeyen ve iyi derece de Fransızca bilen Faslı gencin dışında diğer üç genç zaman zaman konuşmalarının derinliklerinde geldikleri ülkeler ve aileleri hakkında birbirlerine ipucu niteliğinde bilgiler veriyorlardı. Bazen de oratak kullanılan salon da tv seyrederek sessizce oturuyorlardı. Burada, bu yurtta binlerce insan sadece oratak bir amaç için gelmişlerdi. Yoksulluk denen makus talihi yenerek hayata tutunmak ve daha iyi yaşamak için kapağın Köln’ün kenar semtlerinden birisinde bu kadar insanı biraraya getireceğini belki de hiç birisi düşünmemişti bunların. Advay da bu duyguların kaosunda yeni bir düzen kurmanın kurgusunu yapıyordu. Ve bir sabah bir tercüman eşliğinde ve iltica ifadesi alınmak üzere „iltica başvuru merkezi’ne“ yetkili daireden bir kişinin geldiği arabayla yola çıktılar. Merkezi dairedeki Hindistan ve Uzak Doğulular’ın bölümüne giderek burada ifade vermek üzere beklemye başladı. Kafasında canlandırdığı tablo da burada kendisi gibi ifade vermeye gelen Hindistanlılar’dan birisiyle bir yolunu bulup konuşmak arzusu nedense içinde yeni umutların kırpırdamasına neden oldu. İfadeye girip çıkanlar, memurların odalardan odalara gidiş gelişi, günlük rutin işlerini yerine getirmek için koşuşturmalarının dışında bir sey göze çarpmıyordu bu soğuk suratlı binada. Bu esnada ifadeden çıkan birisi ona anadilinde selam vermesiyle kendini biraz güvende hissederek oturup beklemeye devam etti. Bu adama Advay nasıl ifade vermesi gerektiğini ve ifade verirken nasıl davranması gerektiği konularında bilgi almaya çalıstı ve kendisine yardımcı olmasını istedi. Ve o da elinden geldiğince Advay’a yardımcı oldu ve heyecanlanmadan konuşması gerektiği konusunda gerekli bilgileri vede adresini vererek eşinin gelmesi için kuru sandalyelerden birisine kuruldu. Advay bu duruma çok sevindiği gibi en kısa zamanda görüşmek dileğiyle vedalaştı ve biraz daha rahatlamış bir halde kaldığı yurdun yolunu tuttu. Bugün, diğer günlere daha rahattı, bir anlığına da olsa yeni bir destek sistemi geliştirmiş, psikolojik ve sosyal stresle tek başına baş etmek zorunda olmadığı hisleriyle gönlünü süslemişti. Çoğu göçmen ve mülteci kendi etnik toplumlarının içinde yada dışında kişisel ilişkiler, gönüllü dernekler, dini örgütler yada diğer resmi olmayan iletişim ağları ile yeni destek sistemleri geliştirirken, bazı aileler veya kişiler bunu başaramazken Advay bunu başardığına inanmıştı veya kendini buna inandırmıstı. Genel olarak Göçmen ve mülteci aileleri istihdam, ekonomik, sosyal ve psikolojik zorlanmalar yaşadıkları bilinen bir realite olması ise ayrı bir duyguydu bir garip için. Kendi kültürüne benzer olmayan bir kültür ve toplumda yaşamak, pek çok insan için stresli bir durum olduğu için içinde Advay bunu, yeni tanıştığı genç Hindistanlı aileyle gidereceği umudunu kendine bir güven olarak garantilemişti.
Bu süre içinde bir yılı geride bırakmak üzereydi Advay, ama henüz Almanca öğrenme konusunda ise kayda değer bir ilerleme ve gelişme başarısını gösteremeden mahrum olsa da bu yeni durumda kendisine kaçak bir iş bulma umudunun sıcaklığı gelip konmuştu kalbine. Birkaç gün sonra verilen adrese doğru tabana kuvvet diyerek çıktı yola. Sora sora Bağdat bulunur misalinden hareket ederek sevincini yüreğine sığdırmaya çalışarak ve kendi kendine konuşarak kapının ziline basmak kalmıştı geriye. Gelirken, ne çevresine bakmış, ne de geçtiği yollarada gelene geçene dikkat etmeden jet hızıyla ve sora sora bulmuştu yolunu. Akşamın serinliği Nisan’a özgü bir serinlikti. Bir kahraman gibi bastı zile. Bayan Dhiraj (sabır) açtı kapıyı, sadeden de fakir bir ev, derli toplu birbuçuk oda her şey üst üste istiflenmiş, Hindistan yemeğinin acılı kokusu, iki gözlü küçük bir ocakta pişen ve ocağın beyazlığını taşan yemeklerin kirleriyle neredeyse kaybetmiş fokur fokur kaynayan küçük bir tencerenin akşama özgü geleneksel yemeğini hazırlıyordu. Üç insan, kırık ayaklı bir masada yemek yediler, hasretlik giderdiler, kendi dillerinde konustular, dertleştiler, hayallerini anlattılar birbirlerine, Hindistan da yaşayan ailelerine yapacakları yardımları daha kazanamadıkları paralarından göndermeyi planladılar. Bay Dhiraj kaçak olarak çalıştığı İtalyan pizzacının en azından parasını düzenli verdiğini Planlar planları kovaladı, akşam geceye, gece de geceye saldı kendini ve kalktı Advay, önce teşekkür ederek yeniden görüşmenin sevincini hemen kafasında tasarladı. Ve inancın vermiş olduğu mucizeyi düşündü, fillerin güç sembolüyle teselli etti kendini ve çok yakında kaçak bir iş bulacağına olan kesin inancı ona her zaman ki gibi büyük bir teselli verdi. Nar çiçeği gibi güldü yüzü, siyah teninden ve yoksulluğundan çok kısa bir süreliğine önünden geçtiği orta halli ailelerin yaşamlarına duyulan sitemkar bir özlem belirdi içinde kendisinde kontrol edemediği. Ama yürümeliydi ta kaç sokak ileride olan yurrda ve geceyi sevinçle kucaklayarak uyumalıydı. Öyle de yaptı! Ve sabırla beklemeye başladı ve birkaç gün sonra aynı kaderi paylaşan, ama şansı biraz daha yaver giden Dhiraj ailesini yeniden çal kapı ziyaretiyle umuda bir adım atılmış oldu. Bay Dhiraj, Advay’a kendi iş yerinin ev servislerinde ara sıra çalışması için patronunun bir işçi aradığını, ama pizzacı çevresinde ki caddelerin isimlerini bilmenin işini biraz daha kolaylaştıracağını ve serviste çalışanların hafif motorlu bisiklet (moped) sürme haklarının olduğunu söyleyince Advay sevincinden havalara uçtu sanki. Çünkü 10 yaşından beri Hindistan Bhubaneshwar’da nakliye işlerinde daha büyük nakliye kamyonları kullanarak ekmeğini kazanmak için erdiği mücadeleden daha kolay olacaktı bu iş. Advay’ın kafasında, tekerlek demek, ayakların yerden kesilmesi, daha az yürümek, daha çok iş yapmak, hedefe daha çabuk ulaşmak, daha mobil bir hareketliliğe sahip olarak çok önemliydi. Yoktan var etmek, yoksulluğun, sömürünün içinde müzice gibi, hatta mucizelerin de mucizesi bir durumdu. Ve böyle başladı Advay işine, yani iş olmayan işine. İlk etapta hafta iki gün, akşam saat 17:00‘den gece 24:00’e kadar çalışacaktı. Kaçak bir işti, riskliydi, korkuya dayalı bir durumdu. Almanlar böyle durumlarda dört dörtlüğe yakın nizami kurallar uyulamak isteselerde, biz yabancılar için bu sert tavırlar resmi makamlar tarafından yakalanana kadar, ya da bir şikayet sonucu yapılacak bir baskına kadar sökmüyordu yabancılara yerli kurallar. Çünkü gelinen yerde hic bir kurala uyulmazdı. Advay da bir yabancıydı ve bir kurala uymasına gerek yoktu. Böyle macervari riskli bir yaşam her yoksul Hindistanlı’nın kaderi demekti aynı zamanda. Birkaç günlük bocalama, cadde ismi öğrenme, yön tespiti, gidiş geliş yollarını öğrenmek zaman alsa da 24 yaşında ki birisi için belli bir süre sonra rutin haline gelecekti. Hayat ve şartlar bu zorunlu öğrenmeyi dayatıyordu. Öğrenmeliydi; iyi günler, hoşça kal, işte pizzanız, teşekkür ederim, … gibi günlük selamlaşma şekli olmazsa olmazıydı. Yavaş yavaş uyum sağlayarak yolları öğrenmek kısa sürmesede zorlukları yenmek başka bir ülkede bir yabancı için yetenek olmalıydı.
Zevkle devam etti işini yapmaya, mutluluğa benzer hislerde duygu dünyasında hareketlilikler yarattı. Artık ısmarlanan pizzaları bir hafta sonra yanlız servis yapmaya başladı. İnsanlarla diyalog kurmak bir bakıma zevkliydi, her insan bir dünya saklıyordu kafasında, işin sırrı da bu olmalıydı. Yaşamayı öğrenmek ve öğretmek için herkes kendi hikayesini yazıyordu bu cehennimin ortasında ki yaşamda. Advay da yeni bir sayfa açmaya başladı ve bu metropolin ortasında. Evlerin güzelliği, bahçeleri, pencerelerin desenleri, trabazanlar, dış cephelerdeki dekorasyon motifleri her zile basıp „işte pizzanız“ diye esmer gülüşlerini bahşettiği insanlar ne kadar güzel yaşıyorlar diye sızlamıyor değildi içi. İçin için sitem de ediyordu bazen; demek böyle de yaşanıyormuş, evlerin içinde ki lüks koltuklar, mutfakların mükemmelliğini bazen küçük dilini yutacak kadar büyüleyici izlenimlere ev sahipliği yapıyordu gözleri ve beyini. Hele bir defasında bir evde pizzayı uzatırken, genç bayanın güzelliği, evin mükemmeliğini bile unutturarak beynini sallamıştı. Genç kadın cüzdanımı getireyim diye döndüğünde, insan burada bu güzel hanımla yaşamalı diye geçirdi içinden. Geçirdi geçirmesine, ama bu derin bir ahın ve uzanılmayacak kadar ötelerde olan, yaklaşılması imkansız bir şeydi.
Günler günleri kovalarken, geceler sabaha dayanırken, pizza servisleri evlere verilirken, sevincin yolları da kendini hisstirmeye başlamıştı bu uzun maraton yürüyüşünde. Advay onu gördüğü günden beri kendini Himalaya Dağları’nın eteklerinde süzülen bir kartal, bazende bir panter gibi hislerle dolup taşıyordu. Gönüldü bu, renge, dile, dine, ırka, etnik bir kökene sahip olmasına gerek kalmadan vuruyordu yüreğe. Yürekten de beyine, beyinden de gelecek güzel günlerin, belki de yaşanılması imkansız hayallere … Bu genç hanım bir lise de fizik ve matematik dersleri veriyordu. Kendinde emindi, güzeldi, Bu kadar yabancının yaşadığı metropolün en seçkin ve elitlerin semtlerinde babadan kalma bir dairede, tek başına yaşıyor, Alman ve bir meslek sahibi olmanın sessiz güvenini iyi bir gelirle ve kaliteli bir yaşamla ödüllendiriyordu. Herşeyi düşünse ve bu ihtimalleri içinden geçirse bile, Advay’a gönül bağlayacak ve onun yüreğini anlayacak kadar da hisleri olmasına rağmen, bu yoksul insanın varlığı, bu öğretmen için, diğer pizza serviscilerinden, yemek yediği restaurant garsonlarından ve evine hafta da bir defa temizliğe gelen Polonyalı kadından bir farkı yoktu. Fark, sadece Polonyalı kadının birkaç kelime daha çok Almanca bilmesi ve renk olarak biraz daha beyaz teninliliğinin dışında birşey ifade edemezdi öğretmen Saskia için. Mesleğinin stajla beraber altıncı yılında fırtına gibi Wöhler Lisesi’nde ki erkek öğretmenlere bile pas vermeden yoluna devam ediyordu. Güzeldi, alımlıydı, kendine güveni, onu tanımayanlar için egoistce algılanabilirdi, ama özünde esas itibariyle öyle değildi. Mütevaziliği, sevecenliği, sempatik bakışları, her zaman şık giyimiyle caddeleri bile etkileyen bir kendine has itibarı vardı. Sessiz sessiz seyrederdi, gözlemlerdi her zaman çevresini. Bu durumda Advay’ın payına güvensizlik ve kendinden emin olmayan bir tavırdan başka bir şey kalmıyordu maalesef!
Günlerden birgün, yine Saskia kendisine akşam yemeği hazırlarken ani bir kararla, yemek yapmaktan vazgeçerek, „bugün günlerden Cuma, yani hafta sonu“ diyerek kendisine pizza ısmarladı. Ama istediği pizza nedense o gün gelmedi. Saskia bu konuya kafa da yormadı, yoramazdı da zaten. Hiçbir sosyal ve biyolojik bağı olmayan birisiyle nasıl olabilirdi ki? Advay, küçük motorsikletiyle son pizzayı vermeden, bir kavşakta trafik lambalarının ışığına dikkat edemediği için, sol taraftan gelen tramvay tarafından ezildi, ortalık anababa gününe dönerken, ambulans yetiştiğinde Advay’ın hasara uğramış bedenine ilk yardımcıların birşey yapmasına bile gerek kalmadan birkaç dakika içinde hayata veda etmişti. Olay yerine gelen polis doktorun ve savcının gelişini bekleyerek gerekli resmi işlemleri yapmaya çoktan başlamıştı bile. Bir insan umutlarıyla, geleceğiyle, geçmişiyle evlendireceği kız kardeşlerinin düğünlerini bile görmeden veda etmişti yeryüzüne. Acı bir vedaydı bu ölüm, kimsesiz, sahipsiz, yapayanlız, yaşanmamış bir hayatın sessizliğyle çınlayan yankıları duyan bile olmamıştı. Advay ise doktorun verdiği ölüm belgesi, savcının onayı ile polis eşliğinde otopsi için bir kaç saat içinde bir morga getirilmişti. Ne ağlayanı, ne arayanı, ne soranı, ne yanında duranı vardı. Yoksul dünyaya geldi, yoksul yaşadı, ama umutlarını son nefesine kadar zihninde taşıdı. Kapitalizm ve yerli sömürü onu Hindistan’dan Almanya’ya kadar fırlatmış, binlerce engelle yaşamasını, hatta nefes almasını bile kısıtlamıştı.
Sadece bir haber olarak, lokal bir gazetenin duyarlı bir muhabiri olan genç bir hanımefendi bu kazayı, gazetesinin ikinci sayfasında bir resimle ve birazda çalışma koşullarını kritize eden birkaç cümleyle de olsa haber yaparak Advay’a belki farkında olmadan bir iyilikte yapmış oluyordu. Şimdi en azından bir gazete köşesinde ona ait bir resim ve 23 cümlelik bir anma onuru elde ediyordu sonsuzluğa giderken.
Bu haberi ben de üçbuçuk yıl önce, bu yerel gazetede okudum ve bu haberden etkilenerek yukarıda ki cümleleri yazmaya çalıştım. Hayatın içinden, yoksul bir insanın yaşamadan gidişine tanıklık etmenin acısını yüreğimde hissederek ona kendimce bir saygı borcunu da insanlık adına ödemeye çalıştım.
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - 29/30.04.2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.